Bugün çok garip bir olay yaşadım. Uzun zamandır kendi bölümüm olan halkla ilişkilerde bir iş bulamadığım için sonunda seçici olmaktan vazgeçip ne iş olsa yaparım moduna girdiğimden bir süredir bulabildiğim neredeyse her yere başvuruyordum. İki gün önce de bir otelin temizlikçi ilanını gördüm, iyi de bir maaş verilecekmiş. Hem kim bilir belki de otelde yükselip kendi mesleğime dair bir şeyler de yapabilirim. “Neden olmasın?” diyerek başvurumu yaptım. Birkaç saat sonra telefonum çaldı. Bu kadar çabuk aranmayı beklemiyordum. Telefondaki kadının sorduğu sorular da oldukça garipti. “Sosyal medya kullanıyor musunuz? Emine tek isminiz mi yoksa ikinci adınız var mı? Kaç yaşındasınız…” Tamam, sonuncusu çok da mantıksız değil ancak sorduğu sorular genel olarak tuhaftı işte.
Hemen bugün için mülakat tarihi verdiler. Dün annemle konuştuğumuzda bu temizlikçilik mevzusundan pek hoşlanmamıştı ve ciddi bir kavga etmiştik. Bu nedenle evden çıkacağımı haber vermek için onu uyandırmadım. Babam da iş için çoktan çıkmıştı zaten. Masadan bir elma alıp ısıra ısıra evden çıktım. Saat daha erkendi, tramvayın ciddi anlamda dolması için en az bir saat daha geçmesi gerekiyordu. O zamana kadar ben de çoktan inmiş olurdum zaten. Bu düşünce günümü güzelleştirmeye yetmişti.
Tramvaydan indikten sonra oteli bulmam pek de zor olmadı. Ancak daha görüşmeye birkaç saat olduğu için hemen binaya girmedim. Öncelikle çevredeki mağazaları gezip biraz oyalandım. Sonra da bir kafeye oturup kendime kahveyle kurabiye ısmarladım. Ne de olsa artık bir işe girecektim. Kendimi böyle şımartabilirdim. Beni hemen aramaları bende “Alındınız,” denilmiş gibi bir his uyandırmıştı sanırım.
Sonunda, mülakatıma on beş dakika gibi bir süre kaldığında, otele girdim. Resepsiyondaki görevli asansörle en üst kata çıkmamı söyledi. En üst katta geniş bir giriş ve girişin sonunda tek bir kapı vardı. Kapının önünde asistanın masası duruyordu. Asansörden indiğimde asistan bana ufak bir bakış atıp işine döndü. Bu ilgisizlik işime gelirdi, masaya kadar giden yolda izleniyor olacağım hissinin gerginliğinden kurtulmuş oldum.
Kırklı yaşlarında görünen, göz kenarlarında hafif kırışıklıklar oluşmuş ve anladığım kadarıyla bu “kusuru” gizlemek için bolca makyaj yapmış bir kadındı. Masanın önünde durup benimle iletişim kurmasını beklediğimde bana yine ufak bir bakış atıp önündeki işiyle ilgilendi. “Eee ben ne yapacağım şimdi?” diye düşünmeye başlamıştım ki yüzüme bakmaya tenezzül etmeden eliyle kapıyı göstererek “Emine Hanım, İhsan Bey henüz gelmedi. Sizi şöyle içeriye alalım,” dedi. Ayağa kalkıp bana yol göstermesini bekledim. Ancak yerinden kalkası olmadığını fark ettiğimde bundan vazgeçip gösterdiği kapıyı açtım ve odaya girdim.
Odanın ışıkları kapalıydı. Bir ara oda olması nedeniyle pencereleri de yoktu. El yordamıyla ışıkları açtım. Klasik bir bekleme odasıydı. Kahverengi deri koltuklar ve duvarda otele dair birkaç reklamın bulunduğu çerçeveler yer alıyordu. Tekli koltuğa oturup duvardakileri incelemeye başladım. Yaklaşık on dakika sonra içeriye benim yaşlarımda görünen bir kadın girdi. Çekingen bir edası vardı. “Merhaba” dediğimde cevap olarak hafifçe gülümsedi ve başını aşağıya doğru kısaca eğip kaldırdı. Benim için yeterliydi. Duvardakileri incelemeye döndüm.
Birkaç dakika sonra içeriye yine benim yaşlarımda, hafiften kilolu bir kadın daha girdi. İçeriye girerkenki yüz ifadesinden asistan hanıma sinir olduğu izlenimine kapıldım. Yahut kendi hislerimi ona yansıtmış da olabilirim. Kapıyı kapatır kapatmaz bize dönüp hızlıca konuşmaya başladı: “Aaa ne kadar iç karartıcı bir yer burası. İnsanın gerisin geri gidesi geliyor neredeyse. Merhaba bu arada” Çekingen hanım neredeyse kendi içine büzülerek yeni gelen konuşkan hanımı görmezden gelirken ben sadece hızlı bir “Merhaba” deyip dünyanın en ilginç tablosunu inceler gibi tekrardan duvara döndüm. Sabahtan beri yerinde olan moralim odaya birileri girdikçe daha da bozuluyordu.
Neredeyse konuşkan hanımın yerine oturmasıyla aynı anda kapı tekrar açıldı. Bu sefer gelen sarışın, minyon tipli bir kadındı. Sarı saçlıları gördüğümde hemen yaptığım gibi kirpiklerini ve kaşlarını inceledim. Gerçekten de sarışındı. Ona “Çakma Sarışın” lakabı koymamdan son anda kurtulmuştu. Kendi esprime gülümserken göz göze geldik. Kendisine gülümsediğimi düşündüğünden olsa gerek anında yüzü ışıldadı. “Merhaba, siz de temizlik ilanı için mi geldiniz?” dedi bana doğru bakarak. Tam cevap verecektim ki konuşkan hanım benden önce davranıp: “Evet evet. Gel otur.” diyerek koltuğunda yana kaydı. Artık utangaç hanım, konuşkan hanım ve sarışın hanım aynı koltukta oturuyordu. Bana göre hava hoştu. Bakışlarımı… Artık nereye doğru kaldırdığımı biliyorsunuz.
Birkaç dakika boyunca kimse içeriye girmedi. “Demek ki bu kadar kişi olacak mülakatta, bu iyi.” diye düşünürken içeriye bir kişi daha girdi. “Hay zihnimin dilini eşek arısı soksun.” diye mırıldandım kendi kendime. Moralim iyice bozulmuştu. Bu gelen uzun boylu, koyu yeşil şallı, kumral tenli bir kadındı. Bazı insanlara bakar ve “Bu kişi ne yaşamış böyle? Yüzünde neden bu kadar hüzünlü bir ifade var?” diye merak edersiniz ya, işte tam olarak o ifade vardı yüzünde. Çekingen birisine benzemiyordu ancak selam bile vermeden diğer tekli koltuğa oturmuş, çok ilginç bir şey varmış gibi tırnaklarına bakmaya başlamıştı.
Pencereleri bile olmayan, iç bunaltıcı bu ortamda beş kişiyle beraber kalmak duvarlar üstüme geliyormuş gibi hissettirmeye başlamıştı. Yerimden kalkıp odada ufak turlar atmaya başladım. Konuşkan hanım da sıkılmış gibi görünüyordu. Bir süre odadaki herkesi gözden geçirip kendisiyle iletişim kurmaya istekli birini aradı. Sonra çantasından bir kutu çıkartıp özenle açtı ve yanındaki utangaç hanıma uzattı.
“Portakal?”
“E-efendim?”
“Portakal ister misiniz? Evde soyup, dilimleyip getirmiştim. Diyetteyim de, tansiyonum düşüyor arada. Ben de yanımda meyve taşıyorum.”
“B-ben almayayım, teşekkür ederim,” dedi utangaç hanım zor duyulur bir sesle.
Konuşkan hanım “sen bilirsin” dercesine omzunu silkti. Ama belli ki bu işin peşini bırakmaya niyeti yoktu. Ağzına bir dilim portakal attıktan sonra yine utangaç hanıma dönüp:
“Ben Emine bu arada. Sizin isminiz nedir?” diye sordu. İsmimi onun ağzından duymak beni şaşırtmıştı. Bir anda dikkatim o tarafa yöneldi. Utangaç hanım da bu durumla benim kadar ilgilenmiş görünüyordu.
“Benim ismim de Emine,” diye cevap verdi. “Ne tesadüf.”
Konuşkan hanım konuşmaya başlamadan kumral hanımın sesi duyuldu:
“Affedersiniz, ikinizin ismi de Emine sanırım, yanlış duymadım?” Onaylayan bakışlarla karşılaşınca devam etti: “Benim ismim de Emine.
Tam söze girecektim ki bu sefer de sarışın hanım hayret dolu bir sesle “Benimki de,” diye ekledi. Gözler anında bana çevrilmişti. Normalde konuşmakta zorluk çeken birisi değilim ancak durumun tuhaflığı karşısında nutkum tutulmuştu. Önce sadece onaylar bir şekilde başımı sallayabildim. Sonunda sesimi bulabildiğimde “B-ben de Emine,” diye ekledim.
Konuşkan Emine, elindeki portakal kutusunun kapağını kapatıp çantasına yerleştirdi. Heyecandan yerinde oturamadığı belliydi. Sadece o da değil, odadaki herkes bir şey olmuş gibi ayaklanmıştı. Bu sefer ilk konuşan ben oldum:
“Bu işte bir tuhaflık var. Zaten mülakat için aradıklarında sordukları sorular da hiç mantıklı gelmemişti.”
Konuşkan Emine beni onayladı. “Ben de sosyal medya kullanmamla temizlik yapmam arasında ne gibi bir bağlantı olduğunu asla anlayamamıştım zaten.”
“Ya da doğma büyüme İstanbullu olmamın.” diye ekledi kumral Emine.
“Sizce t-tehlikede miyiz?” diye sordu utangaç Emine.
Sarışın Emine “Hep beraber koşarak çıksak?” diye bir fikir ortaya sundu.
“Pekâlâ, hepimiz öncelikle sakin olalım,” diyerek herkesi susturdum. “Bu şekilde bir yere varamayız. Öncelikle herkes aramada verdikleri cevapları anlatsın, sonra ismimiz dışındaki ortak özelliklerimizi bulalım. Ardından –gerekirse- bir kaçış planı yaparız.”
Bunun üzerine herkes sırasıyla otele geliş hikâyesini anlatmaya başladı. Telefon görüşmesinde verdiğimiz cevaplara göre hepimiz doğma büyüme İstanbulluymuşuz, 30 yaşındaymışız ve sosyal medya hesabımız yokmuş. Buradan bir şey çıkmayacağını anlayınca yönetici odasını incelemeye karar verdik. Çok meraklanmıştık ve çok da tedirgin olmuştuk. Bu nedenle pek uygun bir hareket olmasa da odayı araştırmak iyi bir fikir gibi görünüyordu. Ancak kumral Emine bunu kabul etmedi. En azından bu planın bir parçası olmayacağını söyledi. Hepimiz anlayışla karşılayınca olacakları izlemek için başta oturduğu tekli koltuğuna geri döndü. Biz de plan yapmaya devam ettik.
Sarışın Emine ve ben odaya bakarken asistanın içeriye dalmasını engellemek için konuşkan Emine asistana portakal ikram etme ve onu oyalama görevini üstlendi. Utangaç Emine kapının aralığından bakıp eğer asistan yine de gelirse bize haber verecekti. Her şey hazırdı. Sarışın Emine ve ben ürkek adımlarla patronun odasına girdik. O sırada konuşkan Emine’nin de diğer kapıdan geçip asistanın yanına gittiği duyuluyordu. Sarışın ve ben tüm odayı aramaya başladık. Dosyalara bakıp adımızın geçtiği bir yerler arıyorduk. Çekmeceleri, dolapları, gizli bölmelerin olup olmadığını arayıp durduk odada. On dakikadan fazladır arıyorduk ama hiçbir şey bulamamıştık.
Tam umudumuzu kesecekken sarışın Emine’nin çığlığıyla yerimden sıçradım. Ben daha “Ne oldu?” demeye kalmadan kumral Emine de telaşla içeriye girmişti. Sarışın Emine koşarak koltuğa çıktı. “Böceeek böcekkk” diye bağırmaya başladı. “Sussana kızım, duyacaklar,” diye çıkıştığımda ne yaptığını fark edip kendini toparladı. Kumral Emine gülerek “Hay Allah, buna mı çığlık attın? Ben de bir şey oldu sandım,” deyip kapıya yönelmişti ki hayretten kocaman açılmış gözlerle gerisin geri döndü.
Sarışın Emine de ben de merakla kumral Emine’ye bakıyorduk, kumral Emine ise duvardaki fotoğrafa… Sanki gözlerini kapatsa fotoğraf kaybolacakmış gibi gözlerini kırpmaya çekinerek uzun uzun baktı fotoğrafa. Sonunda dayanamadım, “Emine Hanım, iyi misiniz?” diye sordum. Beni duymuyor gibiydi. Hafiften koluna dokunarak tekrardan “İyi misiniz?” diye sordum. Derin bir uykudan uyanır gibi irkildi. Bana çevrilen gözlerini hemencecik fotoğrafa döndürüp “E-evet iyiyim,” dedi “Galiba gizemi çözdüm.”
Tam konuşmaya başlayacakken içeriye utangaç Emine girdi. Heyecandan nefesi kesilmiş bir halde “İhsan Bey… Bu tarafa doğru geliyor… Çabuk…” deyip nefes almak için duraksadı. Hemen kapıya yönelecektim ki kumral Emine kolumdan tutup beni durdurdu. Daha doğrusu ben, beni durdurmak için kolumdan tuttuğunu düşünüyordum ancak sonradan bunu yapma nedeninin yere yığılmamak olduğunu anladım.
Hepimiz olduğumuz yerde kalmıştık. Kumral Emine beni tutunca diğerleri de odadan çıkmamış, korkuyla İhsan Bey'i beklemeye başlamışlardı. İhsan bey –arkasından konuşkan Emine’yle beraber- içeri girdiğinde yüzünden öfke okunuyordu. “Siz ne yapt…”
Gözleri kumral Emine’yle buluştuğundan, lafını tamamlayamadı. Nasıl kumral Emine ayakta kalabilmek için bana tutunduysa o da tökezleyip yanındaki kapıya tutundu. “E-Emine?”
Aslında burası biraz komikti çünkü odada beş tane Emine vardı. Ama o kadar garip bir atmosferdi ki kimse gülemedi. Kumral Emine sonunda gücünü bulmuş gibiydi. Kolumu bırakıp yavaş yavaş İhsan Bey’in yanına gitti. “İhsan? Sensin değil mi?” diye sordu. Arkasından görüyor olsam da sesindeki titremeden ağladığını anlayabiliyordum. Onun konuşmasıyla beraber İhsan Bey de toparlandı ve ona doğru yürüdü. Kendimi romantik bir dramın tam ortasına düşmüş gibi hissetmeye başlamıştım.
“Seni o kadar çok aradım ki…” dedi İhsan Bey. İkisi de oldukları yerde donup kalmışlardı. Ne oturabiliyorlardı ne de doğru düzgün ayakta durabiliyorlardı. Bir süre böylece kaldılar. Sonunda konuşkan Emine, kendisinden beklenmeyecek kadar sakin bir ses tonuyla, araya girdi:
“Biri burada ne olduğunu anlatabilir mi?” Bu soru üzerine iki âşık bizim de orada olduğumuzun farkına varıp toparlandılar. İhsan Bey hepimizi toplantı masasına yönlendirip birer çay söyledi. Bunları yaparken dönüp dönüp kumral Emine’ye bakıyordu. Mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Kumral Emine de farklı bir durumda değildi. Yüzüne yerleşen hüzünlü ifade silinmiş gibiydi. Hatta öyle ki o an “Sence hayattaki en gamsız insan kim?” diye sorsalar duraksamadan onu gösterirdim.
Hepimiz masaya oturduğumuzda İhsan Bey hikayeyi anlatmaya başladı. Meğerse kumral Emine ve İhsan Bey çocukluklarını ve ilk gençliklerini aynı mahallede geçirmişler. O dönem birbirlerinin hem en yakın arkadaşı hem de ilk aşkı olmuşlar. Sonra tam liseye başlayacakları vakit İhsan Bey’in babası vefat etmiş. Annesiyle beraber memleketleri Yozgat’a taşınmışlar. Giderken de apar topar cenaze merasimi, taşınma falan derken birbirleriyle doğru düzgün vedalaşamamışlar bile. Ama ikisi de birbirini hiç unutmamış.
İhsan Bey üniversiteyi bitirince tekrar İstanbul’a gelmiş. İşletme mezunuymuş Bir tanıdığının da aracılığıyla otelde işe girmiş. Eski müdür onu evladı gibi seviyormuş. Bir gün odasına çağırıp kendisinin artık yorulduğunu müdürlüğü ona bırakmak istediğini söylemiş. O da seve seve kabul etmiş tabii. Bu sırada bir yandan da sürekli kumral Emine’yi arıyormuş. Defalarca eski mahallelerine gitmiş ama oradaki evlerin çoğu yıkılıp yerine apartmanlar dikildiğinden tanıdık kimseyi bulamıyormuş.
Sonunda birkaç ay önce yine o mahalleye gitmiş. Bu sefer tüm zilleri çalıp tanıdık birini bulmaya niyetliymiş ancak buna gerek kalmamış. Eskiden sürekli evinin bahçesinde oynadıkları Hacer Hanım’la karşılaşmış. Ona Emine’yi sormuş. Hacer hanım da pek bir şey bilmiyormuş, sadece geçenlerde temizlik işi aradığına dair bir haber almış. Soy ismini de bilmiyormuş ama “araştırırım” demiş manalı bir bakış atarak. Sonuç olarak İhsan Bey aylardır temizlikçi ilanları veriyor, yaşı tutan, sosyal medyası olmayan –çünkü sosyal medyadaki tüm Emineleri araştırmış- ve doğma büyüme İstanbullu olan herkesi iş görüşmesine davet ediyormuş. Tabii vicdanı pek rahat değilmiş ama “Savaşta ve aşkta…”
Anlatacakları bittiğinde sarışın, konuşkan, utangaç Emineler ve ben onları tebrik edip müsaade istedik. Tramvaya kadar hiçbirimiz konuşmadık neredeyse. Sonra nasıl olduysa utangaç Emine konuştu:
“Allah mesut etsin.”
Hepimiz başımızla onayladık. Ama sonra kendimi tutamadım:
“Yazıklar olsun,” dedim “Millet yıllar sonra hayatının aşkını buluyor biz bir iş bulamıyoruz.”