"Bu bizde babadan oğula tuhaf bir miras"
Yıllarca çocuğumuz olmadı, konu komşu sürekli bizden bahsetti ilk yıllarda. Karımın kısır olduğuna dair dedikodular bile yayılmıştı sağda solda. Doktora gitmiştik halbuki, hiçbir hastalığınız, maniniz yok diyordu. Allah da bizi bununla imtihan ediyor deyip tevekkül ettik, ne yapalım. Mahalleli de bi süre sonra sıkılmıştı zaten, kendilerine konuşacak yeni dedikodular buldular.
Oğlum olursa ona dünyanın en güzel ismini koyacağım diye adak adamıştım. Dedemin babamın kulağına, babamın da benim kulağıma okuduğu o güzel isim.
Babam pek varlıklı bir adam sayılmazdı, kışın portakal, yazın kavun-karpuz satarak geçti ömrü. Pazarcılık zor meslek, sabahtan akşama kadar ayakta dur, bağır, yüz kişiyle muhatap ol. Karın tokluğuna..
Çocukluk denince toz pembe anılar yerine sefalet geliyor aklıma bu yüzden. Çatısı akan bir tavan, hamam böcekleriyle dolu bir taban. Ev demeye bin şahit...
Evlendikten tam on beş yıl sonra evimiz şenlendi. Küçük bir şey geldi ve nur topu gibi ışıttı yuvamızı. Adağımı unutmamıştım tabii, oğluma dünyanın en güzel ismini, kendi atamın, oğlumun kendi atasının ve rasûl-i zişan efendimizin mübarek isimlerinden olan Ahmet ismini koydum. Ahmet, övülmüş demekti, övgüye layık olsun istedim. Hem rabbımızın övgüsüne mazhar olacak işlerle uğraşsın hem de hamd etmeyi bilen bir kul olsun istedim.
Kulağına ezanı babam okudu. Torununa kendi adının verildiğini görmekten mi yoksa diğer dört evladından hep kız torunları olduğu için ilk defa erkek bi torun sahibi olmasının sevincinden mi bilinmez, gözleri bir başka ışıldıyordu o gün.
Babam sevgisini pek belli edemezdi ama biz bilirdik sevdiğini. O kadar fakirlik zamanında binbir zorluk içinde yine de hepimizi okuttu, yetiştirdi. Sevmeden katlanılacak çile değil bu. Kendi yaşadıklarını biz de yaşayalım istemedi. Yaşamadık da. Böcekli evlerden kurtulup kaloriferli lüks evlere terfi ettik. Bir otelde muhasebe müdürüyüm şimdi, durumumuz çok şükür iyi. Zaten bugüne kadar iki kişiydik, iki boğazı doyurmakta ne vardı ki.
Kendi oğluma kendi ismimle seslenmek bana da biraz tuhaf gelmişti başta. Bir de bana benziyor ki kerata, sanki kendi çocukluğum karşımda duruyor. Babam onu sevdikçe, oğlum dedikçe beni sevmiş gibi içim coşuyor. Kırk yaşında adamım, babamdan çocukluğumda göremediğim ilgiyi arıyorum hala. Babamın bizi sevdiğini bilirdik dediysem, sonradan düşününce fark ettim seviyor olduğunu. Hissetmedim hiç. Başımı bile okşamadı ki bir gün, sarılıp kucaklamadı askerden döndüğümde bile. Gurur ve özlemle karışık bir ifadeyle gözlerime bakıp "hoş geldin" dedi sadece. Bu beklediğim ilgiye nazaran çok çok zayıf bi tepki olduğu için gözlerindeki gurur ve özlemi de o anda göremedim. Sonradan düşününce...
Evlendikten tam on beş yıl artı iki sene sonra bir güzel haber daha geldi. Hanımın canı portakal istiyordu. Bu neden güzel bir haber olsun ki, diyebilirsiniz. Aslında ben hiç sevmem, çocukken babam satamadığı portakalları eve getirirdi, elinde kalması kötüydü. Annem bazen sobanın üzerine koyardı portakal kabuklarını, her yer portakal kokardı. Belki de o zamandan bilinçaltıma işlemiş bir şey, yiyemedim sonradan, içim almaz oldu. Ama şimdi portakal müjde demekti. İki sene önce de hanımın canı hep portakal çekmişti çünkü.
İlk oğluma dünyanın en güzel ismini koyup da ikinciyi mahrum bırakırsam haksızlık etmiş olurdum, kardeşler arasında adalet gözetmek en çok babanın göreviydi. İkinci erkek torununu göremeden rahmetli oldu babam. Oğlumun kulağına ben okudum bu sefer Ahmet ismini.
Biraz büyüdüklerinde bazı karışıklar oldu tabii. Ben Ahmet diye seslenecek olsam ikisi birden dönüp bakıyor, hanım seslenecek olsa üçümüz birden dönüp bakıyorduk.
Büyüdüler sonra, okula gidecek yaşa geldiler. Büyük oğlanı bir sene geç yazdırdık, küçük oğlanı da bir sene erken. Aydan kurtarıyordu da Allah'tan sıkıntı çıkarmadılar küçük diye. Beraber arkadaş olsunlar dedik. Aynı sınıfta iki tane Ahmet Karlı olması sınav kağıtları, yoklama gibi konularda öğretmenlerin kafasını biraz karışıtırıyordu ama onlar da alıştılar zamanla.
Her şeyin en iyisi olsun istiyor insan söz konusu evladı olunca, eğitimin de en iyisi yurtdışı demişlerdi. Ben başta istemedim, imanları gider çocukların, bozulurlar gavur ilinde dedim. Ama hanım çok ısrar etti "Oğlanlar çok yetenekli, derslerinde başarılılar görüyorsun. Öğretmenleri de hep methediyor, onlar da aynı şeyi tavsiye ediyor heba olmasınlar buralarda" deyince dayanamadım. Çok da hevesliydiler önlerindeki tek engel ben olmak istemedim. Okusunlardı madem.
Okumaya diye gönderdik de, gidiş o gidiş bizim veletlerin. Eğitimlerini alıp geri dönsünler, vatana millete hayırları olsun demiştik ama yok. Yurtdışı görünce gözleri açılmış, beğenmez olmuşlar bizi. Evlenip yuva kurdular kendilerine orada. Gavur kızıyla yapılan izdivaçla da ne kadar yuva kurulursa işte…
Anneleri sağken yine senede bir de olsa ziyarete gelirlerdi. Hanım vefat ettikten sonra iyice ayakları kesildi. Beni de işte ayda yılda bir arayıp hal hatır soruyorlar ki vicdanları rahat etsin. Ben de hanımdan sonra koca eve sığamaz oldum. Yuvam başıma yıkıldı, dar geldi evin yüksek tavanları. Her yerde onun anısı vardı dayanamadım bu iki kişilik yalnızlığa. Çıktım evden, yıllarca muhasebesini tuttuğum otele gittim. Bir iki günlüğüne değişiklik olsun diye gelmiştim başta ama rahat ettim burada sonra. Artık kendi işimi doğru düzgün göremeyecek kadar yaşlıydım zaten, iyi oldu benim için. Oda servisi, temizlik, yemek.
Gözümün önüne bir anın resmi geldi, yerde portakal kabukları ve böcekler. İşte çocukluğum… İnsanın parası olunca acziyet içinde de olsa bir şekilde rahatını buluyor diye düşündüm.
Birden telefon çaldı, düşüncelerden sıyrılıp telefona yürüdüm. Ahmet. Hayır olsun, epeydir aramamıştı. Açıyorum telefonu, gözümden yaşlar süzülmeye başlıyor. Üzgün değilim, hayır. Bu unuttuğum türden bir gözyaşı, soğuk, ferah. "Ona dünyanın en güzel ismini koydum baba" diyor.