malumatfuruş
Babam huysuzluğumun teşhisini koymuştu; varoluş krizi. Beni, her şeyi zaten bilen insanların o alaycı ve küçümseyen bakışıyla şöyle bir süzerek söylemişti bunu. Her zamanki gibi Habertürk açık oturumları ve cumayı müteakiben bilabedel dağıtılan kitaplardan edindiği dev müktesebatın sarsılmaz özgüvenini taşıyordu. Bu sırada annem, Allah’ın olanca cömertliğiyle bütün annelere yağdırdığı bedaheti, bana göz kırparak konuşturmuştu.
-Çocuğa harçlık ver! Çıksın arkadaşlarıyla hava alsın biraz.
Babam, elemanlarına ücretlerini zarf içinde teslim eden işveren mantığıyla avucunda sakladığı parayı cebime tıktı.
Tirkeşimle grozer yayımı alıp çıktım.
maestro
Dünya gözüyle gördüğüm kapılar arasında iki tanesi, kapılık iddiasından varestedir: Biri Hoca Nasrettin’in türbe kapısı, diğeri Dinamo Karesi FC’nin efsane amigosunun kapısı.
Bahçe duvarının üzerinden içeriye göz atıyorum. Köşede iple bağlı, sararmış fikstür denkleri, havı dökülmüş, yüzü eprimiş kanepe, kanepenin önünde damarlarında tahtakurularının kıtırdadığı masa, masanın üstünde portakal kabukları, siyah poşet içinde gazeteye sarılı tombul şişeler, başında maestro.
-Selamün aleyküm. Beni görünce ıslak gözleri parladı.
-Vay, hayırsızın evladı! Nerde lan o baban?
-Selamı var.
-Aleyküm selam, aleyküm selam. Ağzını çeke çeke bir şişeyi açıp bana uzatırken, boş sandalyeyi işaret etti.
-Abi ben içmem bilirsin.
Kaç zamandır bu adamın nereye kadar bu halde yaşamaya devam edebileceğini soruyordum kendime. Bir zamanlar “dünyanın en büyük orkestrasını yöneten adam” başlığıyla haber olan koca amigo şimdi ne haldeydi?
Babamın anlattığına göre Maestro kulübün eski kalecisiymiş. Aşağı mahalle takımından Hayın Şevket aşillerini tekmeleyince oynamayı bırakmış. Fakat boş durmamış. Başlarda futbol sahası olarak kullanılan arsanın etrafını çevreleyen seyircilerin, sinema izleyicisi gibi oyuna sadece mimikleriyle iştirak etmesi dert olmuş buna. Karşılarına geçip bağırmış:
“bir baba hindi!”
“HEEEYYY ALLAH!”
O maçta Türk futbolu, “üçlü” denen tezahürat komutunu kazanmış. Takım amatör kümeden birinci lige çıkarken, Maestro’nun orkestrası günbegün genişlemiş.
“Di-na-mo!”
“Karesiii!”
“Mavi!”
“La-ci-verttt!”
Bu şöhret ve şaşaa, Timsahlara yenildiğimiz maçtan sonra hakeme uçarak kafa atmasıyla düşüşe geçmiş. “Dinamo Karesi, mahalle takımıyken diğer Anadolu takımlarına kök söktüren bir takım olmuşsa bu Maestro’nun eseridir. Fakat bugün adı anılmayan bir takımsa, bu da Maestro’nun eseridir. Kazandığı her şeyi, ailesini bile kaybetti o.” diyordu babam.
İkizlerinden Rıfat Abi, Pamplona’nın ara sokaklarında nohutlu pilav satarken, San Fermin sapkınlarının kışkırttığı bir boğanın altında can vermişti. Ondan geriye şu duvarda asılı, omzunda kırmızı peşkiriyle pilav arabasının başında çekilmiş fotoğrafı kaldı. Diğer ikizi Abus Kasap Nihat Abi’yse ben daha küçükken bir Kurban Bayramında vefat etti. Hani şu kesilmeden önce mahalleyi birbirine katan boğayı boğazlarken, bıçak sıyrılıp kalbine saplanmıştı. Hanımı ise daha çocukları büyümeden Maestro’yu bırakıp bir celeple evlenmiş, annemin dediğine göre.
Maestro elimdekileri işaret etti:
-Ne o, dedi Enver’le mi çalışıyorsun?
Cevap vermedim.
-Bak şimdi aklıma geldi, sana da anlatayım. Yabancım değilsin, evladım gibisin benim. Bir tek baban biliyor bu meseleyi.
Sandalyenin üstünde dönüp biraz daha öne eğildim.
-Bu Enver var ya Enver. Bak dinle bak. Bunun hanımı Semra. Anlaştık gidip isteyeceğim. Ana baba yok o zaman. Senin rahmetli dedenle nenen, bir de işte senin peder çıktık yola. Altımızda sizin emektar fortla giderken, bi de baksam ki bu Enver’i köşede sıkıştırmışlar. “Bey baba dur hele,” dedim, babanla fırladık. Bu lavuklardan birinin elinde çıplak, Enver’e doğrultmuş. Atladım adamın üstüne, kavradım elindeki çıplağı: Pat! Bir çekildim ki herifçioğlunun bacağı kan içinde. Aldılar bizi Yağcılar Hanı’na. Ermenilerden kalmadır o han. O sıra karakoldu. O zamanlar Delikıran Faik vardı. Komiser. Lambanın altında oturtmuş beni, etrafımda dönüyor, beni süzüyor ama sorgu sual yok. Dayanamadım kalktım ayağa. Lacinin ceketi ilikledim. 86 Dünya Kupası var o zaman. Başladım anlatmaya:
-Ahi la tiene Maradona, lo marcan dos, pisa la pelota Maradona, arranca por la derecha, el genio del futbol mundial, y deja el tercero y va a tocar para Burruchaga Siempre Maradona! Genio! Genio! Genio! ta-ta-ta-ta-ta-ta. y Goooooooool!Goooooooool!
Quiero llorar. Dios Santo, viva el futbol. Golaaaaazooo! Diegoooooo! Maradona! Es para llorar, perdonenme. Maradona,en una corrida memorable. en la jugada de todos los tiempos barrilete cosmico. De que planeta viniste? Para dejar en el camino a tanto ingles. Para que el pais sea un puno apretado.
Gritando por Argentina: 2-İnglaterra:0. Diego! Diego! Diego Armando Maradona.
Gracias Dios por el fotbol, por Maradona, por estas lagrimas, por este. Argentina: 2-İnglaterra:0.[1]
-Sen deliysen, ben de delikıranım ulan, deyip suratıma bir sille aşk etti. Bak şu dişim o zaman düştü. Sadece üç diş kalan ağzını açıp, işaret parmağını çene kemiğinin arkasında bir yere bastırdı. Neyse attılar bizi kodese. Çok yatmadım, ama bir çıktım ki, Enver’le Semra nişanlanmış.
-Vay be! diye kaçırdım ağzımdan. Allah’tan daha fazlasını içimde tuttum.
İçimde tuttuğum kısmı annemden başkası bilmiyordu. Gerçi ona da ben söylemedim.
nazar bükücü
Bakışından emin olunmayan kişinin nalını ölçüsünde bir çaput kesilip yakılmak suretiyle çıkan duman, endişe duyan kişilere burun direkleri sızlayıncaya kadar koklatılır.
Mahallede vuku bulup da Şengül Teyze’nin radarına takılmamış bir hadise yoktur. Olayları bizzat yaşamış kişiler dahi mesele hakkında onun kadar malumat sahibi değillerdir. Akşama kadar sekisinde bastonuna dayanıp oturur, gelip gidene mahalle bülteninden başlıklar geçer Şengül Teyze. Bir hususiyeti de okuyup üflemesidir. Evde kalmışlara, iş bulamayanlara, gece ıslatan, dersini veremeyen, haşarılaşan çocuklara ve bilumum müşkülat sahiplerine mırıl mırıl dua okuyup üfler, en son tam sağ kaşının ucuna -ıskaladığı vaki değildir- tükürür.
Gelip giden dert sahipleriyle baş edemeyince, kadınların gün toplantıları için kurduğu vatsap grubunda, nazardan korunmak için bir usûl paylaştı. Günlerce her evde, 38-39 numara terlik ve ayakkabılar ölçüsünde kesilmiş çaputlardan çıkan dumanlar koklandı. Ahretliğini, elinde bezle kendi terliğini ölçerken yakalayan kadınlar arkadaşlıklarını bitirdi. Neyse ki kalıcı olmadı bu ritüel.
Ancak Şengül Teyze’nin en sadık tilmizi olan annem, bu usulden vazgeçmedi. Başlarda gönlünü kırmamak için tolere ediyordum. Fakat günde beş altı kere içinden duman tüten kaseyi burnuma tutunca katlanamaz oldum. En son geçen gün öfkelenip elimle söndürdüm yanan bezi. Tekrar yakmaya kalkmasın diye de ucu yanık bezi cebime attım.
okçu beyi
Enver Bey, başında kalpağı, hiç eksik olmayan misafirleriyle ayaküstü laflıyordu. Esra badem ağacının gölgesinde yayını kurup bozuyordu. Otluğun kenarında abdest alıp, Enver Bey’e belli etmemeye çalışarak ona doğru yürüdüm.
-Evlat! Geriye döndüm. Eliyle gel gel yapıyordu. Gruba doğru seğirttim.
Enver Bey, elleri arkasında bağlı, göğsünü kasıtlı olarak şişirmiş. Yanındaki misafirler, tek bir kusurun dahi işlenmediği 624 yıllık kutsal ve adil zaman insanlarından sadece dar kıyafetleriyle ayırt edilen tipler.
-Göğsün ağrıyor mu hâlâ? Bir ay önce, attığım okla, hedefe saplı gümüş okunu parçaladığım için göğsüme yumruk atmıştı. Onun yüzünden tek derdi bana teselli vermek olan Esra’yı, acizliğime daha fazla şahit olmasın diye hırçınlaşıp yanımdan kovmuştum. Şimdi aklı sıra dostlara alışveriş şovu yapıyordu Enver Bey. Can dostunu can evinden vuran alçak.
-Bir ayda ağrı mı kalır beyim?! Gözünün içine bakıyordum. Sözümü noktaladığım anda konuyu başka tarafa çekmek için diğerlerine dönüp:
-Kaç senedir yetiştiriyorsunuz aslanlarınızı?
Esra kepazeyle ısınmaya başlamıştı. Elimi cebimin üstüne koyup hediyemi yokladım.
-Cihat! İrkildim.
-Efendim, buyur Enver Beyim.
-Beylere eşlik et. Bize bir hediye getirmişler.
Zeytinliğin altındaki toprak yola kadar hiç konuşmadan yürüdük. Yolun kenarında kırmızı bir Doç Fargo park etmişti. Konuklardan biri önden atılıp karoserin arka kapağını indirdi. Ya Rabbel alemin! Aslan. Bildiğimiz, fakat sadece hayvanat bahçelerinde gördüğümüz ya da şanslılarımızın safari turlarında gördüğü aslan. Enver Bey’in aslan derken istiareye müracaat ettiğini sanıyordum. Meğer bu çakma Cezzarlar hediye olarak getirmişler bu hayvanı. Koca aslan, kafesinde mağrur ve öfkeli adımlarla volta atıyordu.
İdmandan sonra Enver Bey bir gösteri yapmamızı buyurdu.
30 metreden ilk atışları bitirdikten sonra, mesafeyi tedricen arttırıp nihayet 200 metreye geçtik. Bu atışlar da bitince 250 metreye çıktık ki, daha önce bu kadar uzaktan atmayı denememiştik. Enver Bey,
-Haydi Cihat! dedi. Ben ne alaka? Bir Enver Bey’e, bir putaya, bir Esra’ya baktım. Esra,
-Yapabilirsin, dedi. Yapamayacağımı çok iyi biliyordu. Sakin ol ve yapacağına inan. Ben inanıyorum sana, dedi. Yalvarır gibi bakıyordu.
“Ve ma-rameyte iz rameyte ve lakinalleh rama.”[2]
Bacağımdaki tirkeşten oku çekip, sol elimdeki yayı hizaladım. Okumu omuz hizasında çekip “Ya hak!” narasıyla saldım. Islık çalarak döne döne ilerleyen ok, putanın tam göbeğindeki siyah noktayı parçalayıp geçerek arkadaki çağla ağacına saplandı. Tüm izleyiciler ve Esra hayret içinde “Sübhanallah” çekerek el çırptılar. Enver Bey göğsünü az daha şişirerek bana göz ata ata misafirlerine bir şeyler söylüyordu. Meğer aslanın adını Cihat koyma fikrini müzakere ediyorlarmış.
Eşyalarımızı toparlarken, Esra’yı yalnız bulduğum bir sırada yanına yaklaştım. Cebimden Bursa’daki Erol Sıkkini Bey’e yaptırdığım gümüş zihgiri çıkarıp uzattım. Gözleri parlıyordu ama bu, bu ana mahsus bir şey değildi.
-Esra, hadi. Enver Bey çağırıyordu.
-Geliyorum baba.
-Hoşça kal Cihat.
-Baba değil beyim.
-Tamam beyim.
bitirim
Sokağın güngörmüş kocaları, Hasip’in yürüyüşünü, ortaokul yıllarında onu bir yengecin ısırmasına yorarlar. Gelgelelim, cemaziyelevveline dair malumatıma dayanarak bunun uydurma olduğunu söylemeliyim.
Sıpaydırmen mi bu herif? Hasip oldum bittim kollarını iki yana açıp sallayarak yürür. Bu yürüyüşün çağrıştırdığı meşrebin görüntüsü de muntazam şekilde oluşmuştur Hasip’te. Felfecir okuyan gözler, iflah olmaz şekilde kıvrak bir jargon, kundura-eşofman-gömlek kombini, hayatın her evresi için özenle tertip edilmiş damar repertuvarı.
Onunla aramızda bir hafta var. Kulübün iki velinimeti (babamla babası) art arda müjde sahibi olunca, yönetim ikişer koç kesip dağıtmış.
Beraber büyüdük sayılır. Bizim burada beraber büyüdük demek, çoğu zaman mutlu ve örnek gösterilen bir arkadaşlığa işaret etmez. Aynı haltı yemek, beraber dayak yemek, yokluğun alameti olarak aynı kaptan yemek yemek, her naneyi de birlikte yemek demektir.
O yaz, yani karnelerimizdeki çamaşır suyu kokusunu dağıtması için saatlerce fön makinesine tuttuğumuz yıl, Hasiplerin köyüne gittik. Hasip’in babası Enver Amca (o zamanlar henüz okçu akıncıların beyi değildi) okuldaki başarımızın mükafatı olarak bizi köyüne götürmüştü. İşte mezkur yengeç vakası o yaz, Hasip ve Esra’yla Şerifgilin tarlasını yaktığımız günün akşamında olmuştu ki bu olay, aslında Hasip’i büyük beladan kurtarmıştır. Eğer o akşam köy halkının Şeriflerin yanan tarlasına odaklanan merakı, apar topar hastaneye kaldırılan Hasip’e çevrilmeseydi, çıramız yanmıştı ki Allah yardımcımız olsun.
Başta verdiğimiz tevatüre tekrar dönecek olursak, Hasip o gün tarlaya yaklaştığımız sırada da, yani yengeç ayağını kapmadan önce, tıpkı bugün lakabını aldığı böcek gibi yürüyordu.
erkete
Bir an önce dünyaya gelmek için çok zorlamışım. Doktor hanım annemin hayati tehlikesini göz önüne alarak beklenmesi gerektiğini belirtmiş.
Yaşım gelince elimden tutup okula kaydetmeye götürdüler. Müdür muavini bana, masasının üzerinden öne eğilip şöyle bir baktı. Babamın bacağı kadar yoktum. Öteki seneyi beklememizi söyledi.
Okulun helasında sigara içenler, gelip geçeni yoklamam için kapıya beni koyarlardı. Aynı vazifeyi teneffüs aralarında uzun eşek oynayanlar için de gördüm.
Yaşıtlarım, simit, çekirdek, huz helva satarken, ben Dinamo Karesi’nin kale arkasında, bizim tarafa sürülen topları gözleyerek harçlığımı çıkarıyordum.
Saat 11. Esra’yla on buçukta anlaşmıştık. Ellerimi cebime soktum. Bu aklı Maestro vermişti bana. “Mani oluyorlarsa kaçın aslanım.” Cebimde elime yabancı gelen şeyi çıkardım, ucu yanmış bez şerit.
Lisede okul çıkışı her gün bekletirdi beni Esra. Allah Gratis kapısında beklemekten muhafaza buyursun.
Hasip köşeden çıktı. Hoppala?
Her zamanki yürüyüş, fakat çok öfkeli. Elinde Alman çıplağı parlıyor. Aramızda on adım kala durdu, silahı bana doğrulttu.
Dakikalardır tetiğe asılmasını bekliyorum.
________________
[1] Spiker Victor Hugo Morales’in futbol tarihine geçen anlatımı. Bahsedilen gol 86 Dünya Kupası’nda Maradona’nın İngiltere’ye attığı “yüzyılın golü.”
[2] “Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attırdı.” (Enfal Suresi 17. ayet)