Hacerlerce

Alime Büşra Hamzayev

Üç kelime: Portakal, otel ve böcek.

Hacerlerce

Bugün deniz o kadar kalabalık ki umarım yine dalıp gitmem. Yakında beni buradan alacaklar diye korkmuyor da değilim. Hem seviyorum bu mesleği hem de bana göre olmadığını düşünüyorum. Aslında sırf yardımsever olduğum için beni buraya koymuşlardı. Fakat ben sadece yardımsever değil, aynı zamanda duygusal da bir insanım. Hatta annem bana bu konuda hep yakınır. "Ne bu böyle her şeye de ağlanmaz kızım." der. Ne yapayım, Allah da beni böyle yaratmış. Annem, adına en çok çekenin ben olduğumu söylüyor. Hacer, anneannemin adı. Adımı koyarken çok dua etmişler onun gibi duygusal, alıngan olmayayım diye. Tutmamış işte. Ben ondan da beter olmuşum. Diğer kuzenlerime baksak onları anaları yetiştirince mi, hepsi birbirinden farklı. Huyları değişik. Ben anne tarafına çekmişim onlar da anne tarafına çekmiş, baba taraflarıyla alakaları yok. Oysa onlar da Hacer. Bu isim olayı karakter açısından taşıdığın adın getirisi mi yoksa ailenin nasıl yetiştirdiği ile mi ilgili pek anlamıyorum...

"Dadidadidadii"

Al işte yine daldın be kızım. Koş biri boğulmak üzere. Ayağa kalktım, nerede? Hah... Yine bir çocuk, koş kızım koş. Derken daha aşağı inmeden gözümden yaşlar dökülmeye başladı. Tamam güzel kurtarıyorum, çok şükür, elhamdülillah, tü tü maşallah. Fakat denize gözyaşlarımla da eşlik ediyorum bir yandan. Belki de bu yüzden Allah yüzüme gülüyor. Koştum, bu çocuğu da kurtardım işte. Sahile çekip, ilk yardım için ne gerekiyorsa yaptım. O sırada annesi geldi hemen başına sarıldı, öptü. Ardından bana teşekkür etti. Her zamanki gibi etrafıma toplandılar. Alkışlar, tebrikler. İşte böyle durumlarda benim yüzüm hep kızarır. Yine kızardı. Bu kadar da utangaç olunmaz be... Allah’tan koşuyorum, yüzüyorum falan insanlar ondan kızardığını düşünüyorlar. Bir de ilk yardım yaptım, nefesim de daraldı o an. Beni köşeye oturtup “bir su iç yoruldun” dediler. Çok şükür çocuk kurtuldu, dedim. Yüzümün kızarması daha da arttı bunu söylerken. Oysa ben lafı değiştirip bunun üzerini kapatmaya çalışıyordum. Aslında kapatmaya çalıştığım şeyin farkında olan da yalnızca benim. Belki de bu ne yapıyor böyle bile diyorlardır. Etrafıma yeni yeni insanlar gelip, tebrik ediyorlar. Bir an önce buradan uzaklaşsam iyi olur deyip, yerime geçtim.

Akşam üzeri sahil boşalınca otele doğru yürürken Hacer’le karşılaştım. Hacer, Rüstem dayımın kızı. Portakal tarlalarının başında duruyor. Çavuşluk yapıyor. Çok da iyi yapıyor. Selamlaştım. Nasılsın dedim konuşmaya başladı, daha doğrusu saymaya. Yine sinirlenmiş işçilere. O kadar takıntılı ki adamlar portakalları aynı boyda toplamamışlar diye sinirlenmiş. Çok da seslenmedim bunu söyleyince. Yoksa her an bana çatabilir ve ben hemen ağlayabilirim. Sonra yine ortalık karışır ve Hacer, ben ağladım diye daha da sinirlenir. Bu durumlar beni rahatsız ediyor. Ağlamak istemiyorum ama pat dökülüyor. Tutamıyorum kendimi. Herkes de üstüme geliyor, ağlak diyorlar bana. Ne yapayım! Ben de böyle olacağını fark edince hemen o ortamdan uzaklaşıyorum ya da lafı değiştiriyorum.

Otele geldik. Lobide bizi bekliyor Hâcer. Ama yine oturmuş telefona gömülmüş. Kimseyi duyduğu yok. Çavuş da sinirli ya korkuyorum bağıracak diye. Hemen Hacer'in yanına gidip dürtükledim. "Hacer, kalk kız. Bak bizim çavuş sinirli yine. Hadi yemeğe gidelim." dedim. Hacer kafasını kaldırdı. “Aaa siz mi geldiniz? Hoş geldiniz ya bugün o kadar yoruldum ki…” demesin mi... O sırada bizim çavuş geldi. "Ne yoruldun be gün boyu oturdun. Ah bir de elin iş tutsa." diye bağırdı sinirli sinirli. O sırada Hacer ağzını açacak oldu. Ben de sussun diye çimdikledim. Yine susturamadım. Geveze, umursamaz Hacer, “ Ne var be oturuyorsak biz de çalışıyoruz. Sabahtan akşama otel yönetiyorum, ben! Kolay mı sanıyorsun? Başım çatlıyor gün boyu. Hem sana noldu böyle? Ne bu huysuzluk?" dedi. Benim yine yüzüm kızardı. Püüü, abi şimdi niye kızarıyorsun. Hacer konuştu, ben kızardım. Yine onun yerine utandım. Çavuş da burnundan soludu, “Sana sabrettiğim kadar kimseye sabredemiyorum be Hacer." dedi. Çavuş, bizim hanım ağamız gibi. Herkes öyle bilir. Tam bir köylü, lafını esirgemeyen çalışkan kadın. Müdür Hacer de tam tersi tembel, umursamaz. Allah öyle yaratmış. Naparsın. Sırf tembel diye ona bu işi verdi dedem. O da, o kadar kâlesiz saf ki çalışkan zeki diye bu işi aldığını sanıyor.

Lokantaya girdik. Bizim yerimiz hep belli. Her gün aynı yerde oturuyoruz. Garson da geldi. "Hoşgeldiniz Hacer Hanım, siz de hoş geldiniz Hacer Hanım, siz de hoşgeldiniz Hacer Hanım." dedi. Çavuş ona bile sinirlendi, elindeki menüyü aldı: "Olum sen yeni misin? Ne bu böyle?" dedi. Bence Hacer bile neyi sorduğunu bilmiyor, sadece sinirlendiği için söylenmeye yer arıyor. Allah’tan burada herkes çavuşa alıştı da sorun çıkmıyor. Dışarıdan biri bana böyle yapsa ben ağlardım. Helal olsun bunlara. Garson afedersiniz deyip kenara çekildi. Ellerini önde birleştirdi. Ben bir spagetti alayım, dedim. Diğer ikisi her zamanki gibi aynı anda gözlerini yukarı kaldırıp bana baktılar. Sanki ne varsa! Onlar da proteinli yemeklerinden söylediler. Etli metli. Aslında hep aynı şeyleri yiyoruz. Arada bir sıkılınca değişiyor, sonra yine aynı. Sessizlik bozulsun diye, "Bugün yine bir çocuk boğuluyordu az kalsın." dedim. Çavuş, "Bu ana babalar ne garip. Nasıl rahatça bırakıp gidiyorlar çocuklarını."dedi. ”Sahiden öyle abla. Bazen düşünüyorum bir çocuğum olsaydı. Çok üzerine düşerdim o da fazla biliyorum ama. İnsanın içi öyle bırakıvermeye el vermez ki. Yüzecekse de gözümün önünde yüzecek.” Valla öyle, dedi çavuş.

Biz dördümüz de bekarız. Çavuşu, dayım küçük yaşta evlendirmişti. Canım, belki de ondan böyle huysuz. Sonra boşandı. Çok eziyet çekti kocasından. Kocası emrivaki, umursamaz, tembelin tekiydi. Bizim Müdür Hacer’e de bundan dolayı çok sinirleniyor. Yıllarca tembel birinden çekti. Şimdi de Hacer. Bizim Müdire de aslında çok iyi kız. Bir tembelliği var işte. Sevecen, güler yüzlü, cıvıl cıvıl. İşte dördüncümüz de geliyor, çalışkan, zeki, elit Hacer. Elinde iş çantası. Üstünde blazerı. “Selam, naber?” deyip oturdu. Güzel de bir elbise giymiş. Hep özeniyorum bu kıza ama tabii sadece giyim tarzına. En zor iş onda. Gerçi o seviyor mesleğini. Böcek üretim firmasında müdür. İlaç firmaları için böcek üreticiliği yapıyorlar. Aslında Hacer yapmıyor. Hacer biraz da işin eğlence kısmında. Ev olarak tuttuğunu sandığımız daireyi, böcek koleksiyonu için kullandı. Özellikle akreplere özel bir ilgisi var. Otel müdiresi Hacer’in aksine çok dakik, düzenli. Şimdi de tam saatinde geldi. Ben ve müdire otelde kalıyoruz. Çavuş’un tarlasında kocaman evi var. Dakik Hacer de işyerinin lojmanında kalıyor.

Ben yine düşüncelere dalmışken Hacer konuşmaya başladı:

“Bugün buraya sizi çağırdım. Çünkü bir gezi planladım. Dinlenmeyi hak ettik. Babaannemin köyüne gidelim diye düşündüm. Hem uzun zaman oldu görüşmeyeli. Ne dersiniz”

Müdire sevinçten havaya uçarken: “Harika, harika düşünmüşsün. Çok iyi olur.” dedi hevesle. Çavuşun olumsuz karşılayacağını düşünürken:“Neden olmasın. Babaannemi çok özlemiştik, iyi olur.” dedi. Ben de kafa salladım. Ne yalan söyleyim ben de sevinmiştim bu habere.

Dördümüz de burada kaldık bugün. Yemekten sonra odalarımıza dağıldık. Bu otel bize dede yadigârı. Dedemin çocukları okumuş, iş sahibi olmuşlar hep. Dedem de vefat etmeden otele bizi yerleştirdi. Biz de bekar olunca tabii, kimse gıkını çıkarmadı. Biz Hacerler, küçüklüğümüzden beri hep iyi anlaşırız. Kuzenden öte kardeş gibiyiz. Hatta bize “Altın Kızlar” diye lakap bile taktılar. Dakik Hacer okuyup edince o kendi işine yöneldi. Çavuş da otelin arsasına portakal ağaçları dikti, büyüttü. Yıllardır hiç durmadan emek verdi. Çavuş hepimizin ablası. Benle müdireyi geçiştirir ama Dakik Hacer’e çok saygı duyar. Bilgili, yakalı kadın tabii. Bir de ona bir iş versen hemen yapar, ikiletmez. Çavuş'un bir işi olsa hemen ona söyler. Ben, pek insanlara karışamam. Müdireye de bir iş verdin mi, on yılda yapamaz. Böyle böyle geldik bugünlere.

Bugün cuma. Plana göre yarın çıkıyoruz. Bizim yerimize duracak işçilerle akşamdan görüştük. Her şeyi hazırladık. Sabahında eşyaları arabaya yerleştirip bahçeye uğradık. Birkaç kasa portakal alıp yola devam ettik. Sohbet ede ede geldik. Kapıyı çalmadan Çavuş hepimizi uyardı. “Babaannemin alıngan olduğunu biliyorsunuz ağzınızdan çıkanlara dikkat edin. Bir de yine bize söylenir kesin, siz de aldırmayın, yaşlı kadın.”dedi. Biz konuşurken kapı açıldı. Anneannem karşımızda. Sevinçten ağlamaya başladı. Onunla ben de ağladım. Çavuş hemen elini tuttu, öptü. Ardından sırayla elini öpüp sarıldık. İçeri geçtik. Sohbet ettik uzunca. Sonra anneannem, “Kızlarım tam da işin üzerine geldiniz. Yarın elmalar toplanmaya başlanacak.” dedi. Bizim bundan haberimiz yoktu tabii. Allah’tan burada beş gün kalacaktık. Çavuş, “Sen hiç merak etme babaanne biz kızlarla yardımcı oluruz.” dedi. Anneannem de, zaten işçiler toplamayı yapıyor siz de getir götür işlerini yaparsınız, dedi. Hepimiz onayladık. Sabah erken kalkacaktık. Kahvaltıyı benle Dakik Hacer hazırlayacağız. Müdire de erkenden işçileri almaya gidecekti. Bunu anneannem söyledi. Yoksa Çavuş asla bu görevi ona vermezdi. Akşam yemeği yedik. Sohbet ettik biraz. Anneannem yatsıyı kılar kılmaz uyuyor o yüzden yatakları serip yattık.

Sabah kuş sesleri eşliğinde uyandım. Dakik hanım kalkmış çayı bile demlemiş. Ben de masayı sildim. Kahvaltılıkları taşıyıp, Çavuş’un yanına gittim ama çavuş yok. O sırada lavabodan Müdire hanım çıktı. Hâlâ uyanamamış. “Kızım sana işçileri almaya git demedi mi anneannem?” dedim. “Yav Hacer uyanamamışım, ne yapayım…” dedi. Belliydi böyle olacağı diye mırıldandım içimden. Çavuş almaya gitmiş işçileri. İnşallah sinirlenmemiştir. Anneannem de odasındaki çiçekleri suluyor. Seslendim. “Anneannem haydi gel kahvaltı hazır.” Herkes oturdu masaya. Dakik Hacer çayı doldururken Hacer ablam da geldi. Anneannem, “Kızım bu Hacer uyanmadı da sana mı kaldı iş?” dedi. Çavuş da “Evet babaanne ama ben akşamdan saatimi kurdum böyle olacağını bildiğim için.” dedi. Bizim kız, ya canım ablam benim. İyi ki varsın. Sen olmasan ne yapardık, diye şebeklendi. Bu çocukça hareketleri bizi gıcık ediyordu ama o kadar alışmışız ki artık, kimse umursamadı. Dakik hanım “Babaanne ben bitki solucanı getirdim biraz. Osman abiye vereyim o çoğaltsın geçenki gibi. Vakti gelince kullanırsınız. Bir de yeni bir böcek gübresi ürettik meyveler için. Bir çuval da ondan getirdim. Hasattan sonra atarız.” dedi. Anneannem oldukça sevindi. Duygulandı. “Ne büyük nimetsiniz bana. Hepiniz sağolun.” dedi. Çavuş kahvaltıdan sonra ayaklandı hadi hadi herkes iş başına deyip üstünü giyindi. Ben sofrayı toplayıp, bulaşıkları yıkayıp geleceğimi söyledim. Bizim Müdire mızmızlanırken Çavuş zorla asıldı kolundan. Ona Dakik Hanım da eşlik etti. O arada bir kahkaha sesleri kapladı ortamı. Anneannem de her zamanki gibi omuzlarını titrete titrete gülüyordu. Kahkaha atmaz anneannem. Çok gülersen bela çeker der hep. Yine öyle dedi. “Kıkırdayıp durmayın bela çekeceksiniz. Hadi…” dedi. Ama bunu söylerken o da gülüyordu. Üçü beraber çıktılar evden. Ben de sofrayı topladım, bulaşıkları yıkadım. Evi de şöyle bir düzenleyip anneannemle çıktık dışarı.

Ben çok seviyorum anneannemi ama çekingen olduğum için belli edemiyorum. O da annem gibi çok sıcak kanlı. Hemen koluma girdi. Kendine çekti beni. Kızım, dedi. Nasıl gidiyor işler? Kalabalık mı oralar? Gitmeyeli yıllar oldu. En son dedenle gitmiştik. “Havalar da işler de güzel anneanne. Dönüşte beraber gidelim biraz değişiklik olur. Hem buralar da soğudu artık.” dedim. Anneannem seslenmedi. Dedemden sonra oralara gitmeye gözü korkar olmuş.

Elma bahçesinin başına geldik. Şu kasaları çevir de şurada biraz dinlenelim, dedi. Çevirdim. Oturduk. İşçiler ağaçlarda. Bizimkiler de kovaları taşıyor. Anneannem elimi tuttu çekti kendine. İki elinin arasına aldı. Kızım, bu kadar işte. Biz birbirimize hüsnü zan ettikçe mutluyuz. Pürüzsüzüz. Baksana Müdire hanıma. Kafamı çevirdim işaret ettiği tarafa. Bir de ne göreyim bizim Müdire ağacın gölgesine uzanmış cigara pöfürtüyor. Bak buraya bak. O tarafta da Çavuş işçileri yönlendiriyor. Bak bak bir de buraya bak. Orada da Dakik Hacer elmaları ayıklıyor. Öyle inceliyor ki tek bir yeri yeşil kalmışsa diğer tarafa koyuyor. Arada bir de güneşe doğru kaldırıp bakıyor. İşte bak her biriniz farklı farklı. Karakterleriniz birbirinizi incitmek için bir neden olmasın. Birinin yaptığı işi kendi gözünüzden değerlendirmeyin. Kırmaya üzmeye değmeyecek kadar kısa bu dünya. Kötü zanlarımızdan geriye ne kaldı? Kalbine attığı siyah noktadan başka hiç… Haklısın anneanne, dedim.

Gözlerim dolmuştu yine. Fark etmiş olmalı ki kalktı Müdire’nin olduğu tarafa doğru seslendi:

“Kalk kız öğlen oldu. Pöfür pöfür ağaçlarıma can çektiriyorsun. Kalk yardım et ablalarına.”

Alime Büşra İnce