Karşımdaki adamın ağzı şekilden şekile giriyor, o öfkeli ağızdan çıkan tükürükler ise güzelce havada süzülüp yüzüme yapışıyor ama ben, tüm bunlar olmuyormuş gibi elimdeki portakalı çevirmeye devam ediyorum. Rengi çok güzel duruyor acaba tadı nasıl, ekşi mi?
"Hanım sana diyorum!" diye kükrüyor öfkeli ses. Gözlerimi portakaldan çekip adamın yüzüne dikiyorum, güven veren bir tebessümü giydiriyorum dudaklarıma.
"Sizi anlıyorum bayım," diyorum. Neyi dinlediğimden ve neyi anladığımdan habersiz kafa sallıyorum, dünyanın en anlayışlı kafasını, aşağı ve yukarı... Aşağı ve yukarı…
"Madem anlıyorsunuz, bu otelin hali ne?"
Aşağı ve yukarı…
"Hiç ilaçlamıyor musunuz burayı? Her delikten böcek çıkıyor. Utanmıyor musunuz bu hâlde müşteri kabul etmeye?"
Aşağı ve yukarı…
"Rezillik bu, şikayet edeceğim sizi."
Aşağı ve yukarı… Aşağı ve yukarı…
Ritimle sallanan kafama bir şey çarpıyor; anahtarlık. Anahtarlığın değdiği yer sızlıyor, sonra ısınıyor. Alnımdan göz kapaklarıma yol bulan sıcak nehir, kirpiklerimden masaya bir damla kan olarak düşüyor. Adam çoktan arkasını dönmüş gidiyor. Bense tekrar masaya bakıyorum; portakal, ekşi mi acaba?
***
Otelde benimle birlikte altı kişi var ama ben masaya beş tane sandalye koydum, müşterilerden birinin oğlu yemeğe gelmiyor çünkü. Zavallı çocuk hasta olduğundan odasından hiç çıkmıyor. Neyse, akşam yemeği hazır sayılır, şu portakalları da masanın orta yerine koydum mu tamamdır. Koydum, şimdi oldu. Artık merdivenin kenarındaki zili çalabilirim. Zırrrrrrr. Zırrrrrr. Zırrrrrr. Zırrrrr.
Odasından ilk çıkan Hacer oluyor. Fötr şapkası kafasında, pembe tütü eteğini sallayarak merdivenin başına geliyor. Beni görünce koca bir gülümsemeyle ayrık dişlerinin perdesini aralıyor. Allah'ım bu kız niye hep gülüyor? Anne ve babası seyahate çıkacağız, deyip onu buraya bıraktıklarından beri gülüyor. O günden bu güne hiçbir şey değişmedi sanki. Saçındaki örgü hiç bozulmadı, hâlâ aynı elbiseleri giyiyor ve hâlâ elinde aynı oyuncak ayı var ve gülüyor. Beyaz kunduralarıyla tahta basamaklara vura vura, sırıta sırıta aşağı iniyor. Yanımdan geçip yemekhaneye gidiyor. Zili çalmaya devam ediyorum. Zırrrrr. Zırrrrr. Zırrrr. Zırrr.
İkinci olarak kapısı açılan Hacer oluyor, kabarık saçlarının gölgesinden tanıyorum onu; Kara Hacer bu. Yaklaşıyor, nihayet kıvırcık sarı saçlarını görüyorum. Üzerine siyah tulumlarından birini geçirmiş, bileklerine bağladığı siyah bez parçalarını sallayarak, çamurlu botlarıyla etrafa pislik saçarak aşağı geliyor. Yine hem içine hem dışına karalar bağlamış; giysileri cenaze namazı kılıyor, gözleri hüzünlü şarkılar söylüyor. Eh tabi, anası emanet etmiş Hacer'le, anası vefat etmiş Hacer'in merdivenden inişi bir olmuyor. Zırrrr. Zırrrr. Zırrrr. Zırrrr.
Tak. Tuk. Tak. Tuk. Tak. Tuk. Topuklu ayakkabı sesi dolduruyor oteli. Tak. Tuk. Kimin yaklaştığını söylememe gerek bile yok. Hacer geliyor, cübbesini çıkarıp asmaya tenezzül etmemiş, saçının topuzunu açmamış, gözlüklerinin altında beklettiği soğuk bakışını kalkan etmiş, bana doğru yürüyor. Cübbeli Hacer, egosunu yüzüme savura savura geçiyor yanımdan ve masaya oturuyor. Bu kız mahalledeki otelin sahibi ile nişanlı, belli ki yine o hayırsızın yanına gidecek. Gergin, sabırsız tavırları ile bana geç kaldığını hissettirmeye çalışıyor. Zırrr. Zırrr. Zırrr. Zırrr. Zırrr. Zırrr. Zırrr. Zırrr.
Daha ne kadar çalabilirim ki bu zili? Acaba Hacer uyuya mı kaldı? Zırrr. Oğlu fenalaşmış olmasın yoksa? Zırrr. Zırrr. Hah, kapısı açıldı. Geliyor. Güçlükle, ağır adımlar atıyor, sanki çöken omuzlarının üzerinde kırk kilo yorgunluk taşıyor. Çiçekleri solmuş gri elbisesinden, dağınık saçlarından, tüm ışığı soğurulmuş yüzünden ve şişmiş gözaltlarından günlerdir çektiği uykusuzluk okunuyor. Dik dik bakıyorum ona, ama o gözlerini hangi bilinmez boşlukta asılı bıraktıysa bir türlü beni fark etmiyor. Geçip gidiyor yanımdan Solgun Hacer, biliyorum, sadece yarına çıkabilmek için karnını doyurma niyetinde; yarına çıkabilmek için, oğulunun biraz daha yanında olabilmek için yaşamını devam etirmeye çalışıyor.
Elimi zilden çekiyorum, herkes indi. Zavallı hasta oğlan dışında herkes yani. Hepsi yanımdan geçtiler ve oturdular o masaya. Beklenecek kimse kalmadığına göre artık ben de yanlarına gidip yemeğe oturabilirim. Hacer, Hacer, Hacer ve Hacer beni bekler.
***
"Su verir misin?" Diyor Cübbeli Hacer. Kara Hacer yanındaki sürahiye uzanıp onun bardağını dolduruyor. Solgun Hacer'in çatal ve bıçağının sesini dinliyoruz uzun süre. Masaya tırmanan ilk kara fatmayı Fötr Hacer fark ediyor, el çabukluğuyla bardağını böceğin üstüne bastırıyor, böcek ölüyor, bardağın tabanında kan lekeleri yayılıyor, Fötr Hacer gülüyor, gülüyor, sadece gülüyor.
Ardından böcek istilası başlıyor masaya, belli ki böceklerin şahı, sofranın kurulduğunu hepsine haber vermiş. Merdivenlerden inen böcek ordusu, masanın bacaklarını hızlıca tırmanıyor. Birazdan baş gösterecek olan kıyımdan ilk kaçan Cübbeli Hacer oluyor, bekleyenim var diyor ve gidiyor. Sonra Kara Hacer ezilen böceğe bakarak doldurduğu gözlerini, rahatça boşaltabilmek için hepimizden müsaade istiyor. Bu esnada Fötr, önüne gelen her böceği bardağıyla tuzla buz etme derdinde. Biz ise solgun Hacerle birbirimize bakıyoruz. "Portakal yer misin," diye soruyorum ona. "Yok," diyor. "Ben portakal sevmem." "Neden?" "Tadını bilmiyorum da ondan." "Olsun, oğluna götürürsün," diyorum. Masanın ortasındaki tabaktan bir tane portakal alıyorum. Üzerindeki böceği, üfleyerek Fötr Hacer'in önüne düşürüyorum; küçük kız gülümsüyor bana. Sonra elimdeki portakalı Solgun Hacer'e uzatıyorum. "Al, oğlun uyanınca yer." Bana dik dik bakıyor. "Portakal ekşi mi?" Diye soruyor. "Bilmem," diyorum. "Bilmem."
***
Dün yemekten beri Solgun Hacer'i görmedim. Kahvaltıya da inmedi. İçimden bir ses, gidip kapısını çalmam ve oğlunun durumunu sormam gerektiğini söylüyor. Ama içimdeki diğer ses, resepsiyondan hiçbir yere ayrılmamamı, her an beklenen birinin gelebileceğini hatırlatıyor. İçimdeki onlarca sesten biri de portakal ekşi mi, diye soruyor. Ben yerimde öylece oturmayı seçiyorum. Açık kapıdan içeriye girecek insanları beklemeyi, hasta bir çocuğa yeğliyorum. Ve her gün yaptığım gibi, masanın altındaki portakal kasasına elimi atıyorum. Elim bugün boş kalıyor. Kasada hiç portakal kalmamış. Nasıl olur? Dehşete kapılıyorum. Ya lazım olursa?
Çığlıklar duyuyorum, yukarıdan geliyor. Çığlıklar, beni boş kasanın dehşetinden alıp başka bir dehşetin içine çekiyor. Kulaklarımı kapıyorum. Duymamak, o anın içinde yok olmak istiyorum, o ses bana ulaşmasın istiyorum. Ama çığlıklar durmuyor, ahşap merdivenlerden patır kütür iniyor ve beni kollarımdan yakalayıp yukarı götürmeye çalışıyor. Gitmeyeceğim.
***
Dört numaralı odanın önünde buluyorum kendimi. Solgun Hacer'in kapısının önünde… Gitmişim, odadan yükselen çığlıklara karşı koyamamışım. Ve gitmişim. Elim kapının kulpunda, açmak istemiyorum kapıyı. Hacer bağırıyor. Kapının altından böcekler çıkıyor, ayaklarımın arasından sıvışıp kaçıyorlar. Hacer… Bana kalmadan o açıyor kapıyı. Yüz yüze geliyoruz, omuzlarımdan tutup sarsıyor beni. "Portakal var mı?" Diyor. "Portakal var mı?" Cevap veremiyorum. "Uyandı," diyor. "Portakal istedi," diyor. "Bulamadım, portakal var mı?" Cevap veremiyorum. Elleriyle göğsüme vurmaya başlıyor. Vuruyor, portakal var mı, diyor. Vuruyor, önümde diz çöküyor, portakal var mı, diyor. Yüreğinden kopan çığlıkları savuruyor yüzüme, öldü diyor. Oğlum öldü, diyor. Öldü. Portakal istedi. Ve öldü.
Yatakta yatan çocuğa bakıyorum. Benzi solgun, kahverengi saçları alnına yapışmış, gözleri tavana bakıyor. Görüntü gidip geliyor. O gözlerden böcekler çıkmaya başlıyor, pis bir koku burnumdan girip midemi ayağa kaldırıyor, loş odada sürekli bir şeyler değişip duruyor, ellerimde portakallar beliriyor, Solgun Hacer'e uzatıyorum onları, Hacer yok, Hacer nerede? Gözlerimi yumuyorum, kendimi sıktıkça sıkıyorum, Solgun Hacer ayaklarımın dibinde tekrar beliriyor, oğlum öldü, diyor. Ağlıyorum, yanına çöküp sarıyorum onu, ağlıyoruz, yatakta yatan çocuğa bakamıyorum, ağlıyoruz, portakal istedi, diyor. Saçlarını okşuyorum Hacer'in, yok ölmedi, diyorum. Ölmedi yaşıyor, diyorum. Sadece uyuyor, ölmedi.
Cübbeli Hacer geliyor odaya, ciddiyetle bakıp o ölmedi, diyor. Ardından Kara Hacer giriyor içeri, gözlerindeki yaşları silip ölmedi, diyor. Fötr Hacer kapının önünde bize bakarak gülümsüyor. Solgun Hacer'le birbirimize tutunup ayağı kalkıyoruz. Aynı anda kafa sallıyoruz; ölmedi, uyuyor, diyoruz. Bütün Hacer'ler çıkıyor odadan, kapatıyorum kapıyı, şşş ses yapmayalım uyuyor, diyorum. Sonra yavaş yavaş merdivenlerden iniyoruz; ben, Hacer, Hacer, Hacer, Hacer ve böcekler.
***
Karşımdaki adamın ağzı şekilden şekile giriyor, o öfkeli ağızdan çıkan tükürükler ise güzelce havada süzülüp yüzüme yapışıyor ama ben, tüm bunlar olmuyormuş gibi elimdeki portakalı çevirmeye devam ediyorum. Rengi çok güzel duruyor acaba tadı nasıl, ekşi mi?
"Hanım sana diyorum!" diye kükrüyor öfkeli ses. Gözlerimi portakaldan çekip adamın yüzüne dikiyorum, güven veren bir tebessümü giydiriyorum dudaklarıma.
"Sizi anlıyorum bayım," diyorum. Neyi dinlediğimden ve neyi anladığımdan habersiz kafa sallıyorum, dünyanın en anlayışlı kafasını, aşağı ve yukarı... Aşağı ve yukarı…
"Madem anlıyorsunuz Hacer Hanım, bana derhal bu işletmenin ruhsatını verin!"
Aşağı ve yukarı...
"Hakkınızda şikayet var. Arama yapacağız. Odaların anahtarlarını da çıkarın lütfen."
Aşağı ve yukarı…
"Hey Allah'ım, bu kadının aklı gitmiş. Oğlum arkadan şu anahtarları al."
"Peki komiserim."
Aşağı ve yukarı…
***
"Komiserim acil! Dört numaraya gelmeniz lazım."
***
Aşağı ve yukarı… Aşağı ve yukarı… Ritimle sallanan kafamı biri tutuyor. Yeter artık, dur, dur, diyor. Koluma giren adamlar sürükleyerek çıkarıyor beni otelden. Hacer'ler bunu görüyor ama hiçbir şey yapmıyor. Beyaz bir arabaya bindiriyorlar beni, araba hareket ediyor. Arkamı dönüp otele bakıyorum. Hacer, Hacer, Hacer ve Hacer el sallıyor, hatta Fötr Hacer gülümsüyor. Ben de sağ elimi kaldırıp sallıyorum onlara, bileklerimdeki kelepçeler çınklıyor. Önüme dönüyorum, gidiyoruz. Bir ara yanımdaki adam onu sen mi öldürdün, diye soruyor. Ama ben hiç oralı olmadan sol elimdeki portakalı çevirmeye devam ediyorum. Rengi çok güzel duruyor, tadı nasıl, ekşi mi acaba?