“Ahmet Abi portakallar geldi, lobiye dizdik,” dedi Veli, bahşiş umarak. Ahmet, yüzüne bile bakmadan “İyi, tamam,” dedi. “İyi muhafaza edin, kimse beleşe aşırmasın,” diye de ekledi. Veli cevap vermedi, umduğu bahşişi alamadığı için suratını asıp çıktı.
Ahmet, zekâsını sadece üç kâğıtçılıkta kullandığı için okumamış, dedesinin tek varisi olarak yirmibeşinde otelin başına geçmişti. Kazancı yerindeydi, iyi ki de boşuna okuyup kendini okul sıralarında harcatmamıştı. Nişanlısını memnun ve razı edebilirse yakında evlenirdi de. İşte o zaman Ahmet için her şey tamam olacaktı. Ahmet Hocanın otele müşteri çekmesiyle, ve sattıkları okunmuş tuz, şeker, mevsimine göre meyveler sayesinde kazancı ikiye katlanmıştı. Son model arabası ve fiyakalı gözlükleriyle zengin ve havalıydı artık, tam da nişanlısı Fahriye’nin istediği gibi. Tek derdi dedesinin dırdırlarıydı. Yaptığı işlere burnunu sokmasa dedesini seviyordu aslında. Zaten kimi vardı ki bir dedesi bir de nişanlısı.
Hatun ve Dursun odalarına yeni yerleşmişlerdi. Hatun, bebeğini koklayarak öptükten sonra dolu gözleriyle eşine bakıp
-Bebeğimiz iyi olacak de mi bey? dedi.
-İyi olacak Hatun’um iyi olacak, merak etme.
-Çok mu para gidecek? Paramız yetecek mi?
-Otel parası, hocanın istedikleri, vırrığıynan cırrığıynan on bini bulur. Boş ver dert etme sen. Oğlumuz iyi olsun da… dedi Dursun. “De mi oğlum, de mi paşam? İyi olacak benim aslanım,” diye oğlunu sevmeye başladı. “Hee baba hee. Yav hasta değilim ben, pürçüklü gibiyim. Yolda gördüğünüz bi delinin sözüyle hasta ettiniz beni,” diye içinden kızdı Ahmet Bebek. Babası “Hanimiş benim oğlum” deyip burnunu sıkınca ağlamaya başladı. Hatun “Ne ağlatıyon çocuğu herif, zaten hasta,” diye kızarak çocuğu kucağına aldı. Susturmak için kucağında zıplatarak sevmeye başladı. “Aman da ne güzel ağlarmış benim oğlum. Ahmeeet. Oğluuumm. Inga mı diyon sen? Ingaaa ıngaaa” “He anne hee. Inga diyom. Lan bi çocuk ınga kadar zor bi kelimeyi söyleyebiliyorsa zaten her şeyi konuşur. Bağırarak ağlıyom işte. Aaaeeee Aaaeeee… bu yani, ınga ne âlâka,” dedi Ahmet Bebek.
Ahmet’i bebek arabasına koyup yürüyüş yaptıkları bir gün karşılaşmışlardı Ahmet Hocayla. Ahmet Hoca bebeği sevmek için bebek arabasının şapkasını açınca korkarak besmele çekmişti. Sonra “Bu çocuk çok hasta. Hastalığı manevi bir hastalık olduğu için hastaneye götürseniz de anlamazlar. Ama tedavi olmazsa konuşamaz, yürüyemez.” demişti. Hatun ve Dursun telaşa kapılıp ne yapacaklarını sorunca “Ben şimdi okuyacağım. Ama bu yeterli olmaz en az bir hafta okunması lâzım. Tabii bir de muska gerek. Siz en yakın tarihte N şehrindeki filan otele getirin. Tedaviden sonra hiç bir şeyi kalmayacak merak etmeyin. Tevekkülü elden bırakmayın. Allah Büyüktür,” demişti. Ahmetcik ana babasının gözlerinin nuruydu, onun için her şeyi yaparlardı. “Yavrumuz iyi olsun da...” deyip Hatun’un tek bileziğini bozdurarak yola çıkıp geldiler.
Ahmet Bey, eşi ve küçük kızları şehri gezmek için odalarından çıktılar. Her ne kadar N şehrinin güzelliğinin abartıldığını düşünse de Ahmet Bey, dünyalar tatlısı kızı istediği için gelmişlerdi bu şehre. Kızına peri bacalarını gösterecek, uçan renkli balonlara bindirecekti.
Tam otelin kapısından çıkacaklarken kızı lobideki kasa kasa portakalları görüp portakal istedi. Ahmet Bey portakalların yanındaki koltukta oturan Veli’nin yanına yaklaştı, lafı uzatmak istemediği için “Bunların lobide ne işi var?” diye sormadı. “Şuradan bir portakal alalım, çocuk istiyor da,” dedi. Veli “Tabii abicim, alabilirsin. Tanesi beş lira,” dedi. “Tanesi mi beş lira? Hayırdır, cennetten mi geliyor portakallar?” diye sordu Ahmet Bey. “Yook abi. Ondan değil. Ahmet Hocanın şifalı portakalları bunlar. Yiyende ne hastalık kalıyo ne bi şey.” Ahmet Bey, Veli’nin yüzüne ters ters baktı “Üç kağıtçılar,” deyip yürüdü. Daha çok şey söyleyecekti de kendisini bekleyen kızını görünce vazgeçti. “Gel kızım dışarıdan alalım bu portakallar böcekliymiş” dedi. Küçük kız, tam o esnada “Yine dizmişler şu pis portakalları eşşoğlueşşekler! Eşşoğlueşşekler!” diye kızarak yanlarından geçen dedeyi de görünce portakalların böcekli olduğuna inandı ve ısrar etmedi.
Ahmet Dede otelin asıl sahibiydi. Gençken eşini ve oğlunu alıp bu şehre göçmüştü. Önce bir lokantaya bulaşıkçı olarak işe girmiş, sonra aşçı çırağı olmuştu. Dürüstlüğüyle, çalışkanlığıyla kısa zamanda sevilmişti. Yıllar içinde para biriktirip oğluyla birlikte bu oteli açmışlardı. Oğlundan bir erkek torunu olmuş ve torununa kendi adını vermişti. İşleri hep rast gitmişti, kazançları yerindeydi. Hiçbir zaman çok zengin olamamışlardı belki ama kimseye muhtaç da olmamışlardı.
Günlerden bir gün otelin mutfağında yangın çıktı. Herkes bir şekilde kendini dışarı atmış fakat o esnada mutfakta olan gelini çıkamamıştı. Oğlu da eşini kurtarmak için ateşlerin arasına atladı ve ikisi de yanarak öldüler. Ahmet dede o günden sonra kendisini zor toparladı. Dostlarının yardımıyla otelin yanan kısmını onardılar. Hayat kaldığı yerden devam ediyordu, hiçbir şey için değilse de torunu için ayakta kalmalıydı.
Torununa gözü gibi baktı. Fakat torunu haylaz çıktı. Ne babasına, ne de dedesine çekmişti. Ahmet Dede okutmak için elinden geleni yaptıysa da torunu Ahmet okumadı. Kendisi iyice yaşlanınca torununu otelin başına geçirdi. Ama torunu Ahmet her işte olduğu gibi bu işte de yüzünü kara çıkarıyordu. Üç kuruş fazla kazanmak için yapmadığı sahtekârlık yoktu. Oysa kendisi dürüstlüğüyle nam salmıştı şehirde.
Şimdi de Ahmet Hoca diye bir üç kâğıtçıyı otelin bir odasına yerleştirmiş, hasta diye kandırdıkları insanların üstünden geçiniyorlardı. Yok yok Ahmet Dede daha fazla dayanamazdı bu duruma, gerekirse oteli kapattırır ama şanına leke sürülmesine göz yumamazdı. Veli’ye ters ters bakıp bir kasa portakalı yere serdikten sonra çıkıp ormana doğru yürümeye başladı.
Ahmet Hoca imam hatip lisesinden zar zor mezun olduktan sonra yine zar zor geçtiği sınavlar neticesinde bir köye imam oldu. Bir sene boyunca bir vakit bile namaza gitmeyip yatarak imamlık yaptıktan sonra köylünün şikâyetleri üzerine görevden alındı. Sahtekârlıklarıyla, ödemediği borçlarıyla, yalanlarıyla, dolanlarıyla herkesi illallah ettirmişti. Ailesi, akrabaları, eşi, dostu kimse yüzüne bakmıyordu. Babası “Tillahı gelse eve almam o iti,” demişti en son.
Ahmet Hoca şehre gidip bir otele yerleşti. Biriktirdiği parası bitmeden iş bulmalıydı. Günlerce, haftalarca iş aradı, bulamadı. Paranın suyunu çekmeye başladığı günlerin birinde otelin lobisinde oturmuş kara kara düşünüyordu, para biterse kalacak yeri de olmayacaktı. Karşısındaki kanepede oturan teyzenin inlemeleriyle düşüncelerinden sıyrıldı “Ah başım. Ayyy, off, ııhh. Başım çatlıyo başım.” Ahmet Hocanın gözleri fıldır fıldır dönmeye başladı. Hemen kalkıp teyzenin yanına gitti. “Teyze istersen başına okuyabilirim. Benim nefesim kuvvetlidir, el almışlığım var. Büyük hocalardan icazetliyim,” dedi. Teyze “Kul daralmayınca hızır yetişmezmiş. Oku yavrum oku,” dedi. Ahmet Hoca büyük bir ciddiyetle elini teyzenin başına koydu, gözlerini yumdu, kelimelerin bir kısmını sesli, bir kısmını sessiz olarak okumaya başladı. “Elhamdülillahi… ...nirrahim ...veleddalliiin. Gul euzü birabbil… ...iza vegab…. sadakallahül azim” deyip eline üfledi. Elini teyzenin başına sürdü. Teyze rahatladı “Ohh ağzına sağlık hocam. Valla çok iyi geldi,” dedi. Ahmet Hoca “Yalnız, teyzecim okunanların tesirli olması için bir yüz lira vermen lâzım. Merak etme, hayır kurumlarına veriyorum ben o paraları, sadaka niyetine” dedi. Teyze hiç tereddüt etmeden çıkarıp verdi. Sonra arkadaşına dönüp “Fikriyeee sen de okut anam, valla bak hocanın nefesi çok kuvvetli ne varsa aldı götürdü, kuş gibi hafifledim,” dedi. Ahmet Hoca bir yüz lira da Fikriye teyzeden tahsil etti. “Sizde büyü var, hastalıklarınız büyü yüzünden. İsterseniz size muska yazarım ama önce muskanın tesirli olması için vereceğim hesap numarasına bin lira yatırmanız icab ediyor. Ben kendim için istemiyorum sizin sadakanız bunlar. Ne demiş Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem az sadaka çok belayı def eder.” deyip teyzeleri büyülü olduklarına ikna ettikten sonra hesap numarasını verip kendisini geçindirecek bir iş bulmanın mutluluğuyla odasına çıktı.
Kısa sürede Ahmet Hocanın namı önce otele sonra da tüm şehre yayıldı. Ahmet Hoca dertlere derman, hastalara şifa oluyordu. Yazdığı muskalar sayesinde kaç çift boşanmaktan kurtulmuş, kaç hasta şifa bulmuştu.
Ahmet Hoca işler durulduğu zaman başka şehirlere gidiyor, gözüne kestirdiği insanları hasta olduklarına, büyülü ya da cinli olduklarına ikna edip N şehrindeki otele davet ediyordu. Böylece otelin sahibi Ahmet’le yaptıkları anlaşmaya da sadık kalmış oluyordu.
Ahmet Bey kızına şehri gezdirirken aklı oteldeki okunmuş portakallarda ve çevrilen dolaplardaydı. Ne yapıp etmeli insanları uyandırmalıydı. Durumun farkında olan eşi “Ahmet Bey, bugün şehri gezdik bitti, yarın da erkenden yola çıkarız inşallah. Kimseye bulaşma, boş ver,” dediyse de Ahmet Bey kabul etmedi. Belli ki duygularıyla oynanan, kandırılan insanlar vardı buna göz yumamazdı. Önce Ahmet Hoca her kimse onu bulmalı sonra da ona göre bir yol izlemeliydi. Otele girince hâlâ portakalların başında bekleyen Veli’ye ters ters bakıp asansöre doğru yürüdü. Bebekli bir çift de asansör bekliyordu.
Ahmet Bebek annesinin kucağında dışarıdan oyuncak bebek gibi sakin ve tatlı bir şekilde dururken içinden Ahmet Hoca’ya sövüyor, anne babasına kızıyordu. Babası “Okunmaya başlayalı üç gün oldu çocuğun beti benzi yerine geldi Hatun. Bi haftaya hiçbi şeyi kalmaz” dedi. Annesi “Hee çok şükür. Ahmet Hoca sağolsun, o olmasa biz nerden bileceedik yavrumuzun hasta olduğunu. Allah onu başımızdan eksik etmesin,” dedi.
Ahmet Bebek çok sinirliydi. O, genizleri yakan tütsülerle dumanlanmış kasvetli odaya girmek, üç kâğıtçı Ahmet Hocanın kucağına bırakılmak istemiyordu. Geçen sefer sakalını çekince hocanın onu çimdiklediğini kimse fark etmemişti. “Ama ben bu sefer biliyom yapacağımı. Tütsülerinin kokusuna koku katmazsam, o herifin üstüne kusmazsam bana da Ahmet demesinler” dedi.
Ahmet Dede elindeki iki bidonu dağdan topladığı böceklerle doldurmuştu. Kimse fark etmesin diye hava kararana kadar bekledi. Otele geldiğinde Veli telefona gömülmüştü, Ahmet Dede bidonlardan birinin kapağını açıp sessizce portakalların yanına koydu. Diğer bidonu da mutfağa bıraktı. Yavaşça resepsiyondaki mikrofona doğru yaklaştı.
Ahmet odasında ayaklarını uzatmış nişanlısıyla konuşuyordu. Nişanlısı, Ahmet yeni yapılan siteden daire almadıkça evlenmeyeceğini söylüyordu. Ahmet bir taraftan onu ikna etmeye çalışırken diğer taraftan dedesinin üstüne kredi çekmenin planlarını yapıyordu. Lafı değiştirmek için Fahriye’ye en son aldığı saati beğenip beğenmediğini sordu. Fahriye “Beğendim ama takamam, aynısından Naciye’nin de var,” dedi. Sonra dün gittiği düğündeki arkadaşlarının neler giydiğini, kimin rüküş, kimin gösteriş budalası olduğunu anlatmaya başladı. Bu demek oluyordu ki Ahmet’in “Hı hı. Evet hayatım. Doğru. Haklısın” cümlelerini bin beş yüz yetmiş beş kere tekrarlayacağı zaman gelmişti.
Ahmet Bey asansörde Dursun’u sorguya çekti. Çocuklarının ne rahatsızlığı olduğunu, Ahmet Hocayla nasıl tanıştıklarını, kendilerinden para isteyip istemediğini öğrendi. Sonra eşi ve kızını odalarına gönderip kendisi Dursun’la Hatun’un peşine takıldı. Ahmet Hoca, Ahmet Bey’i görünce yüzünü ekşitti “Hasta varken başkasını almıyoruz kardeşim. Sıranı bekle kul hakkına girme,” dedi. Ahmet bey “Kuran’ı para karşılığında satmak ne hakkıdır hoca? Kuran şifadır evet ama sen bu şifayı parayla sat diye değil,” dedi. Ahmet Hoca “Biz sizin gibi cahillerle muhatap olmayız, dışarı çıkın,” dedi. Ahmet Bey “Utanmıyor musun insanları kandırmaya,” deyince Ahmet bebek “Oh bee. sonunda bi akıllı bulduk. Konuş abi konuş arkandayım” dedi içinden ve sözünü tutmak için bezini doldurmaya başladı. Ahmet Hoca sinirlendi, bağırmaya başladı “Bre cahil! Çık dedim sana. Şeytanları getiriyorsun odama.” Hocanın bağırtılarını duyan Ahmet, nişanlısının telefonunu kapatıp koştu. Tütsü kokusuyla bebeğin bezinin kokusu birbirine karışmış, kokudan odaya girilmiyordu. Kapıdan “Hayırdır hocam,” dedi. Hoca, Ahmet Beyi işaret ederek “Çıkar şu gafili odadan,” dedi. Ahmet, Ahmet Beyin koluna girip “Gelin beyefendi, dışarıda konuşalım,” dedi. Ahmet Bey “Sen onu bunu boşver de okunmuş diye beş katı fiyatına sattığın portakalların hesabını ver önce,” dedi. Ahmet telaşa kapılıp “Yok efendim onu biz değil Hoca satıyor. Biraz aksidir kendisi, hatırı kırılmasın diye bir şey demiyoruz,” dedi sessizce. Ahmet Hoca sinirden kıpkırmızı olmuş ara vermeden bağırıyordu. Ahmet bu işin içinden nasıl sıyrılacağını düşünüyordu.
O esnada bir anons duyuldu. Hoparlörlerden gelen bu titrek ses Ahmet Dedenin sesiydi “Sayın müşteriler. Otelimizi böcekler basmış bulunmaktadır. Ahmet hocanın okuduğu tüm portakallar, tuz ve şekerler böceklenmiştir. Sebeb-i hikmetini de artık siz düşünürsünüz. En kısa zamanda oteli boşaltmanızı rica ederiz.” Ahmet koşarak dedesinin yanına gitti. “Ne böceği? Nereden çıkardın?” demeye kalmadan fütursuzca tabanda gezmekte olan simsiyah böcekleri gördü. Toparlanıp çıkmakta olan müşterileri “Gitmenize gerek yok efendim, bu gece halledeceğiz,” diyerek ikna etmeye çalışıyordu. Ahmet Bebek bu olaya çok sevindi, çünkü ailesi de bir an önce toparlanıp çıkmak için aşağı inmişlerdi. Ahmet Bey de olayın bu şekilde çözülmesinden memnum olmuştu. Eşi ve kızıyla aşağı indi Ahmet Hoca’nın ters bakışlarına aldırmadan çıkacaktı ki Hoca, önüne geçip bağırdı “Cemaati Müslimin! Beni dinleyin! Bu böcekler sizin bildiğiniz böceklerden değildir. Bunlar mübarek zatların ruhlarıdır. Bizim okuduğumuz yiyeceklere şifa dağıtmak için gelmişlerdir,” dedi. İnsanlar Ahmet Hoca’yı dinlediler fakat pek de inanmış görünmüyorlardı. Ahmet Hoca umarsızca yere eğildi böceklerden birini eline aldı ve merakla kendisini izleyen insanlara gösterip “Şifalı bunlar” diyerek böceği yedi.
Emine Ecran Çeliksu