Yarığın Berisindekiler

Hacer Noğman

*Bu metindeki Ahmetlerin gerçek kurum ve kişilerle bir ilgisi yoktur.

YARIĞIN BERİSİNDEKİLER

Yolculuğa saatler kalmıştı. Ahmetler bavullarını hazırlamış, yolculuk için boşaltılan genişçe araziye gelmişlerdi. Alabildiğince düz bir arazi. Bu kadar. Gidecekleri yerin adını hiçbir Ahmet bilmiyordu. Sadece belli bir para karşılığında bu işi kabul etmişlerdi: Adını bilmedikleri bir yarığın ötesine geçip orada mahsur kalan ecnebi vatandaşları kurtaracaklardı. Ne kahramanca ama değil mi? Ahmetlere teklif edilen para dudak uçuklatır cinstendi. Onların dudaklarını… Bilmem kaç milyon dolar. Ne avrat ne ana ne bacı ne kardaş ne de baba. Her şeyi silik bir görüntüye çevirdi o bilmem kaç milyon dolar. Yanlarında birer bavulla bu genişçe arazide bekliyorlardı. Ahmet 66, Ahmet 42, Ahmet 50, Ahmet 18 ve Ahmet 68. Hepsi geldikleri yerin plaka kodlarının yazılı olduğu tişörtler yaptırmış, onları giyiyorlardı. Burası neresi miydi? Etimesgut’ta özel bir arsa.

Roket etraftaki tozu toprağı kaldırarak inişini gerçekleştirdi. Bizimkiler nasıl heyecanlı. Dünya mı Ay’ın etrafında dönüyor, Güneş mi Ay’ın etrafında dönüyor… Bu olaylardan bihaber vaziyette bindiler rokete. Büyükçe bavulları, görevli başka kimselerce alınıp roketin kargo kısmına yerleştirildi. Roketin rahat koltuklarına bıraktılar kendilerini. Ahmet 50, içinden ulan ne havalı be, dur bi sıtori atam, uzaya gidiyog diye, diye telefonuna davrandı. Fakat cepleri boştu. Hepsinin telefonu alınmıştı. Görevlilerin, orada telefonun bir işe yaramayacağını söylediklerini hatırladı Ahmet 50. Derin bir iç çekişle durumu kabullendi. Anasını düşündü. Sonra babasını. Daha sonra, alacağı parayı. Bilmem kaç milyon dolar. Kaç dönüm arsa alınırdı bu parayla, peh. Ahmet 50, arsa hastasıydı. Gideceği yarığın ötesinden de beş on dönüm arsa alma niyetindeydi.

Ahmet 66, geride bıraktığı yavuklusunu düşünüyordu. Alacağı milyon dolarla yapacağı düğünü. Yavuklusuna bir yarığın ötesinden falan bahsetmemişti. Onu birkaç günde, ecnebi memleketine çalışmaya gideceği yalanına inandırmıştı. Belki bazen mektup gönderebilirmişmiş ona. O da, ecnebilerin o gevur patronu izin verirseymişmiş. Ahmet 66 profesyonel bir yalancıydı. Onu neden bu ekibe kattıklarını kendi de çok kez düşündü. Fakat, benim gibi insanı almayacaklardı da kimi alacaklardı, diye de kendini kabartmaktan geri durmadı.

Ahmet 18. Evsiz. Bavuluna kilolarca böcek doldurdu. Götürebileceği hiçbir şeyi yoktu. Kulak kabarttığı bir yerden böceklerin yenilebileceğini duymuştu. O da o yarım akılla, bir haftada dağ bayır gezip bulduğu bütün böcekleri bavula doldurdu. Bavul da araklama bir bavuldu.

Ahmet 68. Halde amele. İdi. Artık değil. Artizce bir istifanın ardından haldeki bütün portakalları alıp bavula doldurdu. Ve yarığın ötesi için gün saydı. Alacağı bilmem kaç milyon dolarla kaç hâl kurardı, kaç amele çalıştırırdı… Bunun hayaliyle uyuyamıyordu geceleri. Şimdi de bunu düşünerek roketin rahat koltuğuna yaslandı ve gözlerini kapattı.

Ahmet 42. Memleket hasreti şimdiden sarmıştı onu. Aslen Angaralıydı ama babası Konya’ya göçmüştü. Cebinde dolu bir fılaşbellekle oturuyordu. Fırsat bulursa fılaştan müzikler açacaktı. Rokette hoparlör sistemi var mıdır acaba, diye düşündü. Birkaç saat sonra şarkı teklifini ederim, diye düşünüp yaslandı arkasına.

Bu beş kişiden sorumlu bir adam vardı. Kanada’dan gelmişti. Ahmetler bu adama dair bir tek bunu biliyordu. Bu bilgiyi ise Ahmetlerin toplanma işini organize eden Yer Elması Faruk vermişti, Ahmetler’e. Astronot Micheal.

Rokette, Ahmetlerin anlayamadığı cümleler duyuldu. Ecnebice herhalde, diye düşündü Ahmet 66. Bizimkiler hiçbir şey anlamadı. Sadece ‘Maykıl’ kelimesi Ahmet 68’e tanıdık geldi. Ahmet 42 maykıl kaykıl gibi bir şey söyledi. Ahmet 50, ensesine kuvvetli bir şamar geçirdi. Ahmet 42 çarpılmışa döndü. Bütün Ahmetler bir ağızdan kahkaha attı.

Mürettebattan olduğunu düşündükleri birisi, elinde gri kıyafetlerle Ahmetlerin yanına geldi. Kıyafetleri ortaya bırakıp geri döndü. Herkes kendi plakasının yazılı olduğu kıyafetleri giydi.

Pekçe kalın, içinde hareket etmekte güçlük çekecekleri kıyafetlerdi bunlar. Ahmet 68, lan bi adam vardı tustafa mopaloğlu, ona döndük, deyip yüksek bir kahkaha patlattı. Buna gülen bir Ahmet çıkmadı.

Roketten havanalacağına dair sesler çıkmaya başladı. Bizimkiler bunu anlamış olacak ki dualar dudaklarının dibinde bitti. Biri ellerini yüzüne sürerken-astronot kaskına benzer bir şeyin üzerinden- diğeri gözlerini sıkıca kapatmış kalbinin ritmini normale döndürmeye çalışıyordu. Ahmet 42 ise fılaşbelleğini sonradan giydiği kıyafetin cebine koymuş, o anı bekliyordu.

Roket yüksek gürültüyle havalandı. Ahmetlerin hepsi birden oturdukları koltukların kol kısımlarını sıktı. Öyle sıktılar ki kasları gerim gerim gerildi.

Zamanın, gittikleri yere göre değişeceği bir yolculuğa başladılar. Çok geçmeden Ahmet 18, orada namaz vakitleri neye göre ayarlanıyor, diye düşündü. Düşünmekle kaldı. Sonra, ulan şerefsiz, seccade bile almadın yanına. Cuma neyin kılardın orda, diye geçirdi içinden.

Tekrar anlamadıkları bir şeyler yankılandı rokette. Bizimkiler uykuya daldı. Ne kadar zaman geçtiğini asla bilmedikleri bir yolculuktaydılar. Uyandıklarında mola verdiklerini düşündüler. Bir dinlenme tesisindeymiş gibi düşündü Ahmet 50. Tuvalet ihtiyacını karşılamak için roketten dışarı çıktı. Ayakları yere basmıyordu. Kulaç atarmış gibi ilerledi. Etrafa bakındı. Roket, büyükçe bir yapının önündeydi. Pilot da roketi iyi park etmiş hee, diye düşündü Ahmet 66. O da kulaç atar gibi Ahmet 50’nin yanına gitti. Gitmek denemezdi aslında buna. O sırada çoktandır dışarıda olan Ahmet 68, diğerlerine laf attı: Lan denizkızı gibi süzülüyonuz, hele tiplere bak ahahahahah, diye kahkaha attı. Kahkahası yarım kaldı. Micheal bizimkilerin yanına geldi. Micheal’ın hemen ardından çeviri robot geldi. Micheal büyükçe yapıyı işaret ederek konuştu, robot çevirdi: “Ufak bir sapma sorunu yaşadık. Yarığın ötesine geçemedik. Şimdilik burada dinleneceğiz. Bir sonraki hareketimiz ne zaman olur bilmiyorum.”

Ahmet 50’nin kaşları kalktı: görüyonnu, biz ecnebileri kurtacaz diye çıktık şu yola, kurtarılacak gonuma düştük. Hâlimize ağlayanımız bile olmaz. Ahlanıp vahlandı. Diğer Ahmet 18, acaba marsı geçtik mi, diye düşündü. Etrafa bakındılar. Parlak yıldızlar dört bir yanlarını kuşatmış gibiydi.

Rokette görevli olan yabancı bir adam, bavulları tek tek büyükçe yapıya götürdü. Ahmetler peş peşe girdi o yapıya. Onların hemen peşinde de çeviri robotu vardı. Robotun ilgili tuşuna bastıklarında söyleneni çeviriyor, yetkili birime ulaştırıyor ve söylenen dilde yanıtı veriyordu.

Ahmetlerin hepsi ayrı ayrı odalara yerleştirilmişti. Bizimkiler bu büyükçe yapıyı otele benzetiyordu. Odaların tavanları camdan, yıldızların parlaklıklarına göre kendini ayarlayabilen özel bir teknolojiye sahipti. Bizimkiler hayran olmuştu bu otel dedikleri yere.

Bir gün lobiye benzer yerde oturmuş, otelin kaç yıldızı olabilir diye konuşuyorlardı. Ahmet 42, olum dışardan birkaç yıldız alıp takalım şunun giriş kapısının üstüne n’olur sanki, diye lafa girdi. Ahmet 68 hemen ardından, la otelin yıldızı değil de yıldızların oteli olmamış mı, ahahahahahahaha, diye yüksek bir kahkaha patlattı. Ahmet 18 bu espri üzerine onun ensesine geçirmemek için zor tuttu kendini.

La olum sahiden, biz şindik nabacaz? Ne olacak akıbetimiz? Beş dane Ahmed’i topladırlar, nerede olduğumuz belli değil. Yemeğimiz neyin yok. Dönebilcez mi memlekete? Ahmet 50’nin lafları uzun bir sessizliğin menşei oldu. Derin iç çekişleri böldü sessizliği. Ahmet 42 atılıp, dur abi ya, şunu takacak bi yer bulamayız mı yav, deyip cebinden fılaşbelleğini çıkardı. Ahmet 66 mağrurane tavırla, güya ne o elindeki, disket gibi bir şey mi, dedi, oturduğu yerde yayılarak. Ahmet 42 ayaklanmış etrafa bakarken Ahmet 66’da durdu bakışları, tükürürmüş gibi yaptı; ulan biz bilmem kaç yıl ileri geldik sen o kadar geri gittin. Disket hangi yüzyılda kaldı. Hem şuna bak, parmağımın yarısı kadar. Disket de mi görmedin cahal? Ahmet 18 güçlü bir kahkaha patlattı, Ahmet 66’nın rengi attı. Ahmet 68 oturduğu yerde dikeldi, la olum sahi, biz yıllarca ileri mi geldik, hangi zamandayık? Uzayda mıyız şindik? Tekrar derin iç çekişler duyuldu.

Zaman geçti. Ne kadar geçti bilmediler. Arada çeviri robotunu çağırıp ona ne kadar zaman geçtiğini sordular. Onlara dünya hesabıyla geçen saati söylemenin pek mantıklı olmadığını düşünen Michael, burada geçen vakti demekle yetindi. Bir gün, üç saat yahut beş saat.

Zaman geçtikçe otele alışmaları gerekirken hepsinde huzursuzluk hâli vuku buldu. Yemek diye yediklerinde ne tat vardı ne de tuz. Ne yumurta akının o kötü tadına benzer kahvaltıdan ne de adını koyamadıkları o akşam yemeğinden tat alıyorlardı. Zaten kahvaltı yahut akşam yemeğini hangi zaman dilimine göre veriyorlardı, onu da bilmiyorlardı. Yıldız denilen parlaklıklar eksik olmuyordu etrafta. Öyleyse hep gece miydi, diye bir sonuca varıyorlardı; yaptıkları münazaralar sonucunda.

Yine böyle bir günde, masa başında otururken Ahmet 18 sessizliği böldü: Beyler, böyle olmayacak. Şu yediğimiz yemek mi, Rabbim günah yazmasın. Ölem de şunu yemeyem. Diğer Ahmetleri yokladı, devam etti, bakın ne diyecem, bavulumda yiyecek şey var. Ahmetler gözlerini belertti. Ahmet 68’in tepkisizliği Ahmet 18’in dikkatini çekti. Ahmet 50 önündeki tabağı göstererek lafa girdi: Ne demek len yiyecek bi şey var, e getir de yiyek. Bunu bize reva görüp tek kendin mi yiyon, alnını karışladığım. Ahmet 18 boğazını temizleyip konuştu: Öyle normal bi şey değil ama… Ahmet 66 kaşlarını çattı, dayanamadı: Konuşsana gadasını aldığım, ne bekliyon. Ahmet 18 tekrar yutkundu, böcek getirdiydim yanımda. Size aceyip gelir diyine bi şey demediydim. Ahmet 68, fırsat bu fırsat diye düşünüp, ben de portakal getirdiydim memlektten, diyecektim de fırsat olmadı, diye araya girdi. Ahmet 18, ulen zaten senin bi şey sakladığını anladıydım da bi şey demediydim. Neyse, artık bunlarla idare edecez, dedi sitemkâr bir ifadeyle.

Geceler geceleri kovaladı, bizimkiler geçen zaman için böyle dedi. Ne gündüzü vardı buranın ne gecesi. Herhalde gecedir, diye düşündüler hep. Kahvaltı dedikleri öğünde bayatlamış böcekleri yiyorlardı. Akşam dedikleri öğünde de portakalları.

Ahmet 18, yatağına uzanmış cam tavanından yıldızları seyrederken tavanda ufak bir şey gördü. Gözleri büyüdü, hemen ayağa kalktı ve ona daha yakından baktı. Bir böcekti. Bavulundan çıktığını düşünerek yutkundu. Ulan, bu da nedir. Seni besleyek, yavruların olsun… Allaaaaaaaaahhhh be, çok şükür ya rabbim! Beyleeeeer, beyleeeeeer… diye fırladı odadan. Bütün Ahmetleri bir yere toplayıp olanları anlattı. Hepsi heyecanlandı, Ahmet 68 daha fazla heyecanlandı. Canlı böcek olduğunu duyunca portakallardan da bir şey çıkabilir diye düşündü. Bu fikri diğerleriyle paylaşmadı. Boşa heveslenmesin zavallılar, olmazsa üzülürler, diye düşündü. Ahmet 68 aslında özünde iyiydi.

Bu olay üzerine kutlama yemeği olarak portakallı böcek yediler. Eşsiz bir lezzetti onlar için. Yüksek kademeli bir lükstü.

Ahmet 18, o canlı böceği alıp Micheal’dan istediği cam fanusa benzer bir şeyin içine koydu. İçine de birkaç böcekle portakal kabuğu attı. Otelin yemeklerinden de ekledi. Çok geçmeden böcek çoğalmaya başladı. Ahmetler şaşırdı bu duruma. Böceğin çoğalması için en az bir böcek daha gerekliydi, böyle düşünüyorlardı. Bunu bir mucize olarak nitelendiriyorlardı; Allah’ın sevdiği kullar olduklarını düşünüyorlardı. Ama hiçbiri akıl edemiyordu; bu böceğin yumurtlamak üzere olan dişi bir böcekten başka bir şey olmayacağını.

Ahmet 68 portakalla hiçbir şey yapamadı. Küçük yaşta aldığı derslerdeki kalıntılar beyninin bir yerinden şaha kalkmış olacak ki bitkinin büyümesi için güneşe ihtiyaç olduğunu hatırladı. Bunu hatırladığında ise cam tavanından yıldızları seyrediyordu.

Bizimkiler her zamanki gibi zamandan bihaberdi. Ahmet 42 otelde dolanıp çeviri robotunu buldu. Ona, burada bu fılaşbelleği takabileceğim bir yer yok mu Allah aşkına, diye sordu. Robot birkaç saniye sonra, o çeviri sitesindeki kadının itici ses tonuna benzer bir tonla konuştu: Bağlamak istediğiniz aygıtı lütfen yeşil yanan yere koyunuz. Ahmet 18 robotun dediğini yaptı. Kalbi hızlı hızlı atmaya başlamıştı. Ne uzun zaman olmuştu oyun havası duymayalı, diye mırıldandı. Olası bir ihtimale karşı sürekli cebinde taşıdığı tahta kaşıklara gitti eli. Yüksek ses yankılanmaya başladı otelde: Arabacı, arabayı koş getir, ben ölüyom, mezarıma taş getir… Ahmet 42 cebinden çıkardı kaşıkları, başladı oynamaya. ...seni gidi topal, seni hay topal…

Ahmetler yavaş yavaş toplanmaya başladı. Müzik, otelin her yerinde yankılanıyordu. Ahmetler yüzünde sırıtışlarıyla oynuyorlardı. ...saraycıktan bir yol iner sincana, sakın yanlış yapma muhtar amcana… oynadıkça keyifleniyor, keyiflendikçe oynuyorlardı.

Müzik kesilince oturdular. Terler vücutlarında öylece kaldı, düşmüyorlardı. Ahmet 66 nefes nefese kalmış, ne iyi geldi biliyon mu, dedi. Hepsinin yüzünde Ahmet 66’yı onaylarcasına bir ifade vardı.

Michael yanlarına geldi, ardında hemen çeviri robotu vardı. Robota konuştu, birkaç saniye sonra robottan konuştu: Yarığın ötesindekilerden haber var: Ne zamandır bizi bekliyorlar fakat hata olduğu bilgisi ancak gitti onlara. Bize yardımcı bir mürettebat gönderdiklerini fakat buraya gelecekleri süreyi kestiremediklerini söylediler. Fakat iyi bir haber var, Türkiye’den beş kişi geliyormuş bizi kurtarmaya...

Ahmet 55 umursamaz bir tavırla, beyler benim düğün işi yattı. Biz buralıyık artık, geçmiş olsun, deyip acı bir kahkaha attı. O an düşünceler ayaklanmış, tıpkı deminki Ahmetler gibi oynamaya başlamıştı: Uzaydan alınacak dönüm dönüm arsalar, sayısız hâl, ameleler, kiminin ana hasreti kiminin yavuklu özlemi…

Robotun ilgili tuşuna basıp konuştu Ahmet 18: Gelsinler gelebiliyorlarsa. Yola çıkmadan bazlama neyin getirsinler. Ahahahhaha… olum maykıl, bizi nası kekledin bilmiyom ama onları bırak bari. Hiç Allah’tan korkmaz mısın? Micheal hiçbir şey söylemeden gitti.

Zaman, zamanlardan bir zamanken otelin önüne bir araç indi. Bizimkilerin dili roket demeye varmıyordu, onların roketinden farklıydı. Ahmetler sıraya dizilmiş aracın önünde dikiliyorlardı. Aracın kapısı yavaşça açıldı. Beş kişi indi. Ardından üç kişi daha. Bizimkilerin çeviri robotu o üç kişinin yanında durdu. Ecnebice lafları dinleyip Türkçe konuştu robot: Ufak bir sapma sorunu yaşadık. Yarığın ötesine geçemedik. Şimdilik burada dinleneceğiz. Bir sonraki hareketimiz ne zaman olur bilmiyorum. Ahmet 42 gürültülü bir kahkaha patlattı. Herkes birden Ahmet 42’ye döndü, Ahmet 42 konuştu; “Geçmiş olsun hemşehrilerim…”