Kullanılan Kelimeler: Terazi, Balık, Kova, Başak.
SOKAĞA BAKAN PENCERELER
Renkli ve pis kokulu küçük parçaları elimde ufalıyorum. Ben ufaladıkça onlar minik ağızlarını bir kapatıp bir açıyorlar. Yemler suya değdikçe hava kabarcıkları yukarı doğru yükseliyor. İki minik ağız tek bir noktaya doğru uzanıyor. Ben ufalıyorum, onlar yiyor. Gluk, gluk, gluk.
Bir fincan nar çiçeği çayı, bir pencere kenarı. Karşımda Çilek ve Limon. Evde tek başıma olmaktan sıkıldığım için onları aldım. Kedilere yaklaşacak cesaretim olmadığından, kuşları da susturması zor olduğundan tercihimi balıktan yana kullandım. Gerçi bunlar da çok sessiz ama olsun. En azından evin bir köşesinde, benimle birlikte nefes alıyorlar.
Çayımı yudumlarken sokağı izliyorum. “Bari.” diyorum, ”Birkaç çocuk olsaydı şuralarda.” Ses olsaydı. Mahalle aralarında bir sokağın kalbini attıran nedir? Topa vuran bir ayak, yere sek sek çizen bir çift parmak. Soğuklar bastırdığından beridir diğer sokaklar gibi bizim sokağında kalbi atmıyor. Uzun bir sessizlik içinde uyuyoruz günlerdir. Çoğu zaman bir ömür, uyuyoruz.
“Patatiisss! On kiloooğ on miliyooon!
Haşlamaya, kızartmaya, haşlamaya, kızartmaya…”
Sessizliği patates satan abinin gıcırtılı megafonu bozuyor. Pencereden bakıyorum, kamyonu apartmanın önüne yaklaşıyor. Üç beş kişi abinin etrafını sarıyor. Haki renk atkısını başının üstünden dolamış bir teyze ağır ağır geliyor. Sırası gelince “İki kilo olsun.” diyor. Terazinin bir koluna patatesleri öbür koluna ağırlığı koyuyor sebzeci. “Çürüklerinden doldurma!” diye tersleniyor yaşlı teyze. Abi, “Ne çürüğü teyze taş gibi patates taşşş! Al şu ikisi de benden olsun.” deyip poşetin içine patates yığının ardındaki çürüklerden atıyor. Bunu, kamburundan iki büklüm olmuş teyze değil, üçüncü kattaki evinin penceresinden onları izleyen ben görüyorum. Satışı bitirince kırmızı dorseli kamyon ağır ağır uzaklaşıyor. Kamyonun arkasında “Mülk Allah’ındır.” yazıyor.
Patates satan kamyon daha köşeyi dönmeden bu sefer seyyar balıkçı mahalleyi inletiyor.
“Hamsi, levrek, çipura geldiii! Taze taze, derya kuzusu bunlar!”
Balığa rağbet, patatesten daha çok oluyor. Bir an kalabalığın arasında karşı apartmanın sahibi Osman Bey’i görüyorum. En alt katta oturan kiracısı da onun arkasından görünüyor. Osman Bey:
“Yeğenim sar bakalım bana ordan 3 kilo hamsi, torunlar gelecek bugün.” diyor.
Balıkçı terazinin bir kefesine ağırlığı, öbür kefesine balık dolu kovayı koyuyor. Poşete döktüğü balıkları Osman Bey’e uzatırken arkada duran kiracısına da “Abla sana hangisinden vereyim?” diyor. Kiracı kadın “Ne kadar hamsinin kilosu?” diye soruyor, sesi o kadar kısık ki bu kez zor duyuyorum. “On beş.” diye yanıtlıyor balıkçı. Kadın cüzdanına bakıyor, kağıt para yok. Bozuklar da bir araya gelse on beş etmez. Bunu balıkçı görmüyor. Kadın “Hay Allah, parayı evde unutmuşum. Benimki kalsın kardeşim.” diyor. Hızlı adımlarla geldiği yere geri dönüyor. Çayımın soğuduğunu fark ediyorum. Tam tazelemek için kalkarken kapı çalıyor. Gelenler üst komşumun on yaşındaki ikizleri, Harun ve Tayfun.
-Hoş geldiniz gençler, içeri buyrun.
-Yok Ömer abi girmeyelim. Seni balığa davet etmek için geldik. Önümüzdeki hafta sonu babamla göle gideceğiz, balık tutmaya. Müsaitsen sen de gelir misin bizimle?
-Gelirim tabi, kaç gibi çıkarız?
-Sabah 9’da gidelim, kahvaltıyı orda yaparız dedi babam.
-Tamam, haberleşiriz.
-Görüşürüz Ömer abi.
-Görüşürüz, babanıza selam söyleyin.
-Baş üstüne.
Mutfağa gidip çayımı tazeledikten sonra tekrar pencerenin yanına dönüyorum. Balıkçı gitmiş olmalı, görünmüyor. Akşam karanlığı yavaştan çöküyor. Kafamı kaldırdığımda karşı balkonda Osman Bey’in karısını görüyorum. Evin içi kokmasın diye balığı balkonda kızartıyor. Pencereyi açıyorum, koku burnumda bitiyor. Tüm mahalle hamsilerden nasibini alırken kızarmış balık kokusundan tiksindiğim için pencereyi hemen kapatıyorum. Osman Bey’in kiracısı elinde şeffaf bakkal poşetiyle apartmana giriyor. Poşetin içinde makarna ve bir ekmek var. “Varsıllık nedir Osman Bey?” diye bağırasım geliyor karşı balkona. Nedir yoksulluktan farkı?
…
Saat dokuza beş var. Komşum Hamdi abiyle ikizlerini garajda bekliyorum. Geliyorlar.
-Günaydın Ömerciğim.
-Günaydın abi. Ben birkaç kahvaltılık aldım ama giderken simit de alalım isterseniz.
-Sen düşünme onu. Özlem Hanım halletti sağ olsun dünden, hadi gecikmeden gidelim.
-Ben alsaydım abi, zahmet olmuş yengeye.
-Ne zahmeti aslanım lafı mı olur, hadi geç öne.
İki yanında selviler uzanan toprak yolda ağır ağır ilerliyoruz. Göle yaklaştıkça ikizler heyecanlanıyor.
-Baba sence kaç kilo balık tutarız bugün?
-Tayfun’a sor bakalım o kaç kilo tutmak istiyor?
-Harun’u bilmem ama ben 4 kilo tutarım!
-O zaman ben de 5 kilo tutarım!
Hamdi abiyle, ikizlerin tatlı kapışmasına gülüyoruz.
-İşte geldik. Hadi bakalım indirin eşyaları çocuklar.
Önce oltaları salıyoruz, ardından göl manzarasına doğru kahvaltımızı yapıyoruz. Havanın soğukluğuna meydan okuyor doğanın güzelliği. Kahvaltıyı bitirip oltaları kontrol ediyoruz. Sevinçle zıplıyor ikizler.
-Gördün mü balığı Ömer abi, şuna bak kocamaaaaan!
Hamdi abi oltayı çektikçe Harun’la Tayfun’un gözleri daha da açılıyor. Hayranlıkla şaşkınlık arası bir bakış.
-Akşama yemek hazır, diyor Hamdi abi gülerek.
-Gün bereketli başladı abi, diyorum.
İrili ufaklı tam 4 kova balık tutuyoruz. Saat 5’e yaklaşıyor. Eşyaları arabaya taşıyoruz.
-Allah bereket versin, senin şansına tuttuk bunları Ömer.
-Ömer abi sen hep bizimle gelsene.
Gülümsüyorum.
-Gelirim gelirim. Siz bu işi biliyorsunuz gençler, babanızı iyi izlemişsiniz balık tutarken.
-En çok kim tuttu baba?
-İkiniz de çok tuttunuz yahu, tek tek sayacak değiliz ya.
-Hayır, ben daha çok tuttum.
-Hiç de bile. Ben daha çok!
İkizlerin atışmasını izlemek çok keyif veriyor. Sürekli yarış halinde gibi görünseler de yeri gelince birbirlerini kollamayı biliyorlar. “Kardeş ne güzel nimet.” diye düşünüyorum onlara bakarken.
Bizim sokağa yaklaşıyoruz. Osman Bey’in kiracısının oturduğu daireye bakıyorum, ışıkları yanıyor.
-Bir günün daha sonuna geldik. İyi ki geldin Ömer.
-Ne demek abi, çağırdığınız için teşekkür ederim.
-Al bakalım. İki kova senin, iki kova bizim.
-Bana bir kova yeter abi, zaten tek kişiyim. Diğerleri sizin olsun.
-Olmaz öyle şey aslanım.
-Olur abi olur. Müsaadenle ben şu kovayı alayım, hemen geliyorum.
Hamdi abi arkamdan nereye diye seslenirken ben kendimi çoktan karşı apartmanın içinde buluyorum. 2 numaralı dairenin önüne kovayı bırakıp zile basıyorum. Sonra merdiven boşluğuna gizleniyorum. Kapıyı bir kız çocuğu açıyor.
-Anneeeee! Balık var burada!
Kiracı kadın geliyor, sağa sola bakıyor. Kimseyi göremeyince alıyor kovayı içeri.
“Varsıllık bazen bir kova balıktır.” diye geçiriyorum içimden. Her başağında yüz tanenin bulunduğu, yedi adet başak çıkaran bir tohum tanesi gibi olmaktır.*
Koşa koşa tekrar garaja iniyorum. Hamdi abi beni bekliyor.
-Nereye kayboldun Ömer?
-Önemli bir şey değil abi, birine bir şey vermem lazımdı. Onu bıraktım.
-İyi bakalım. Bu akşam bize gel diyecektim. Birlikte tuttuk, birlikte yiyelim hem kalabalıkta daha iyi gider.
-Rahatsız etmeyim abi ben evde yerdim.
-Yok yahu ne rahatsızlığı, yabancı mısın Ömer? Sen git üstünü başını değiştir, işini bitirince gelirsin. Hadi bekliyoruz.
Eve gidip işlerimi hallediyorum. Tam çıkarken aklıma bir fikir geliyor. Limon’la Çilek’i ikizlere hediye etmeye karar veriyorum. Çünkü yalnız olmadığımı biliyorum. Hem onlar, kendilerine benden daha çok vakit ayıracak iyi bir sahibi hak ediyorlar. Evde bulunan bir kurdeleyi fanusa bağlayıp çıkarken gülümsüyorum. Hayat diyorum, bu kadar basit işte. Zorlaştırırken hiç mi yorulmuyorum?
*Bakara, 261.