Umut

Büşra Baysal

Güneş çoktan parlak yüzünü göstermişti. Horozlar bunu ahaliye haber etmek için tüm güçleriyle ötüyordu. Ama bazıları bunun yerine gerçek olmayan horoz sesiyle uyanmayı yeğliyordu. Gerçeği varken sahtesine ne hacet.

İşte bu adam Kemal'in amcasıydı. Adam, alarmını kapattı, biraz daha uyudu. Çok geçmeden tekrar uyandı ve kahvaltıyı hazırlamaya koyuldu. Kahvaltı hazır olunca yeğeni Kemal'e seslendi.

- Kemal, hadi gel kahvaltı hazır. Kemal kahval...

Sonra yeğeninin duyamadığını hatırladı. Gerçi bu unutulmazdı. Demek ki onunla birlikte yaşamaya başlayalı çok olmamıştı. Kemal o sırada dolabının aynasında saçını düzeltiyordu. Amcası odasına girdi ve işaretlerle ona gelmesini söyledi. Kemal amcasının onu kahvaltıya çağırdığını anlamıştı zaten. Birlikte mutfağa gittiler. Amcası ekmeğin arasına yumurta, domates koydu ve Kemal'e verdi. O da afiyetle yedi. Sonra akşamdan yaptığı kâğıt gemisini de alıp yola koyuldu.

Hayat yaşına başına, cinsine, ırkına bakmadan insanı büyük acılarla sınayabiliyordu. Daha acının ne olduğunu doğru düzgün kavrayamamışken acıyla bütünleşiyordun. Yaşamın boyunca yerini dolduramayacağın boşluklar oluyordu yüreğinde. Kemal de tüm bunlarla belki daha fazlasıyla yaşamak zorunda olan çocuklardan biriydi. O daha çocukken hem yetim hem öksüz kalmıştı. Kemal'e amcası sahip çıkmıştı ama o, anne ve babasının yerini tutar mıydı? Tutmasa da fark edecek bir şey yoktu onlar bu dünyadan göçmüştü bir kere. Kemal de minik bir umuda sımsıkı sarılmıştı. Her gün kâğıttan bir gemi yapıyordu. Elinde o gemiyle köylerindeki göle gitmek için yola çıkıyordu. Göle giden yol epeyce uzundu. Hem yolla bitse yine iyiydi. Oraya ulaşmak için kocaman bir dağı da aşman gerekiyordu. Ama Kemal bana mısın demeden her gün bu zorlu yolu yürüyordu. Yaptığı kâğıt gemiyi suya bırakıyor ve onun suda yüzmesini izliyordu. Onu izlerken gözlerinde sevinç parıltıları beliriyordu. Kemal, ailesinin o gölün ötesinde olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden onun yanına dönsünler diye onlara, kâğıttan yaptığı gemiyi gönderiyordu. Ardından geminin ailesini getirmesini büyük bir sabırsızlıkla bekliyordu. Ailesi gelmeyince tekrar tekrar o yolları aşıp kâğıt gemileri göle bırakıyordu. Gemi onlara bir gün ulaşırdı elbet, Kemal böyle düşünüyordu. Bunun adı umut değildi de neydi? Masumca bir umuttu işte.

**********

Ördekler kendileri için yapılan barakaya doğru paytak paytak yürüyordu. Barakanın alt kısmında küçük bir pencere vardı. Ördekler bu küçük pencereden geçebilmek için kafalarını biraz indiriyordu. Kuşlar ötüşüyor, ağaçların yaprakları hışırdıyordu. Kediler sıcaktan mayışmış bir şekilde ağaçların altında gölgeleniyordu. Ama biraz sonra hiç beklenmedik bir şey oldu. Gök gürüldedi ve şırıl şırıl yağmur yağmaya başladı. Dışarıda kalan ördekler hızla barakaya girdi, kuşların ötmesi kesildi, artan rüzgârın etkisiyle yapraklar daha çok hışırdadı, kediler yağmurdan korunmak için alt kattaki evlerin penceresine koştu. Bu sırada Kemal'in amcası kahvede arkadaşlarıyla oturmuş, oralet içiyordu. Kahveci elindeki tepsiyle masalara çay, kahve, oralet gibi şeyler taşıyordu. Kahvedeki eski, ahşap radyoda ise haberler açıktı. Çay kaşıklarının bardağa çarpmasıyla çıkan ses, radyonun sesini bastırıyordu. Arkadaşlarından biri Kemal'in amcasına, Kemal'in her gün elinde kâğıt gemiyle neden dağın tepesine doğru yürüdüğünü sordu. Amcası da bunun nedenini bilmiyordu. Bu soru iyiden iyiye kafasına takılmıştı. Ertesi gün yine elinde gemiyle dışarı çıkmaya çalışan Kemal'i dışarı bırakmadı. Oysa Kemal'in yaptığı şeyin nedenini öğrenmeye çalışsaydı, onun masum umudunu kırmasaydı ne olurdu ki? Onu anlamaya bile çalışmadı.

Kemal'in en son göle koyduğu kâğıt gemi gölün öteki tarafına çok yaklaşmıştı. Yani Kemal'in ailesine neredeyse kavuşacaktı. Ama Kemal'in umudu kırılınca kâğıt gemi battı ve kıyıya vurdu. Kemal kalbinin derinliklerinde bu acı olayın sızısını hissetti ve onun ailesine kavuşmasını engelleyen herkese küstü. Onun küsmesiyle birlikte doğa da küstü. Köydeki sular kesildi. Köylüler su almak için çeşmelere gitti ama hiçbir çeşmeden su akmıyordu. Kemal'in amcası bahçeyi sulamak için hortumu çeşmeye taktı, çeşmeyi açtı. Önce hortumun içinde kalan su aktı sonra o su da tükendi. Köyde yalnızca bir güvercinin su içmek için konduğu çeşme akıyordu. Doğa, onlara adeta "Masum bir çocuğun kalbini küstürmeye nasıl cüret edersiniz?" diye kızgınlıkla soruyordu.

Kemal kalbi buruk bir şekilde camdan amcasını izliyordu. Amcası Kemal'le göz göze geldi ve onun yüzündeki hüznü gördü. Görür görmez de yaptığına bin pişman oldu. Bu çocukcağızın minik yüreği zaten acıyla kavruluyordu. Kâğıt gemilerden başka arkadaşı da yoktu. Amcası, kâğıt gemilerle uğraşmasını yasaklayarak onun her şeyini elinden aldım diye düşündü. Eve gitti ve Kemal'in gönlünü almaya çalıştı. Tabii bunu konuşarak yapmak mümkün değildi. Onun saçlarını okşadı, gözlerine beni affet der gibi baktı ve kâğıt gemiyi eline verip hadi git anlamına gelen bir işaret yaptı. Kemal'in yüzünde güller açtı, kalbindeki umut tekrar yeşerdi. Kemal, heyecanla evden çıktı. O uzunca yolu hızlı hızlı yürüdü ve kocaman dağı hemencecik aştı. Göle ulaştığında nefes nefese kalmıştı. Ama o bundan hiç şikâyetçi değildi. Kâğıt gemiyi göle koyar koymaz köydeki tüm çeşmelerden gürül gürül su akmaya başladı. Bir sürahinin dibindeki su bile canlandı, fokurdadı. Kâğıt gemi gölde hızla ilerliyordu. Gemi ilerledikçe Kemal o gemi bana ailemi getirecek inanıyorum bu sefer olacak diye mutluluktan yerinde duramıyordu. Ama Kemal'in ailesi gölün öteki tarafında değildi. Öyle olsa bile kâğıt gemi ailesini ona getiremezdi. Gün geçtikçe Kemal bu acı gerçeği de acının ne olduğunu da anlayacaktı.