*ek zorluk kullanıldı
MİLYONDA BEŞ
Birbirine yakın üç baraka. Mevsimlik işçilerin evleri yani. Derme çatma yaşama atılmış imza gibi. Küçük, tek pencereli. İki direğe gerilmiş çamaşır ipi. Bozarmış çamaşırlar sallanıyor rüzgârda. Dokuz on yaşlarında bir kız çocuğu, kucağında iki yaşında var yok, güneş yanığı yüzlü bir tosuncuğu taşıyor. Çocuk elindeki ekmeği bir ısırıyor, sanırsın dünyanın en leziz şeyi nimet. Barakanın girişinde su bidonları. Ne olacaktı? Çeşmelerden su mu akmalıydı? Birbirine yakın, birbirinin neredeyse aynısı üç baraka.
İşçiler portakal bahçesine gitmek için barakaların önünden geçen ana yolun kenarında toplandılar. Bakana hepsinin birbirine benzediği izlenimini veren güneş yanığı tenleri, gözlerinin aynı yorgun ışıklı duruşları. Kuvvetli, kocaman elleri. Renkli naylondan azık çantaları bile aynı. Hatta arttıralım bu benzerliği, azıkları bile aynı. Daha da arttıralım, iştahları bile aynı. Arttıralım, sofraya diz çöküşleri bile aynı. Emine de aynı. Ortaca boylu ama. Başındaki yazmanın gülü solmuş, oyası canlı. On sekizinde. Buraya portakal toplamaya geldiler. Anası babası iki de ufak kardeşiyle.
Portakal bahçesi mis gibi kokuyor. İşçiler çavuşlarının arkasına düştüler, onun direktifleriyle geçtiler işlerinin başına. Selelere dolan portakallar, nasıl da parlıyorlar. Elleri otomatik işliyor işçilerin. Dalından kopar, seleye koy. Dalından kopar, seleye koy. Dalından kop...Emine de öyle yapıyor. Dalından kopar, seleye koy ya da koymadan önce biraz kokla. Dalından kopar, seleye koy. Dalından kopar, seleye koy ya da koymadan biraz kokla. İşçiler yorulmuyor, makine gibiler. Yüzleri hissiz. Emine yoruluyor, makine gibi değil. Çünkü o hayatın bir kertesinde fark etti bir şeyi: Portakallar güzel kokar. Dalından kopar. Bu ne güzel turuncu böyle. Seleye koy. Bunun kabuğundan mum da yapıyorlar. Dalından kopar. Kabuğun içine zeytinyağı koyuyorlar. Mumun fitili de yine portakalın iç tarafındaki beyazımsı şey. Seleye koy. Dalından kopar. Şey mi? Bazı şeylere isim bulmak imkânsız, şey deyip geçiyoruz. Seleye koy. Emine seleye koyduğu her portakalla konuşuyor neredeyse. Çavuş uyarıyor: “Rüya görme kız, sana rüya gör diye para vermiyor beyim.” Zıkkım. Dalından kopar, çavuşun kafasına… Değil, seleye koy.
Portakallar kasalanıyor, doğruca hale. Halden pazarlara. Uğradığı sırtlar da var tabii. Pazarcılar portakalları parlatıp koyuyorlar tezgâhlarına. Kural bu: Parlatmazsan zor satarsın. Sebze meyve böyle konuşturulur. Yoksa ciyaklayan, beni al da filene koy diyen portakaldan Allah’a sığınırız. Adliyede memur olan Emine Hanım da pazara teşrif ediyor. Mesai biteli yarım saat olmuş, o da tutmuş pazar yolunu. Annesinin siparişlerini alacak. Gözleri bilgisayar ekranına bakmaktan şişmiş, ayakları oturmaktan. Kafası oda arkadaşı dedikoducu paçozun zırıltılarından. Gönlü kalasın kalası nişanlısı Nihat’tan. Yürüyen bir bıkmış Emine. Ne bulsa fiyatını sormuyor bile. Pazarlık da yok. Dolduruyor torbasına. Patates beş lir… Ver abi. Elma yed...Olur, tart üç kilo. Portakal sekiz lira. Ver oradan üç kilo. Üstü kalsın, zengin olduğumdan değil. Uğraşamam. Portakalın birinin altına yapışmış bir böcek de Emine Hanım’ın torbasına misafir oluyor. Kabuklu, fıstık kadar bir böcek azmanı. Göz niyetine çipil çipil donuk iki siyah nokta. Antenleri briyantinli, janti bir böcek. Taa portakal bahçesinden beri bu portakalın sırtında. Bizim işçi Emine şöyle bir okşamıştı da böceği, öldürmeye kıyamamıştı. Şimdi yürüyen bir ölünün torbasında. Emine Hanım pazardaki işini çabucak halledip evine doğru yola çıkıyor. Sokağa girdiğinde bir köpek görüyor. Uyuz da bir şey. Hafif yön değiştirip bir hoşt fırlatıyor hayvana. Torbaları da şöyle bir savuruyor. Köpek bön bön bakıyor Emine’ye. Kaçası yok. Ne biçim köpeksin be? Hav mav desene bir şeyler. Köpek de tık yok. Püh sana, sen de kalıbının adamı değilmişsin. Eve vardığında annesi elinden alıyor torbaları. Emine ayaklarını sürüyerek odasına yollanıyor.
“Yoruldun mu kız bu ne surat?” Emine odasından cevap veriyor: ”Yorulmadım anne, hobim bu benim. Hayata karşı duruşum. Hoyrat ve bozuk.” “Ne diyorsun sen kız? Anneye öyle mi denir? Çarpılırsın.” Sonra kopan bir çığlık: ”Aman Allaaaah bu koca böcek de ne? Boyun devrilmesin kız, hiç mi bakmadın alırken? At şunu at at.” Emine yangın çıktı sanıyor. Meğer portakala yapışmış çipil gözlü bir böcek. Annesine gözünü devirip peçeteyle alıyor böceği. Anneler böceklerden korkmamalı. Açıyor pencereyi: “Git de kurtar kendini kardeş.” diyor, “Annemin çenesi her şeyden daha zor.” Pencereden böceği yere atıyor. Sokakta ufak bir ses. Kim duydu? Emine. Pencereyi kapatıyor. Annesi ayılıp bayılıyor. Ne hoş.
Sokağa düşen böcek,önce donup kalıyor. Ölmemiş olmanın şaşkınlığı mı acaba bu donup kalmak? Böcek olma kuralı ya da. İnsan olsa basardı yaygarayı. Böceğin yaygarası da bu. Donup kalmış bir böcek görürsek bunu anlamayız: Bu böcek feryat ediyor arkadaş feryat. Sonra hareketlenip yürümeye başlıyor. Hızlı hızlı ilerliyor. Nereye? Oraya. Evlerin ışıkları sokağı yıkıyor. Işık seli. Yanından yöresinden insanlar geçip duruyor. Ayaklarının altından geçen bu böceği fark etmiyorlar. İnsanlar neyi fark ediyorlar? Sürükledikleri ayakları da fark etmiyorlar. Böcek manevra yapa yapa ilerliyor. Hafiften bir yağmur başlıyor. İnsanlar hızlanıyor. Böceğin hızı aynı. İnsanlar daha da hızlanıyor. Böceğin manevraları da hızlanıyor. Caddeler pırıl pırıl şimdi. Böcek yürüyüşüne sakin bir caddede devam ediyor şimdi. O da sakin artık. Gezmeye çıkmış gibi. Sanki ceketini omzuna atmış da öyle ilerliyor. Yol birden yüksekli bir hâl alıyor. Tırmanıyor. Biraz düzlük sonra yine tırmanıyor. Bir otelin merdivenlerini tırmanıyor. Güven Otel. En son basamağı da tırmanınca yürüyüşüne devam ediyor. Açık kapıdan oteli şereflendiriyor. Resepsiyonda duran otelin sahibi Emine Hanım karşılamıyor bu önemli konuğunu. Ne ayıp şey. Böcek de girişte bir süre duruyor. Resepsiyon masasının etrafını dolanıp Emine Hanım’ın olduğu tarafa geçiyor. Orada da dolanıyor. Emine’nin ayağına tosluyor, yön değiştiriyor. Sonra masanın altındaki bir oyuğa giriyor. Antenleri dışarda. Emine eli çenesinde dalgın, hesap yapıp duruyor. Babadan kalma otel çatırdıyor. Batmak üzere. Onu oraya oradan diğer yere aktarıyor. İki kere iki dört etmiyor. En son pes edip bırakıyor. Saat olmuş on. Kapıyı kilitliyor. Lobinin yakınındaki hırpani ikili koltuğa geçip oturuyor. Kırlaşmış saçları dağılmış. Yüzü yorgun. Arkasına yaslanıp gözünü karşı duvardaki babasının fotoğrafına dikiyor: “Dert mi bıraktın, miras mı bıraktın ben de anlamadım be baba.” diyor. “Kapısına kilit vursan olmuyor. Batıyoruz baba.” Duvardaki fotoğrafın yüzü mü asıldı ne? “Öyle bakma be baba. Ne yapayım ben? Bak ömrümü verdim buraya ömrümü. Evlenmedim. Evim yuvam burası oldu. Ne oldu sonuç? Hiç.” Fotoğraf bayağı kaş çatıyor. “ Yahu baba, kaş çatacak ne var şimdi? Konuşmayalım mı? Vallahi sana üzüldüğümden. Senin hatıralarına kilit vurmaya elimin gitmediğinden.” Fotoğraf şimdi yönünü döndü. Emine Hanım başını önüne eğiyor: “Hep böyleydin hep. Dinlemedin beni. Verme şu oteli bana diye yalvardım. Tut birini o işletsin dedim. Yok. Dikkafalıydın dik.” Fotoğraf hışımla Emine’ye doğru dönüyor, yazıklar olsun demenin duruşu bu. “Aman tamam tamam. Bir şey demedik.” deyip odasına geçiyor. Döne döne oflaya puflaya sonunda uykuya teslim oluyor. Zaten gelen de yok otele. Üç beş müşteri de odalarında, kapı duvar. Otel sabahı bu sessizlikle karşılıyor.
Otelin temizlik görevlisi Emine, erkenden yola düşüyor. Otele varmak için iki vesait değiştirmesi lazım. Tıklım tıklım iki vesait. Durağa ulaştığında uzun bir kuyruk. Yazısız anlaşma. Kuyruğa takıl ve bekle. Sıranı bekle. Yoksa bakış linci yersin. Bakışla da kalmaz. Sıraya gir Emine. Sıraya gir ve yaşlan. Her sabah bu sıralarda yaşlan Emine. Gerçi Emine bunları dert ediyor gibi durmuyor. Emine’nin gözleri yorgun değil. Bir insanın hayat felsefesini gözlerinden anlayabilirsiniz. Nasıl mı? Meslek sırrı, versek kıymeti kalmaz. Otobüs geliyor. Tıklım tıklım yine. Şoför daha sabahın bu saatinde bıkmış. Altın kaplamalı saatini sağ koluna takmış, kocaman kaşlı da bir yüzük var parmağında. Sağ elini sallaya sallaya bağırıyor millete: “Arkalara geçelim, ortada durmayalım. Arkalara geçelim.” Arkadakiler de ona bağırıyor: “Bunlar arkaya geçecekse biz nere gidelim?” Emine kendisine sığınacak bir yer buluyor. Şoförü gülerek izliyor: “Bu abi de pek gergin.” diyor sessizce, “Erken gider bu. Saatini pek seviyor belli, millete göstereceğim diye sağ koluna takmış kıh kıh kıh.” Cam kenarında uyuklayan gençten bir oğlana bakıyor: “Sen de uyuyorsan ben de Emine değilim.” diye mırıldanıyor. Oğlanın yanında yirmi beş yirmi altı yaşında bir kız kitap okuyor. Emine kitabın kapağını görmek için çabalıyor ama nafile. Kız kucağına yaymış da okuyor. Bakmaya çalışırken göz göze geliyorlar kızla, Emine hafif kızarıyor: “Maşallah, ne de güzel okuyorsun.” diyor kıza. Kız belli belirsiz gülümseyip devam ediyor kitabına. “ Bu kalabalıkta tümden yalan bunun okuması da ha. Şu gürültüde kitap mı okunur?” diye diye söyleniyor. Çantasına elini atıp çantanın o kalabalığında bir naneli şeker bulup atıyor ağzına. Göğnüm döndü, derler Anadolu’da. Göğnü dönüyor. Polo. Keskin aromalı. Midesi bulananların kendine yazdığı reçete. Tüm marketlerde. Böyle böyle varıyor otele. İnsanlara baka baka, onları bir futbol yorumcusu gibi yorumlaya yorumlaya. Fırın önlerinden geçerken: “Oh mis gibi de koktu mübarek.” diye diye. Dünyaya nüfuz ederek yani. Dünyanın göz rengini bilenlerden Emine.
Otele varıyor. Emine Hanım nedense ortalıkta yok. “Bu saate kalmazdı, niye uyanmadı acaba?” diye otel sahibesinin odasına varıyor. Odanın kapısına varınca Emine Hanım da kapıyı açıyor: “ Korkma korkma, bu sabah da varım. Günaydın.” diyor. Emine mahcup oluyor: “Aman Emine Hanım, var olasın. Allah seni başımızdan ırmasın.” Emine Hanım bu çenebaz ama bir o kadar da içten kadını seviyor. Belki sevmekle birlikte acımak bu. “Irmasın Emine, seni de bizim başımızdan ırmasın. Hadi başla. Odalardan dün boşalan oldu.” Emine üstünü değiştirmeye gidiyor, başlıyor temizliğe. Emine Hanım bir şeyler atıştırıp resepsiyona geçiyor. Bir iki müşteri otelden ayrılıyor. Anahtarı al tak. Babası fotoğraftan yan yan bakıyor yine. Bu adamı da memnun etmek zor. Yukarı katlarda temizlik devam ediyor. Şarkılar türküler aman Allah gırla. Emine temizlikte zorlandığı yerlerde baskılı söylüyor şarkısını: Şuu ddünyada sevvgi bbüyük ihhtiyaçç / hherkes ssevmeye ssevilmeye mmuhtaçç. Temizlik hafifliyorsa şarkı da hafifliyor: Herkesle dost ol herkesle arkaaadaş/ ömrümüz geçiyor bak yavaş yaaaavaş. Emine Hanım gıpta ediyor bu kadına: “Nasıl şen böyle. Gam yok keder yok. Tüm Eminelerin derdi bana mı yüklendi acaba? Eminelerin dertli olanını ben mi temsil ediyorum acaba?” Şarkı tam bu anda patlıyor: Onda bunda şundaaadıır/ şunda bunda ondaaadır! Emine Hanım farkında olmadan kafasıyla ritim tutuyor şarkıya. Son dizeyi şimdi ondan dinliyoruz: Mavi boncuk kimdeyse/ benim gönlüm ondadır. Tam gülerek başını kaldırıyor ki karşıda babası: Vallahi benim gönlüm kimsede değildir baba. Gönül mü kaldı Allasen?
Böcekse otel turunda. Odaları dolaştı. Bardaklara yastıklara dolaplara uğradı. Şimdi de Emine’nin üstünü başını değiştirdiği odada sıra. Emine’nin rengi solmuş siyah paltosunun üstünde dolandı. Ceplerine girdi çıktı. Oradan çantasına. Geçmiş olsun. Daha bu çantadan yol bulup da geri dışarı çıkamaz. Naneli şekerin hatırına kalabilir gerçi.
Akşam işi bitince üstünü başını değiştirip çıkıyor Emine. Otel sahibesi onu kapıda uğurluyor. Emine Hanım’a can şenliği bu kadın. Akşamları o giderken üzülmüyor değil. Emine hoşbeşten sonra ayrılıyor otelden. Merhaba iki vesait, merhaba yalandan uyuklayan oğlan. Merhaba çirkin saatli şoför. Merhaba yalandan kitap okuyan kız. Belki yalandan değildir. Yalandandır. Olmayabilir şimdi, öyle deme. Yine herkes tiyatrodaki yerini almış, arkadakiler şoföre cevap vermeye bileli. Hadi arkaya ilerleyin dese de yapıştırsak cevabı, kıvamındalar. Kız yine yerinde. Elinde kitap. Emine bu sefer gayretli. Görecek hangi kitabı okuduğunu. Kız mağaza görevlisi galiba. Yakasında isimlik var. Emine heyecanlanıyor. Adı ne acaba? Dur şöyle az yaklaşsın. “Pardon aabi, az müsaade et.” Adamın tekini iteleyerek yaklaşıyor kıza. Gözlerini kısarak okuyor adını: “Emine Hür. Amaaan. Bu da Emine’ymiş yaa. Kültürlü olmasından bilmiştim ben. Kız okuyor ya. Maşallah maşallah, Allah zihin açıklığı versin.” Emine Hür ise pek hür değil gibi. Mağazada çalışmak, her gün tıklım tıklım bu otobüs, evdeki kalabalık, yarım bırakılan okul. Biraz kitap okuyup biraz dışarıyı izlerken düşünceleri onu rahat bırakmıyorlar. Hür değil. Ya da hür. Düşünmek insanı hürleştirir bazen. Ama o sıkıştırıldığı kalıplardan sebep kendini hür hissetmiyor. Ona ait olanlar ne kadar uzakta. “Bu abla da ne meraklı? Sağa sola bakmaktan hiç yorulmadı.” diye düşünüyor kadına bakarken. Emine’yle göz göze geliyorlar. Kitabına devam ediyor. Emine meraktan ölüyor, ne okuyor acaba? Kızsa kardeşlerini düşünüyor, sabah erkenden çık, gecelere kadar yorul. Ama en azından onlar mutlu. Bir işe yaramanın dayanılmaz hafifliği. Yine de okulunu bitirseydi bari. Amaan neyse ne. Gözü kitapta. Ne acayip bir kitap bu. Gürültüye rağmen devam etmek istiyor. İçinden: ”Bu da nasıl okuyorsa şu seste? Numaracı kız.” diyen vardır kesin, diye düşünüp gülümsüyor. Böcekse Emine’nin çantasında naneli şekere doydu, kalanını da Emine yesin. Gezmeye çıkıyor hazret. Çantadan çıkıp Emine’nin paltosunu dolaşıyor. Sağ kolundan ilerliyor. Emine ancak kıza baksın, kabuklu misafir terk ediyor onu. Koltuk başına tırmanıyor böcek. Oradan kıza tırmanmaya başlıyor. Emine artık dayanamıyor soracak: “Bacı sen ne okuyorsun böyle? Her gün okuyorsun maşallah. Pek meraklandım.” Kız başını kaldırıyor kitaptan, gülümsüyor. Böcek şimdi kitabın açık sayfasında. Kız anlıyor ki devam edemeyecek. Kapatıyor kitabı:”Dönüşüm, abla.” diyor. Emine heyecanla soruyor:
“Nereye dönüşün? Uzak mı daha?”