Kelimeler: Kova, Balık, Yengeç, Başak.
HİKAYE BİLDİĞİM
Okuduğum bir hikâyeden içeri adım attım. Hikâyeye mekan olmaya mazhar olan başak tarlasının önünde adeta bitiverdim. Ot gibi. Fakat onun gibi zaman almadı bitişim. Çabucak. Her şey öylesine hızlı gelişti ki. Şuurumun nerede olduğunu anlayamadım. Ben neredeydim bilemedim. Bildiğim tek şey önümde boyumu aşan başakların oluşuydu. Yalnızca bu oluş.
Bu başaklar hikâyenin neresindeydi bilmiyorum. Fakat elimde olan kovayı fark ettiğimde, kovanın hikâyedeki yerini hatırladım. Sayfa yirmi dokuz. Bu sayfa sayısı neden aklımda kaldı? Bir şey iliştirdim belki o sayfaya. Bilmiyorum.
Önüme ne çıkacağını kestiremeyerek girdim başakların arasına. İkircikli bakışlarla adımlarımı sürdürdüm. Bir elimde kova diğer elim boş, başakları yara yara ilerledim. Bir bilinmezliğin kucağına düşmüş gibiydim. Bu cümleyi tekrarladım alçak sesle. Böyle romantik şeyler nereden geliyordu aklıma bilmiyorum. Utandım kendimden. Utanılacak bir şey miydi bu dedim. Yine alçak sesle. Hayır dedim. İnsan kendine cevapmış. Öyleyse bu başakların arasından şems gibi doğacak bir aydınlığın da burada oluşuma bir cevabı olacaktır. Belki de insan kendine yetmezdi. İnsan belki de kendine cevap değildi. Başakları yarmaya devam ettim. Yüzüm çizilmesin diye zaman zaman ellerimi, bazen de kovayı yüzüme siper ettim. Yürüdüm.
Bir zaman sonra ayağımın altındaki kurak arazi sazlığı anımsatmaya, ayaklarım ise ıslanmaya başlamıştı. Duraksadım. Başakların köklerini gevşeten, belli belirsiz su birikintisine baktım. Paçalarımı sıvadım. Çoraplarımın kalemleri dahi ıslanmıştı. Ayakkabılarım ne dayanıksız çıkmıştı. Kaşlarımı çattım. Ayakkabılarımı sonra da çoraplarımı çıkardım. İkisini birlikte sıktım. Pis sular aktı, yerdeki birikinti deprendi. Çorapları kovaya koydum. Ayakkabılarımı yalınayak giyip başakları yararak yürümeye devam ettim.
Böyle nereye gidiyordum? Yürüdükçe bu soru yineliyordu kendini. Ona bir cevap bulamayışım bu yineliği hançerliyor, bir sonrakinde daha hiddetli belli ediyordu kendini. Buna rağmen yürümeye devam ettim. Bir sayfa sayısı hatırlamaya çalıştım. Mutlaka hikâyeden bir şeyler kalmış olmalıydı.
Otuz dört. Evet otuz dördüncü sayfa. Ama ne? Yalnızca bir sayının işime yaramayacağını bal gibi biliyordum. Baktım olacak gibi değil. Yürü yürü nereye kadar dedim sesli biçimde. Başladım koşmaya. Ayağımın altında kayan toprak, yerini artan su birikintisine bırakırken koşmaya devam ettim. Olası bir sona doğru koştuğumun farkındaydım.
Her şeyin bir anlamı olduğunu düşünmem gerektiğini anlamıştım şimdiye kadar okuduğum hikâyelerden, hikâyelerde. Şimdi de bir hikâyenin içindeydim. Yazar nereye yönlendirirse oranın yolcusuydum. Ya da öyle değil miydim? Ne taraftan geldiysem oranın mı yolcusuydum? Boyumu aşan başaklarla kuşatılmış bir yerdeyken kendime yön tayin etmem pek zordu. Ta ki bir başağı kökünden koparıp havaya fırlatana kadar. Başağı havaya öyle güçlü fırlatmıştım ki tekrar yanıma düşmesi biraz zaman almıştı. Bir hikâyenin içinde olduğumu düşünürsek, bu tutarsızlıkların bir tutarlılığı oluyor değil mi? Başak havadayken şunu dedim: Başağın kökü ne tarafı gösterirse o tarafa gideceğim. Öyle de yaptım. Başağın uzadığı/gittiği yöne doğru değil de geldiği yöne doğru gitmem gerektiğini bir hikâyeden öğrenmiştim. Bildiğimdi artık bu. Yürüdüm o yöne. Koştum da. Elimde kova, içinde çoraplarım. Koştum.
Zamanın belirsizlik çeyreğindeyken durdum. Nasıl mı tayin ettim bu ‘çeyrek’i? O da bir hikâyeden. Bilirsiniz, böyle müphem meseleler her zaman ilgi görür. Hangi hikâyeydi, onu ne zaman okumuştum hatırlamıyorum ama benim de ilgimi çekmişti. Şimdi zamanıydı ve kullanmalıydım. Ne havalı değil mi? Dizlerime kadar suya batmışken yahut su dizlerime kadar ulaşmışken böyle romantik şeyler düşünebilmem, ne havalı ama.
Suda bir hareketlilik fark ettim. Sazlığa benzer bu yerde ne tür canlılar olabileceğini tahmin etmekte zorlandım. Fakat bir hikâyedeydim ve suyun içinden bir ejderha bile çıkabilirdi. Bunu pek tabii karşılardım. Fakat hikâyede de olsa insan hayal kırıklıkları yaşayabiliyor. Ejderha olabileceğini düşündüğüm şey balık çıktı. Vardır bunda da bir hikmet deyip durağanlaşan suda tekrar bir hareket bekledim. Kıpırdanmalar oldu. Bu birçok balığın şamatasıydı. O an parmaklarımın kavradığı kovanın demiri kendini hissettirdi. Kafamı kovaya indirdim. Başladım kovayı suya daldırmaya. Her daldırdığımda onlarca balık doluyordu kovaya. Onlarca… Yine, yine ve yine. Dolmak nedir bilmiyordu bu kova, sanki dibi delikti. Görünürde bir şey yokken bu duruma anlam veremiyordum ki hikâyede olduğumu hatırladım. İnsan böyle bir gerçekliğin ihtimaline bile katlanamaz. Çıldırır insan. Öyleyse hikâyeler iyi ki var.
Kovayı daldırdım. Onlarca balık. Biraz daha uzaktan bana doğru yan yan yürüyen bir yengeç. Daldırdım. Onlarca balık. Bir yengeç daha. Belirsizlik çeyreği diye bahsettiğim zaman, belirsizlik yarımına evrildi. Yengeçlerin sayısı da artmaya başladı. İlk gördüğüm yengeç yanıma geldi. Durdu. Kovayı daldırmaya devam ettim. İnsan böyle bir gerçeğin ihtimaline bile katlanamaz. Daldırdım. İnsan. Daldırdım. Böyle bir ihtimal… Onlarca balık, bu kadar fazla yengeç. Dayanamaz. Daldırdım. Dayanamaz.
Ben daldırdıkça su yükseldi. Kova, gözümde imgelenmesi imkânsız bir hâl aldı. Balıklar başakların arasında, suyun üzerinde dans ediyordu. Ben kovayı daldırıyordum fakat yanımdaki yengeç öylece duruyordu. Su yükseliyordu. Yengeç baldırımdan beni yemeye başlamıştı. Bunu nereden mi anladım. Baldırımın gözle görünen bir kısmı yoktu ve yengeç iş başındaydı. Kovayı suya daldırıyordum. Balıklar, yengeçler… Çoraplarım ortada yoktu. Balıklar oynaşıyordu. Yengeçler kovaya doluyordu. O ise vücudumu kemiriyor, geriye bir şey bırakmıyordu. Su yükseliyordu. Su, boğazıma kadar çıkmıştı yahut ben boğazıma kadar suya gömülmüştüm. Bunu düşünebildiğime göre başım halen yerindeydi. Daha yememişti başımı. Sevindirici. Çünkü bir tek başım kalmıştı. Suyun yüzeyinde.Ve ben hâlâ kovayı daldırıyordum. Artık başım da kalmadı. Suya gömülmüştüm. Kovayı daldırmıyordum artık.
Okumadığım bir hikâyeden dışarı adımımı attım. Ne hikâyeye mazhar olan mekânı, başak tarlasını biliyordum ne de yükselen suyu. Havaya atılan o başağın ne dediğini de bilmiyordum. Ben hikâyelerin dilini bilmiyordum. Bilmeden hikâyelere giriyor, kurgunun ortasında buluyordum kendimi. Balıkları üzerine limon sıkınca seviyordum, onları bildiğim zaman o zamandı yalnızca. Başakların boy boy yükseldiği yerde su nedir bilmiyorum. Bazı hikâyeleri anlamıyorum. O şaşaalı meselelerin konuştuğu hikâyelerde sağır oluyordum ben. Kovaların dibi delik oluyordu; ben hiçbir şey görmüyordum. Okudum sandığım hikâyelerin yalnızca harflerinde geziniyordu gözlerim. Mantıklı kelimeler oluşturup onlardan belirsizlikler meydana getiriyor ve onları anlamaya çalışıyordum. Ben, hikâyeleri okuduğumu sanıyordum.
Önümdeki parlak ciltli kitabın kapağını kaldırdım. Sayfa yirmi dokuzu açtım. Tek cümle vardı sayfada: Belki de. Sonra diğer sayfayı, otuz dördü açtım. İki öykü arasında kalmış boş bir sayfaydı. O boş sayfaya gözlerimle harfler çizerek hemen bir öykü yazdım: Öykü budur.