Pek Yaman Bir Şair

Sena Çelikçi

Hayal ediyorum. Şöyle adam akıllı oturup hayal ediyorum. Büyük bir şair olsam, diyorum. Herkes büyük desin. Herkes parmakla göstersin. “Bizim aşağıdaki köyün oduncusu pek yaman bir şairdir” desinler diyorum. Fakat hayal ediyorum sadece. Ömrü, iki dağın arasındaki bir köyde yalnızca odun kesip satmakla geçmiş bir adamın şairliği olmaz diyorum. Ne anasını tanımış ne babasını. Ne bir kıza tutulmuş ne bir evlat edinmiş. Duygularını bile elinde olsa odun gibi yere yatırıp küt küt kıracak olan bir adamın şairliği olmaz diyorum. Diyorum da işte hayal etmeden de duramıyorum.

Geçen gün kahvaltı ederken gazetenin kültür sayfasında bir şiire denk geldim. Pek sevdim pek bir etkiledi beni. Ondan beri bir başkasını etkileyecek şiirlerim olsa keşke diye hayal eder dururum. İki kelime yazayım alengirli. “Herife bak pek yaman” desinler istiyorum. Kendimi bildim bileli elimde testere ağaç kovalarım. Kestiğim ağaçları bir bir yere yatırıp kırk zorlukla küçük odun parçaları haline getirmeye çalışırım. Her gün ne kadar odun çıkarırsam kilo işi tartar, satarım. Benim işim insanların yüreğini değil bedenini ısıtmaktır. Benim sattıklarım bir sobanın içinde yanar, tüter, gider. Bir iki saat vücutları ısıtır, koyu muhabbetlere dahil olur fakat gece olunca süner. Kimsenin olmadığı, oturmadığı odada ihtiyaç yoktur ona. Havanın iyi, güneşli, sıcacık olduğu tatlı yaz günlerinde de pek ihtiyaç olmaz. İşte ben ancak yamanlığımı elimdeki kırk senelik testere ile parçaladığım odunlarla gösterdiğim kol gücümle yansıtırım. Benim yamanlığım kesik bir yamanlık. Onun için hep özenirim işte o iki kelime yazıp pek yaman sayılan şairlere. Nasıl olur da o bir araya gelen iki kelime günlerce aklımdan da yüreğimden de bir türlü silinip gitmez derim. Pek bir özenirim pek. Hayal ederim. Hep hayal ederim. Kavi bir oduncu şair olup çıkmayı. Hep hayal ederim.

O sabah yine bizim köyün aşağısındaki arazide kesilecek birkaç ağacım vardı. Satılacak odunlar bitmişti. Aldım testerimi atölyeden indim aşağıya. Ağacın birini devirdim. Diğerini de. Sonra küçük odun parçaları haline getirmeye çalışırken ağaçların gerisinden bir adam göründü. Bizim köyden değildi. Kılığından anladım. “Ne tarafa gidiyorsun ağa, kimlerdensin?” diye sorgu suale tuttuktan sonra yukarıya çıkıp atölyenin önünde bir çay ikram ediverdim adama. Adamın konuşması, duruşu her şeyi baştan başa beni etkiledi. Ne sebepten bilmiyorum, bizim köyde kalması gerekiyormuş. Kendisine uygun bir ev arıyormuş. “Buluruz ağa, o dert değil.” dedim. Ne iş yaparsın, ne meslekle ugraşırsın ? diye sordum. “Şairim.” dedi. İçtiğim çay bir anda ağzımı yakıverdi. Afalladım. Ben şairler uzayda yaşıyor sanırdım. Biz hiç görmeyiz. Biz sadece yazılanları biliriz sanıyordum. Oysa şimdi basbaya oturmuş bir şairle karşı karşıya çay içiyordum. Şairliğini sorguladım adamın. “Nasıl bir iş bu? Parası nereden gelir?” dedim. “Ne parası be efendi!” deyip bozuk attı bana. “Şu doğunun en soguk ilinin bir köyünde yaşamaya mecbur kalmışım, sırf bir şiir mısrası yüzünden. Bir tek odun alıp yakıp ısınacak param bile yok. Ne şairliği ? Bir halta yaradığı yok onun” dedi. Adam artık yazdığı şiirlerden ne çektiyse konusu açılınca pek bir dertlendi, sinirlendi. Çay faslı sonrası muhtarın yanına gittik. Efendi’ye uygun kalacak bir yer aradığımızı söyledik. Sağ olsun. O da ayarladı iyi kötü bir yer. Götürdüm kalacağı yere. Bir de evimden bir döşek alıp tutuşturdum eline. “Al, bu seni idare eder bir müddet Şair Efendi” dedim. Gülümsedi. Teşekkür etti.

Evime döndüğümde kesip bir kenara biriktirdiğim odunlarıma gözüm ilişti. Tüm gün onlarla uğraşmaktan ellerim paramparça olmuştu. Sertleştmiş, nasır tutmuş, çirkinleşmişti. Şairin elleri geldi hatrıma. Tertemizdi. Düzgündü. Bir de dert yanıyordu şairlikten. Utanma yok ahali. Utanma yok.

Ertesi sabah şairi kapımda buldum. “Buyur ağam bir şey mi istedin ?” dedim. Dün gece soğuktan uyuyamadığını söyledi. Böyle giderse zatüre olurmuş. “Bana odun lazım.” dedi. “Tabii vereyim hemen, kaç kilo ?” dedim. “Bilmem, ne kadar verebilirsen. Beş kuruş param yok sana verecek, sadece rica ediyorum” dedi. “Buyur Efendi, hele şöyle geç otur, iki laflayalım” dedim. Bu defa çay boğazıma düğümlenmeden içtim. Konuştum. “Seninle bir anlaşmaya varalım Şair Efendi” dedim. “Ben sana her gün düzenli olarak odun vereyim. Para istemem ancak başka bir isteğim var” dedim. Her gün sana ayırdığım odunları tartacağım. Tarttığım odunlar kaç kilo gelirse o kadar kilo sayısınca hece ölçüsünde bir şiir yazıp bana getireceksin. Ben sana odunlarımı sen bana şiirlerini satacaksın. Ben ahalide bu şiirleri kendim yazmışım gibi okuyacak, kendime “Pek yaman bir şair olmuş bizim oduncu” dedirteceğim. Senden tek isteğim bu. Şiirlerinin bir işine yaradığını sadece başına bela açtığını söylemiştin. Al işte sana fırsat. Bir kere olsun işine yarasın” dedim. Adam hiç düşünmeden kabul etti. Kendi yazdığı şiirlerin basbaya üstüne konacak, kendiminmiş gibi ahaliye hava cıva yapacaktım. Umrunda olmadı. Yalnızca “Peki” dedi gitti. Akşama tam yedi kilo odun tarttım. Kapısına vardım. “Buyur Efendi” dedim. 7’li heceyle bir şiiri pat diye yazıp tutuşturdu elime.

Ela gözlü nazlı dilber

Sen de olasın benim gibi

Zülfün dökük boynun bükük

Sen de olasın benim gibi

Ertesi gün şiiri tüm ahaliye duyurdum “Ben yazdım” diye. İnanmadılar. Biraz şaşırır gibi baktılar önce. “Allah’ın oduncusunda ela gözlü dilber sevecek yürek mi var be” deyip durdular. Aldırmadım. Akşama tekrar odunları kestim. Tarttım. Bu defa on bir kilo geldi. Şairin kapısına vardım. “On bir” dedim. Şirimi aldım.

Ağlayı ağlayı düştüm yollara

Karışayım boz bulanık sellere

Adı sanı bilinmedik illere

Gitmeyince gönül yardan ayrılmaz

Bir sonraki gün yine gidip tüm ahaliye bunu da ben yazdım diye duyurdum. Bu iş yaklaşık iki ay kadar sürdü. Artık tüm ahali bu şiirleri benim yazdığıma inanıyordu. Şairin de umrunda değildi. Odunları alıp ısınıyordu. En son bu sabah yine odunları hazır ettim. Şairin kapısına vardım. “Yine on bir ağam” dedim. Şiirimi aldım.

Vara vara vardım ol kara taşa

Hasret ettin beni kavim kardaşa

Sebep ne gözden akan kanlı yaşa

Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm

Artık tüm ahali iyiden iyiye beni yaman şairler arasına almış, kabullenmişti. Büyük çay toplantılarında adım geçiyordu. Yine odunculuğa devam ediyordum fakat ahali arasında oduncu şair olarak anılmak beni mutlu ediyordu. Tekrar hazırladığım odunları alıp şair Efendi’nin evine vardım. Fakat bu defa uzun bir müddet kapıyı açan olmadı. Meraklandım. Genellikle bir ihtiyacı olduğunda ben kasabadan alır gelirdim. Ses çıkmayınca ürktüm. Evin tahta kapısına kuvvetle bir omuz attım. İçeri bir girdim ki bizim şair boylu boyunca yerde. Hemen yanına vardım. Nabzını yokladım. Ölmüştü. Az ötede benim her gün ona sattığım odunlar duruyordu. Sobayı hiç kurmamış.. Odunların tek bir tanesini bile yakmadan evin bir köşesinde biriktirmişti. Muhtemelen odunları yakıp ısınmadığı için de soğuktan hastalanıp ölmüştü. Neden böyle bir şey yaptığını bir türlü çözemedim. Şiirlerin aktığı ırmak kesilmişti. Cenazeyi karlar arasında güç bela taşıyıp defnettik. Benim de yaman şairliğim üç gün sonra sönüverdi.