Sessiz

Havva Gök

Kerpiçten yapılmış sarı evler, ucu bucağı olmayan dağlar ve bozkır… Osman böyle bir yerde dünyaya geldi. Anne babasını da bu topraklarda kaybetti. Daha yeni doğmuş bir bebekken, onu yalnızlığa terk ettiler. Onlar da gidince sessiz dünyası daha da sessizleşti.

Osman Anne babasını hiç hatırlamıyordu. Ancak amcasının fotoğraf albümünden gösterdiği kadarıyla onları bilirdi. O daha altı aylıkken bir trafik magandası yüzünden ölmüştü ikisi de. Annesinden daha çok babasını merak eder, onunla tanışmak isterdi hep. Babası gibi kaptan olacağının hayalini kurardı. Bu yüzden gizli gizli dağın ardındaki gölete gider, orada kâğıt gemilerini yüzdürürdü. Kâğıt gemiler; sessiz dünyasının çığlıklarıydı.

Yan evdeki komşu çocuktan yalvar yakar kâğıt gemi yapmayı öğrenmişti. Ama konuşamadığı ve duyamadığı için çok zor anlaşmışlardı. Çünkü komşu çocuk işaret dilini pek bilmiyordu. Ama başardı kâğıttan gemiler yapmayı. Ne de sevinmişti o gün. Yüzünde güller açmıştı. Her zamanki gibi buruk bir gülüş değildi. Başarının verdiği haklı gurur vardı yüzünde. Lakin amcası ne kâğıttan gemiler yaptığını ne de her gün aynı saatte gölete gidip o gemileri yüzdürmeye çalıştığını bilirdi.

Gölete gitmek için çabucak hazırlandı. Kâğıt gemilerini de aldı ve evden amcasına yakalanmadan çıktı. Ya da o yakalanmadığını sanıyordu. Amcası her gün nereye gittiğini merak ediyordu, bugün öğrenmek için peşine takılmıştı Osman’ın.Çocuğun ise ruhu duymuyordu. O kadar kendinden geçmiş heyecanla ilerliyordu. Kerpiç evlerin arasından dağa doğru yürümeye başladı. Dağı da aştı mı gölete vardı demektir. Ucu bucağı görünmeyen, durgun gölete iç çekerek baktı. Göleti deniz olarak hayal etti önce. Elindeki kâğıttan gemileri yavaşça gölete bıraktı. Ellerini çenesinin altında birleştirip derin hülyalara daldı.

Amcası hayretle seyretti Osman’ı. Yeğeni bu kağıt gemileri yapmayı ne zaman öğrenmişti? Demek o da babası gibi gemilere meraklı, diye düşündü amcası. Akıbeti benzemesin dedi Adam. Birini daha kaybetmeye hazır değildi. Hele Osman’ı kendi oğlu gibi severken, yokluğuna dayanamazdı.

Uzun bir müddet Osman kâğıt gemileri izledi. Amcası da onu orada bekledi. Adam, hava kararmaya yüz tutunca Osman’ı yavaşça omzundan dürttü. Osman aniden irkildi. Kim bu, diye düşündü. Arkasını döndü ve amcasını görünce yavaşça nefesini dışarı verdi. Amcası değil de yabancı biri olsaydı kendini nasıl korurdu? Ne sesi çıkıyordu ne de duyuyordu…

Amcasının elini sıkıca tuttu. Bir anda içinde oluşan korkuya anlam veremedi. Son bir kere suyun üzerinde süzülen kâğıt gemiye baktı. Amcasının ona gülen suratına baktı ve o da hafifçe tebessüm etti ona. Bir daha buraya gelemeyecekti Osman. Nereden bilebilirdi ki? Kader ağlarını başka civarda örmüştü.

O günden yaklaşık bir ay sonra amcasını da kaybetti Osman. Çok zamansız bir kayıptı. Kalp krizinden imiş meğer. İşte şimdi kolu kanadı kırılmıştı. Nasıl yapacaktı amcası olmadan? Başka kimi kimsesi de yoktu ki ona sahip çıksın. Amcası tabutla mezarlığa götürülürken de, dizlerine vurup bir şeyler söyleyen kadınları görünce de olanlara mânâ veremedi. Yıllar sonra anlayacaktı amcasının geri gelmeyeceğini. Belki bu bir oyundur ya da her zaman gördüğü ilginç rüyalardan biridir. Hem amcası neden toprağın altına konuluyordu ki? Daha amcasıyla beraber gemi yapacaktı.

Amcası öldükten sonra, onun gibi engelli çocukların olduğu bir yurda bıraktı köyün muhtarı. Muhtar onu tam yurda bırakıp dönecekken paçasından tuttu ve beni bırakma demek istedi. Ama diyemedi. Hayatında bir amcası o yeşil tabutla evden çıkarılırken konuşmak istedi. Amca beni bırakma, diye haykırmak isterdi o gün. Bir de şimdi muhtara beni bırakma demek istedi.

Yıllar onu daha da çıkmaza sürüklüyordu. Buraya geldiğinde on yaşındaydı. Şimdi bugün tam on beş yaşında. Derslerinde tüm arkadaşlarından daha iyiydi ama bu kadardı. İlerisi gerisi yoktu. Kaptan olma hayâlini bile istemiyordu. Sadece buradan kurtulup tekrar bozkıra kavuşmak istiyordu. Kâğıt gemilerini alıp o meşhur gölette yüzdürmek istiyordu.

Yine dalıp gittiği düşünce deryasından arkadaşı Hasan’ın onu dürtmesiyle kendine geldi. Hasan da kendisi gibiydi, sağırdı ve konuşamıyordu. Ama ikisi de işaret dilini iyi biliyorlardı. Hasana dikkat kesilip dediklerini okumaya çalıştı.

-Birinci katta tenis turnuvası yapıyorlar biz de katılalım mı? Hem kafan dağılır, hem de ders ders nereye kadar lan. Şu umutsuz vaka halinden çık artık kardeşim. Böyle gitmez. Kafayı yersin ha benden söylemesi.

Boş gözlerle baktı kafasını iki yana salladı ve ona cevap verdi :

-Biliyorum ben de böyle olmayacağını ama yapamıyorum sanki hâlâ amcanın öldüğü gündeyim. Zaman ilaç falan olmuyor ulan. Aksine daha da kalbimde bir yara bir boşluk açıyor. Beni boşver sen devam et kardeşim. Turnuva falan da umrumda değil. Sadece bir an önce mezun olup o şehre gitmek istiyorum. Gerekirse o şehirde hem okur hem de çalışırım. Ama burada devam edemem.

Hasan, Osman’a inanmaz gözlerle baktı. Hiçbir zaman tam hikâyesini anlatmamıştı. Ve bu kadar net ilk defa olmuştu. Osman'a ne kadar ısrar etse de başarılı olamayınca umutsuzca omuzlarını düşürüp odayı terk etti.

Osman ise ne kadar Hasan’a yanlış davrandığını bilse de geri adım atmadı. Amcasından öğrenmişti geri adım atmamayı. Kendini yatağa attı sertçe ve uykunun kollarına kendini bıraktı. Uyandığında okula geç kaldığını fark etti ve yemekhaneye uğramadan hızlıca kendini yurdun dışına attı. Tam okul kapısından içeri girerken, onu yıllar önce yurda bırakan muhtarı gördü. Yine hiçbir şey diyemedi. Fakat bu sefer muhtar anladı onu… Osman buraya tutunamadım beni götür der gibi mahzun, hüzünlü bakıyordu. Utandı muhtar o gün bırakıp gittiği için ama ne çare olan olmuştu...