Kelimeler: Koç, balık, başak, kova, akrep, aslan.
Ay da ben balık da
Bugün hava biraz serin ama güneşli. Tam sevdiğim havalar. Arınmışlığımı hissettiren tertemiz bir koku. Sabahları namazdan sonra uyumamak bu hayatta en paha biçilemez şey olmalı. İş kıyafetlerimi giyip dışarı çıktım. Güneşin hafif sarı ışıkları soluk bulutların ardından değiyor gözlerime. Çitlere doğru yürürken patikanın kenarındaki çiçeklerimi suladım. Suluğu kapının kenarına koyup ahıra girdim. Koyunları sağmak için kapının sağındaki dolaptan kovaları aldım. Üç koyundan oldukça çok süt çıkıyor ama biri hamile olduğu için şimdilik ikisini sağıyorum. Hamile olanın önüne çömeldim. Ellerimle yüzünü tuttum. Alnından öptüm. Diğerlerini de sağıp bahçeye çıktım.
Her günkü gibi bugün de kovaları yere bırakıp ellerimi iki yana açtım. Şükrettim. Göğe bakarak. Şehrin kalabalıklarından kaçmak, gürültüden ve kirlilikten uzak kalmak, yaratanın verdiklerini insanlardan izin almadan doya doya kullanmak niyetiyle geldiğim burası için şükrettim. Göğe baktım, daha önce yere gömülü binalar içinden bakamadığım kadar. Ellerimi kaldırdım. Bir sağa bir sola döndüm. Dans edercesine. Yüzümde tebessümlerle eve girdim. Sütü kaynattım. Sütten bir bardak aldım, dışarı çıktım. Masaya oturdum. Her günkü gibi kendi kendime konuşmaya başladım. Haftada iki gün şehre gidiyorum. Bugün hava öyle güzel ki, iyi ki bugün buradayım. Yarım kalan kitabımı elime alıp biraz okudum. “İnsan en çok kendinden kaçar.” Ne demek bu? Ben mesela, kendimden mi kaçtım. Düşünüyorum. Kalabalıklar, insanlar, sesler, yollar, ben bunlardan kaçtım. Hayır ya... Ben korktum, korkmaktan kaçtım. Sevdim, sevmekten kaçtım. Hayal ettim, kırılmasından kaçtım. Beni aslında buraya hayal kırıklıklarım getirdi. En çok da çocukluğum getirdi beni buraya. İnsan yaşamı bir yuvarlak gibi. Doğum, ergenlik, olgunluk, yaşlılık ve ölüm. Doğumla ölüm, ergenlikle yaşlılık aynı dönem. Olgunluk hepsinin tepe noktası. Olgunluk, geçmişi ve geleceği düşünmekten o günün tadını çıkaramamak. Fakat ben her şeye rağmen burada nefes alabiliyorum. Yeter bu kadar, kitabı kapattım. Bardağı kafama dikip son süt damlasının da gelmesini bekledim. Süt altın gibidir benim için. Bardağı masaya koyup süs havuzunun kenarına oturdum. Önce ellerimle mavi işlemeli fayanslara dokundum. Hepsini kendim yapmıştım. Her baktığımda aşırı mutlu oluyorum. Sonra elimi uzattım. Havuzun ortasındaki fıskiyenin suları çarptı ellerime. Tam ellerimi kapattım. Bir hayli büyümüş turuncu balığım geldi önüme. Kalktım, yem getirip attım yesin diye. Parlak pulları, mavi fayanslara çok yakışıyor. Onu izlemek bile huzur veriyor bana.
Saate baktım. Çoktan öğlen olmuş. Kalkıp mutfağa gittim. Geçen gün kendi yaptığım makarnadan çıkardım biraz. Su kaynayana kadar üstümü değiştirdim daha rahat bir şeyler giydim. Atölye olarak kullandığım odaya girdim. Ayın yansıdığı süs havuzunu çizdiğim yarım kalmış tabloma baktım. Bugün de biraz otursam biter diye düşündüm. İçeriden suyun sesi geldi. Gittim makarnayı pişirdim, yedim. Sonra atölyeye gittim yeniden. Resme devam ettim. Bu gece mavisini tutturmak hayli zor. Spatüllerin temizi kalmamış. Odadan temizini bulmaya gittim.
...
Başak tarlaları gibi. Boyumu aşıyor ne olduğunu anlayamıyorum. Elimle başakları aralıyorum. Karşımda küçük bir kız çocuğu oturuyor. Sonra birden etraf kararıyor. Bir bağırış duyuyorum. Kız çocuğu bana bakıp koşuyor. Benden korkuyor. Ben de peşinden koşarken “Korkma!” diye bağırmaya çalışıyorum. Sesim çıkmıyor. O koşuyor, ben de koşuyorum. Ellerime ve ayaklarıma kurumuş başaklar batıyor. Ah bile diyemiyorum. Gökten gelen kara bir bulut beni yerle gök arasına sıkıştırıyor. Koşamıyorum. Kız çocuğu da kayboluyor. Elindeki bebeğini düşürmüş tam benim durduğum yere. Elime almak için eğiliyorum. Bir anda her yerden akrepler geliyor. Bebeği kaplıyorlar. İtekliyorum, itekliyorum bebeği kurtarmaya çalışıyorum. Ellerimi sokuyorlar. Bağıramıyorum. Gözlerimden yaşlar dökülüyor o anki acıyla. Gözyaşlarım akreplere değdikçe, akrepler yere düşüyorlar bir bir.
…
Ellerim boğazımda uyandım, korkuyla. Bu nasıl rüya Allah’ım. Sürekli gördüğüm bu rüya neden? Boğazım düğümlenmiş, yastığım ıslanmış ağlamaktan. Kalktım, sürahiden su katıp içtim. Boğazım dikenli tellerle çevrili sanki. Su bile acıtıyor. Nasıl uyuyakalmışım. Sadece spatül almaya gelmiştim. İki dakika telefona bakayım derken uyumuşum.
Lavaboya gittim. Elimi yüzümü, boynumu soğuk suyla yıkadım. Biraz ferahladım. Dışarıya çıktım. Bugün dolunay var. Aydınlatıyor her yeri. Bahçede etrafa bakınırken içeri girmeden hayvanların yemlerini vereyim dedim. Önce ahıra gittim. Kapının arkasındaki ceketi geçirdim üstüme. Samandan biraz koyunlara, biraz da koça verdim. Koç agresif yine. Samanı koyarken hırçınlaştı. O tepmeden kaçtım. Aram bir bununla iyi değil. Nedense sevemedi bir türlü beni. Dolaba yem kovalarını koydum. Ceketi çıkarıp astım. Balığın yemini aldım. Havuzun kenarına oturdum. Dolunay havuza yansıyor. Tam çizmeye çalıştığım anı görüyorum şimdi. Bu balığa bir isim vermeli. Ne desem ki, derken aklıma bir şarkı geldi. “Sen gökteki özgür aysın, bense süs havuzundaki esir balık.” Farsçada ay, mah demekti. Mah olsun senin adın. Mah, Ay’ı bile esirleştirmiş sevgin. Buluşma yeriniz benim küçük süs havuzum olmuş. Al bakalım deyip yemini bıraktım.
Masadaki bardağı ve kitabı aldım. İçeri geçtim. Bardağı makineye koydum. Kitabı da kitaplığın önüne bıraktım. Biraz bakındım her zamanki gibi. Şu dünyada tek dostum kitaplar sanki. Dur ayıp olmasın Balık Mah’ım ve koyunlarım. Koç’un dostum olduğunu düşünmüyorum. Aslında bazen çok bunalıyorum kitaplardan. Yalancılar diyorum. Yalnızlığımı gizlemek için bir kapı gibi görüyorum belki de. İnsan sevdiğini sever, ona kızar da derler ya. Kızıyorum bazen onlara. Hiç tepki vermiyorlar. Konuşuyorum, cevap vermiyorlar. Ağlıyorum, gözyaşımı silmiyorlar. Bağırıyorum, sinirleniyorum sırtımı sıvazlamıyorlar. Yalnızca vaktimi çalıyorlar aslında. Aileme vermekten korktuğum vaktimi, sevdiklerime haram gördüğüm zamanlarımı çalıyorlar. Bazen çok biliyorlar, bazen kurgulayıp duruyorlar, bazen korkutup, bazen güldürüyorlar. Bana da bu lazım ya! Yine soğuma zamanım gelmiş kitaplardan. Gittim yatağa bu sinirle eşiyle kavga edip yorganı çekiştirenler gibi. Hıncımı yorgandan aldım. Asıldım, asıldım. Fakat kavga edecek de kimsem yoktu. Bir de buna sinirlendim. Yorganı son kez hızlıca asıldım. Yorganla beraber yere düştüm. Sinirden ağlamaya başladım. Kalktım gittim. Bir kitap aldım elime. Benim vaktimi çalan kitaplardan. Odama geçip yatağın köşesine oturdum. Bacaklarımı kendime çektim. Hıçkıra hıçkıra ağladım. Açtım kitabın ilk sayfasını. “Sevgili okurum…”. Sinirle yırttım. Bir daha açtım. “İnsanın en iyi yoldaşı kendisidir.” İyice sinirlendim. Bağırarak yırttım o sayfayı da. “İmkânsız yoktur, imkansız içindeki sendir.” Bu sözler bana zarar veriyor. Duymak istemediğim gerçekler belki. Kitabı tamamen parça pinçik ettim. Elimde en son yırttığım parça kaldı. Ağlayarak açtım avucumu. “İsraf: İnsan en çok annesini israf eder.” yazıyordu. Bu sefer bu kâğıdı değil kalbimi parçalamak istedim. Elimdeki kâğıdı bırakmadan olduğum yere kıvrıldım.
…
Başak tarlasındayım. Gözlerimi açtım. Yine upuzun olmuşlar. Ellerimle araladım başakları. Bir kız çocuğu elinde bebeği var. Kendi halinde oynuyor. Sessizce bırakıyorum başakları, rahatsız olmasın diye. O an bir bağrış duyuyorum. Korkarak başakları aralıyorum. Kız çocuğu koşuyor. Arkasında bir aslan var ama yavaş yavaş yürüyor. Çocuğa seslenmeye çalışıyorum ama sesim çıkmıyor. Koşmaya başlıyorum. O esnada sağ taraftan bir koç çıkıyor. Çocuğu boynuzlarıyla iteliyor. Çocuk benim önüme düşüyor. Aslan da koça doğru koşuyor. Boynundan yakalıyor. Ben çocuğa sarılıyorum. Dizlerim yere çöküyor. Aslanın ağzından sarkan koçla göz göze geliyoruz.
…
Ahhhh… Olamaz! Bu benim koçum. Kalktım rüya değil gerçekti sanki. Hemen mutfağa gittim su içtim. Lavaboda elimi yüzümü yıkadım. Ahıra gittim. Koçum yerindeydi. Derin bir oh çektim. Yalnızlıktan kafayı yiyorum sanırım. Bu koç bana çok benziyor aslında. İnsanlara alerjisi var benim gibi. İyi de olsa sonuçta insan diyor gibi. Bir de durup durup çatıyor psikopat. İçten içe sevmiyor değilim bu deliyi. Gelmişken yemlerini verdim. Sütleri sağdım. Üç kova süt çıktı. Bugün şehre gitmem gerek. Hemen eve gidip akşamdan mahvettiğim odayı temizledim. Bu yırttığım kitapları çatı katında eski süt kovalarına koyuyorum. Atamıyorum nedense. Hayatımın bir bölümünde böyle bir yer olduğunu bilseler ne derler acaba. Ama ben insanlar ne der kısmını geçeli çok oldu.
Duşa girdim. Üstüme güzel bir kıyafet geçirip süt kovalarının ağzını güzelce kapattım, arabaya yerleştirdim. Uzunca bir yolum olduğu için en güzel şarkılarımın ekli olduğu flash kartı taktım. Şarkılara eşlik ede ede geldim merkeze. Süt toplama merkezine sütleri bıraktım. Paramı aldım. Sıhhiye’ye geldim. Arabamı burada bir ara sokağa park edip Kızılay’a doğru Abdi İpekçi Parkı’nın içinden yürümeye başladım. Buradaki ağaçları çok seviyorum. Hepsi yıllanmış ağaçlar. Buradaki suyu da süs havuzuma benzetiyorum. Zaten evimin önündeki havuzu da buradan esinlenerek yapmıştım. Etrafa değil göğe, ağaçların dallarına bakarak yürüdüm. Kızılay’a geldim. Kitapçılara gitmek için ara sokağa girdim. Ellerimi cebime kattım. Bu kötü merkez kokusunu da özlemişim. Çok şey hatırlatıyor bana. Emniyetin önündeki kitapçının dışarıda duran raflarından dergilere baktım. Ne çok bilmediğim dergi var. İnsanlar hunharca dergi çıkarıyor. Baksan hepsi yeni bir doğuş yeni bir slogan mırıldanıyor ama birbirinden çok farksızlar. İnsanlar bunlarla avunabiliyor valla helal olsun. Her zamanki gibi buradan dergi almadan sahibine çirkin bir bakış atıp yoluma devam ettim. Bu yolları bir türlü öğrenemedim. Yıllar oldu. Dosta nereden çıkacağımı hep karıştırıyorum. Telefonu açtım. Haritaya Dost Kitabevi yazdım. Fakat yine bulamadım. Aman zaten oradan da kitap almayacağım. Sadece havasını, ortamını sevdiğim için dolaşıyorum. Aslında acıktım da. Telefonu açtım. Haritalara Kocatepe Camii yazdım. Hem öğleyi kılar hem de yemek yerim dedim. Çıktım çıktım. Sonunda vardım. Ankara’nın yokuşlarını çıkarken hissettiğim bu yer çekim kuvvetinin verdiği ağırlığı çok seviyorum. Başka yerde hissetmiyorum bunu. İşte onca yokuştan sonra göründü Kardeşler Uygur Restoranı. Girdim içeri. Abla her zamanki gibi tanıdı beni. “Hoş geldinnn.” dedi, mutlu bir ses tonuyla. Tebessümle hoş buldum dedim. Biraz sohbet ettik. Oturdum her zamanki yerime ve “Ben bir Niengo alayım.” dedim. Acılı o hem de çok, demediler bu kez. Gerçi uzun zamandır demiyorlar. Çünkü yıllardır geliyorum buraya. Yemeğimi yedim. Çıktım. Bu yemek acıtsa da aşırı mutlu ediyor beni. Fakat ne zaman yesem akşamına hastalanıyorum. Yine de yiyorum. Camiye doğru yürürken başım dönmeye başladı. Uzun zamandır yemiyordum ondan diye düşünürken gözlerim karardı. Bu başka bir şeydi. İlk kez yaşıyordum. Gözüm kapandı. Yere yığıldım.
…
Başak tarlasında elimde bebeğimle oynuyorum. Etrafım başaklarla çevrili olduğu için kimseyi göremiyorum. Arkadan bir yürüme sesi geliyor bebeğimi kucaklıyorum, bağrıma basıyorum. Önümdeki başaklar aralanıyor. Genç bir kadınla göz göze geliyorum. Gözleri korku dolu. Bağırmaya çalışıyor sanki ama sesi çıkmıyor. Boynumu bir sağa bir sola eğip yüzüne bakıyorum. İçime korku salınıyor. Kalkıp arkamı dönüyorum. Bize doğru gelen bir aslan var. Ayağını nereye attığını bilmeden geliyor, bizim burada olduğumuzu fark etmiyor, kör ve sağır gibi. Yavaş yavaş yürüyor. Genç kadına bir adım atıyorum. Bana sıkıca sarılıyor. Gözlerimizi kapatıp o andan uzaklaşmak istiyorum. Ayaklarımda bir şeyler hissediyorum. Çok acı veriyor. Gözümü bir açıyorum. Akrepler üzerimize doğru çıkıyor. Genç kadın saçlarımı okşayarak ağlıyor. O ağladıkça kendimi güvende hissediyorum. Bütün korkum geçiyor. Yere dökülen gözyaşlarıyla akrepler de bir bir gidiyor. O an bebeğimin olmadığını fark edip yüzümü genç kadına çeviriyorum. “Mah, bebeğim mah yok.” diyorum. Genç kadının gözleri fal taşı gibi açılıyor. Ağzını kıpırdatıyor ama ses çıkmıyor. Başımı kadının göğsüne yaslıyorum gözlerimden yaşlar dökülmüyor ama hıçkırıyorum. Genç kadın daha sıkı sarılıyor. Ayak sesleri geliyor. Kuru başakların çatırtıları duyuluyor. En son önümüzdeki başaklar da kırılıyor ve bize doğru gelen bir koç görünüyor. Ağzında da bebeğim Mah duruyor. Yaklaşıyor ve kucağıma Mah’ı bırakıyor. Gözlerime baktıktan sonra Genç kadının omzuna başını koyuyor. Üzerimize kağıt parçaları döküyor. Yağmur gibi yağıyorlar. Genç kadın ağladıkça ağlıyor.
…
Gözlerimi açtığımda hastanedeydim. Kulaklarımda o şarkı vardı. “Sen gökteki özgür aysın, bense süs havuzundaki esir balığım. Senin varlığın da yokluğun da büyük keder.” Ne güzel şarkı. Görüp durduğum rüyamı anlatıyor âdeta. Özgürken esir ettiğim beni anlatıyor. Ay da balık da benim. Tıpkı süs havuzundaki balık gibi Ay’ı suya yansımasından ibaret sanıyorum. Özgür olacağım diye kaçtığım ne varsa, içime tohum olarak gömmüşüm, ağzını kapatıp duruyorum içimde yeşerttiğim acıların.
Alime Büşra İnce