Veterinerlik fakültesini kazandığım gün ilk amcam aramıştı beni. Başka okul mu kalmadı okuyacak, seneye tekrar hazırlanıp kazanırdın diş hekimliğini, diye söylendi. Kız başıma ne işim olurmuş hayvanlarla, dağa bayıra köye mi gidecekmişim gece gündüz demeden vesaire vesaire. “Napalım amca, nasip böyleymiş” diye kapattım telefonu. Kendi çocuğu işletme bölümünü zor kazanmıştı, hem de ikinci öğretim. Bana söz söylemeye hakkı yoktu bence.
Sadece iki tercih yaptığımdan kimsenin haberi yoktu. Diş hekimliğini kazanacak kadar çalışmamıştım sınava. Ertesi yıl tekrar denerim diyordum. Sonra nasıl olduğunu bilmediğim bir biçimde ikinci sıraya veterinerlik yazdım. Hem de Bozok Üniversitesi. Hayatım boyunca İstanbul'dan dışarı pek az çıkmış biri olarak, üniversite okumak için bile olsa Yozgat'a gitmek, bana çok zor gelmişti başlarda. Ama alıştım.
İnsanoğlu her şeye alışıyor, derdi rahmetli dedem. Ben de Yozgat-İstanbul arasında mekik dokumaya alıştım. Beş sene göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Mezun olduktan kısa bir süre sonra seyyar bir veterinerlik bürosu açtım. Yanlış duymadınız, seyyar. Fakat büro derken fazla beklentiniz olmasın. Bir bisikletten başkası değil bu büro. Bisikletimin ön ve arka tekerine "Seyyar Veteriner" ile "Deniz Yaldız 05337898989" tabelası astım bu kadar. Annemle babam bunun bir çılgınlık olduğunu düşündüler ama işler iyi gitmeye başlayınca beni desteklemeyi kabul etmek zorunda kaldılar.
Meslek hayatımda yaşadığım en farklı gündü geçtiğimiz pazar günü. Sabah gelen ilk telefon minik bir erkek çocuğundan oldu. Evde beslediği yengeci sıra dışı bir şekilde yemek yemiyormuş. Çocuk neredeyse ağlayacak telefonda. Sesi titriyor konuşurken. Demek ki çok seviyor onu. Adresi not defterime yazıp yola koyuldum.
Adreste yazılı olan yer bir apartman dairesiydi. Bense hayalimde bahçeli dubleks bir ev canlandırmıştım. Bisikletimi apartman girişine kilitleyip dördüncü kata çıktım. Kapıyı çocuğun annesi açtı. “Deniz hanım olmalısınız.” “Evet benim Deniz Yaldız, merhaba. Memnun oldum ben de” diyerek çocuğun odasına girdim. Çocuğun yatağının kenarında bakır bir kova vardı ve bu kova muhtemelen yengecin eviydi. Yengeç bu kovada yaşayamaz ki diye geçirdim içimden.
“N’aber” dedim çocuğun başını okşayarak. “Bu yengeç senin mi?” Evet anlamında başını salladı, cevap vermeyerek. “Kim aldı sana bunu?” O esnada söze bana kapıyı açan kişi girdi: “Babası iş gezisinden getirdi geçen hafta. Biz de nasıl bakacağımızı bilemedik. Araştırdık sorduk bize bu yemleri verdiler. Ama bu tür yengeçler akvaryumda yaşamıyormuş, biz de bu kovaya koyduk, bilmiyoruz yanlış mı yaptık Deniz hanım?” Diye sordu. Bir baba çocuğuna niye bir kedi, köpek ya da balık almaz da yengeç getirir hediye olarak, çok tuhaf diye düşünüyordum o sırada.
Dur bakalım, nesi varmış bu minik yengecin, diye elime aldım. “Oda çok aydınlık, yengeçler ışık sevmez, loş bir ortamda bakmalısın ona” dedim çocuğa. Böyle bir yakınlık beklemiyordu belki benden ve yanıma yaklaşarak: “Ama kovanın içi aydınlık değil ki” dedi çocuk. Adın ne senin diye sormanın tam zamanıydı. Sordum. “Berk” diye cevap verdi. “Memnun oldum Berk. Öncelikle sana teşekkür ederim, çok iyi bakmışsın minik dostuna. Bir hastalığı varmış gibi durmuyor, sadece yemlerini ne sıklıkla verdiğiniz önemli. O yüzden az yem yiyor olabilir” dedim. Berk'in gözleri ışıldadı son söylediğim laftan sonra. Belli ki hasta olmasından korkuyordu yengecinin. Peki yengecinin adı ne diye sordum. "Yegu, Yegu, Yegu” diye bağırdı kendi etrafında daireler çizerek. Ne güzel bir isimmiş çok beğendim, dedim. Annesine dönerek, henüz yavru olduğunu, iyi bakılırsa uzun süre Berk'e arkadaşlık edebileceğini söyledim. Suyuna sabah akşam birer damla bundan koyarsanız da iyi olur, dedim. Biraz daha büyüyünce onun için tehlikeli hâle gelebileceğinden de bahsettim tabii. Çok geçmeden muayene ücretinin bulunduğu zarfı alarak evden ayrıldım.
Eve döndüğümde kendimi yatağa attım. İki üç saat deliksiz uyumayı hedeflerken telefonum çaldı. Arayan sahildeki hayvanat bahçesinin müdürüydü. Kafesteki aslanlardan biri yüksek bir yerden düşmüş. Ayağının üzerine basamıyormuş. Diğer veterinerlikler kapalı olduğu için bana ulaşmışlar. Daha önce bir aslana dokunmadığım için biraz tedirgin oldum açıkçası ama işimin de hakkını vermek istiyordum. Cesur olmalıydım. Hemen geliyorum diye kapattım telefonu.
Hayvanat bahçesine ilk defa iş için gidiyordum. Umarım aslan baygındır diye geçirdim içimden. Kapıda beni hayvanat bahçesinin müdürü karşıladı. “Buyurun Deniz hanım, kafes şu tarafta.” Bisikletten indiğimden beri sol omzuma atmış olduğum çantanın diğer kolunu da sağ omzuma geçirip kendimce sırtımı korumaya aldıktan sonra kafesten içeri girdim. Aslan bir kenarda baygın yatıyordu. Onu bu şekilde görünce nasıl sevindim anlatamam. Aslanın başucunda bir kova vardı ve içi çiğ et doluydu. Kemikli, kemiksiz, üstünde kanları donmuş etleri görünce birden öğürmek istedim ama yapamadım. Aslanın sol arka ayağı incinmişti. Önce tentürdiyotla yarayı temizledim. Yanımda getirdiğim sargı beziyle de ayağını dizine kadar sardım.
Bir aslana dokunuyor olduğuma inanamıyordum. Uyanıncaya kadar başında bekleyip sevebilirdim onu. Ama artık eve dönmem lâzımdı. Hayvanat bahçesinin müdürü, minnetle gözlerimin içine bakarak teşekkür etti. Gönül rahatlığıyla ve işimin hakkını vermiş olarak bisikletime biniyordum ki yine telefon. Allahım bir gün için bu kadar aksiyon yeter diyerek telefona baktım, ablammış. "Efendim" "Denizcim müsait misin kuzucum" "Evet abla eve geçiyordum hayırdır" "Şermin'in balığı sabahtan beri hareket etmiyor, sanırım öldü. Ona uyuduğunu söyledik üzülmesin diye, bize turuncu bir Japon balığı alıp gelebilir misin acilen?" "Tabii hemen gelirim merak etme sen" dedim.
Ablamın evinin arka caddesindeki pet shop a girdim ve turuncu bir Japon balığı almak istediğimi söyledim. Kasadaki adam içeriye doğru seslendi. On beş yaşlarında bir çocuk koşarak yanıma geldi. Hafta sonu olduğu için babasının dükkânına yardıma gelmiş bir çocuğa benziyordu. Büyük akvaryumun içinden bana balıkları gösterdi. “Bu nasıl abla?” “Çok güzel bu olsun” dedim istemsizce. Aslında balık güzel değildi ama bir an önce şu durumdan kurtulmak istiyordum.
Çocuk özenle turuncu Japon balığını alarak elindeki poşetin yarısını kaplayacak kadar suyla doldurup, poşetin ağzını bağladı. “Bu patlamaz değil mi” diye sordum. “Yok abla gayet sağlam, bir şey olmaz korkma” dedi çocuk. Balığın ücretini ödeyip çıktım. Su dolu poşeti sırt çantama koydum ve ablamın evine doğru yola koyuldum. Kapıyı Şermin açtı teyzeee teyzem geldiiiii diye zıplıyordu olduğu yerde. Ona sarılırken kaşla göz arasında sırt çantamı ablama verdim. “Gel bakalım teyzesinin nuru, ne var ne yok” dedim yanağından öperek. İçeri geçtik. Bana balığının sabahtan beri uyanmadığını hızlı hızlı anlatmaya başladı. “Balıklar uyumayı çok sever, birazdan uyanır merak etme” dedim. Biz konuşurken ablam balıkları değiştirmişti. O anda odasına doğru giden Şermin bir iki dakika sonra elinde fanusla içeri girdi: "Bak teyze balığım uyanmış."
- Kullandığım burç isimleri: Yengeç, Aslan, Kova, Balık
Melike Aydın