Kullandığım Kelimeler: Kova, Balık, Başak, Yay, Oğlak
Kalbini ağrıtan bir geceden sonra vardı sabaha. Varılmaz bir yoldan, uzak bir gurbet elinden sesi ile kulakları sağır eden bir tren getirmişti sanki onu bu sabaha. Yatağından kalkıp kapının arkasındaki duvarda asılı duran aynaya baktı. Donuk gözlerine, savrulmuş saçlarına, yüzündeki solgun renge… En sevdiği rengiydi bu solgun renk. Işıksız, hayatsız, umutsuz bir surat işte… Yıllarca aynalarda aradığı bir renkti bu. Kalbi de taş olmuştu sonunda, tam da istediği gibi. Buna seviniyordu. “İçinde bir taş taşımaktan neden memnunsun İbrahim?” Aynalar konuşamaz. “Öyleyse konuşan kim?” Bilmiyordu ve ayna karşısındaki bu muhabbeti daha fazla uzatmak istemedi.
Kenarda duran kovaya yöneldi. Metal, gri, soğuk bir kovaydı bu. İçinde hiç su kalmamıştı. “Yine mi suyunu sızdırmış bu Allah’ın cezası kova!” Su bütün gece ince ince sızmıştı. Kovada hiç kalmayana kadar ve evin ahşap zemini kabarana kadar sızmıştı. Kova sızdırmıştı. İbrahim kovayı tamir etmemişti. Aynaya yöneldi yeniden. Yol yorgunu, taş kalpli bir adamdı İbrahim. Bu dağ başında, ıssız bir kulübede, ahşabın sıcaklığından medet umarak yaşatıyordu taştan kalbini.
Gece boyunca eli yayına gidip de vuramadığı hasta oğlağını düşünmüştü. Dışarı çıkmak için hazırlanırken yeniden aklına geldi. Geçen sene de hastalanmış bir oğlağını vuramadığı için günlerce inilti sesleri ile uyumuştu. Bir ok inse oğlağın kalbine daha az pişman olacaktı belki de. “Her şey tamamdı da İbrahim, sen taş kalpliydin de aynadaki yüz solgundu da yol yorgunu gibi bezgindin de bir şu pişmanlık duygusunu atamadın kalbinin orta yerinden. Bir onunla savaşamadın. Çıktın da bu dağlara, aştın da onca yolu bir pişmanlık dağlarını aşamadın.”
Kovanın sızdıran yerini bulup güzel bir yama yaptıktan sonra aceleyle çıkmaya koyuldu. Çıkarken aynaya ters bir bakış attı. Kapıyı hızlıca açtı ve kapattı. Söylene söylene başladı yürümeye. Buğdaylar başağa durmuştu. Toprak sapsarıydı. Güneş başakların tepesinde durmuş büyütüyordu onları. Taş kalbi, İbrahim’e bu manzaraya nefretle bakmasını öğütledi. Güneşe sövdü, verimsiz toprağa sövdü. Taş kalbi evet, İbrahim’e bunları öğütleyen oydu sanki. Bunu seziyordu. Kalbine doğru bir şey sızar gibi oluyordu. Aldırmıyordu. Taş bir sesi dinliyordu o.
Hasan Ağanın tarlasına vardığında vakit öğleye yaklaşmıştı. İbrahim’in dağ başında bir başına yaşadığını görünce dayanamamıştı Hasan Ağa. Ne kadar ikna etmeye çalıştıysa da ikna olmamıştı İbrahim. “Bari tarlamdaki şu kuyuyu gönlünce kullan. Suyu tatlıdır, serindir.” demişti. İbrahim biraz da mecbur kalmıştı bu teklifi kabul etmeye. Kuyu da kuyu olsaydı, azıcık kalmıştı suyu. Adamcağızın daha fazla karşısında yalvarmasını istememişti. Taş kalpliydi o neticede, böyle şeylere gelemezdi.
Sırtındaki yayını ve oklarını yere bıraktı. Kuyunun başındaki ipe metal, gri, soğuk ve yamalı kovasını taktı. Aşağı doğru indirmeye başladı. Kovanın sallandığını hissetti. “Allah Allah, durgun su işte, kuyu suyu. Ne var da sallanıyor ki şimdi?” Taş kalbi olmasaydı neredeyse korkacaktı. Hissettiği tek duygu olan pişmanlığın yanına korku gelecekti bir de. Aynaya kalsa böyle bir zayıf adamdı da İbrahim, taş kalbini dinliyordu o. Yine dinledi ve korkmadı.
Yavaş yavaş kovayı çekmeye başladı. Metal, gri, soğuk, yamalı ve ağırdı kova. Kendine doğru çekti ve hemen içine baktı. “Aklını mı yitirdin İbrahim?” Kim konuşuyordu? Balıklar konuşamaz. “Şu sapsarı tarlanın ortasındaki kuyunun içinden bir balık mı çıkarttın sen şimdi?” Gözleri karardı, hafifçe sallandı. Bu kadar etkilenecek ne vardı? Bir kaynaktan ulaşmıştır belki. Biri geçerken atmıştır belki. Hasan Ağa yiyecektir de şimdilik buraya bırakmıştır belki. Şu ıssızlığın, şu sarılığın ortasında son demlerini yaşayan bu kuyuda, bir balık bir hayat sahibiydi.
“Senin taş kalbinin kırılası vardır belki de İbrahim. Aramadığın yerde görmüşsündür aradığını.” Balığı geri mi bırakmalıydı, eve götürüp afiyetle yemeli miydi? “Kim böyle kolay balık yakalar ki, al evine götür.” İbrahim ne yapacağını bilemez hâldeyken kovanın deriden yaması kopuverdi. Su yine ince ince sızmaya başlamıştı. Böyle devam ederse kovadaki su tamamen bitecek ve balık ölecekti. Aşağı yoldaki dere aklına geldi. Koşup varsa oraya, balığı bıraksa dereye… “Yetişip yetişmeyeceğin bile belli değil, bırak ölsün kendi hâlinde.” Kim konuşuyor? “Taşlar konuşamaz.” dedi İbrahim. Kuyuya bir kuyudan baktı.
Koşmaya başladı, nefesi kesilir gibi oldu, durmadı. Koştukça inanıyordu: taşlar konuşamaz. Konuşmamalı. Dereye geldiğinde kovadaki su tükenmek üzereydi. Son bir kez balığa şefkatle baktı ve dereye bıraktı. Kalbine sızana şükretti, suyun sızmasına şükretti, kovanın yamasına şükretti. “İnsan, olmayan yerden şükretmeye başlar İbrahim.”