Sert geçiyordu bizim köyün kışı. Göl donmuştu. Soba başında kitap okuma alıştırmaları yapıyordum. Ne kadar zordu bazı kelimeleri okumak. Zor bir kelime görünce kalbim daha hızlı atardı. Babamın, kış boyunca neredeyse her gün donmuş gölden bahsetmesine anlam veremiyordum ama çok hoşuma gidiyordu göle dair bir şeyler dinlemek. Babam, gölün güneşin altında nasıl parladığını anlattıkça başımı şefkat dolu bir el okşuyordu sanki.
O kış babam bana kâğıttan gemi yapmayı öğretmişti bir de. Defalarca kez bozup yeniden yaptım. Bir gemi ustası değilsem de bir kağıt gemi ustası olduğum kesindi artık. Herkes bilmiyordu nasıl yapıldığını. Mehmet hele, kesin bilmiyordu. Bunu düşündükçe mutlu oluyordum. Kâğıttan gemi yapmayı bilmek Mehmet’e karşı hissettiğim mahcubiyeti azaltıyordu. Ona gemi yapmayı öğretirsem bisikletini sürmek için izin istediğimde artık onun bayık gözlerini görmek zorunda kalmazdım. Ben bayık olmayan gülen gözlerimle öğretecektim ona kağıttan bir gemi yapmayı. Babam kağıttan gemi yapmayı öğrettiğinde gözlerininin içine sevinçle bakmıştım. Bana bir bisiklet hediye etseydi de böyle bakardım.
Dört gözle ilkbaharın gelmesini bekliyordum. Göl çözülecek ve gemilerimi salıverecektim parlak gölün sularına. Her kış gecesi bunları düşünüp uykuya dalarken bir el yine başımı okşuyordu sanki. Bir ses bana masal anlatıyordu. Bu öylesine huzur veriyordu ki kağıttan gemiyi ve o gölü düşünmeden uyumak istemiyordum.
Nihayet ilkbahar geldi. Köy pınarlarından sular coşkun coşkun akmaya başladı. Yatağımdan fırladığım gibi aynaya koştum. Saçımı taradım, önüme ısrarla düşen bir tutam saçı ısrarla geriye doğru düzelttim. Babam kahvaltıya çağırıyordu. Koşarak gittim yanına. Ekmek arası kahvaltılık hazırlamıştı. Bir yandan ekmeği ağzıma sığdırmaya çalışıyor bir yandan da gölde yüzdüreceğim gemiden bahsediyordum. O an masanın başında boş duran üçüncü sandalyeye takıldı gözlerim. Sonra merhamet ve endişe ile karışık bakışlar ilişti gözüme. Ben de bakışlarım ile usulca onaylayarak karşılık verdim ona. Hafif bir tebessüm gördüm. Sonra yeniden sandalyenin boşluğu çarptı gözüme.
Ardından masanın üzerinde duran mektuplara kaydı gözüm. Babam, onlara baktığımı görünce “Haydi sana bu mektupları okuyayım, sen de biraz susmuş olursun da yemeğini yersin bu sırada” dedi. İstanbul’daki asker arkadaşlarından gelen mektuplardı bunlar. Hâlimizi hatırımızı soruyorlardı. Benim gözlerimden öpüyorlardı. “Sandalyedeki boşluğu fark eden gözlerimden öpün lütfen” diye geçirdim içimden.
Aniden bir fikir gelmişti aklıma. Göle bir gemi bırakacaksam neden onun için bir mektup da yazmıyorum ki? Ben de hâlini hatrını sorarım gölün, parlak gözlerinden öperim ben de. Kağıttan da olsa gemimi taşıyacaktı hem. Bunu ona çok görmemeliydim. Muhakkak yazmalıydım bu mektubu. Hemen içeriye geçtim. Bir iki haftadır yanmıyordu sobamız. Babamın eli değmedi bir türlü kaldırmaya. Gemi yaptığım kağıtları altındaki boşluğa ittirmiştim. Bir tane kağıt aldım oradan ve mektubumu yazmaya başladım:
“Merhaba Anne,
Bütün kışı yine babamdan sana dair şeyler dinleyerek geçirdim. Seni çok seviyor olmalı. Olmalı dediysem üzülme hemen. Bana senin parlak gözlerinden bahsederken gözlerinin nasıl parladığını görmeliydin. Hâlâ seviyor seni yani babam. Kağıttan bir gemi yapmayı öğretti bana. O kadar güzel gemiler yapıyorum ki anne! Babamı çok seviyorum. Bana hiç kızmıyor. Köydekiler yaptığım yaramazlıkları konuşuyorlar kahvehanede, başka konuşacak şeyleri yokmuş gibi. Hem de oralet eşliğinde! Babam hiçbir şey demiyor onlara da, bana da. Kızsaydı kağıttan gemi yapmayı öğretmezdi, değil mi? Seni unutur muyum hiç anne, yaptığım gemilerden birini de sana hediye edeceğim. İsterlerse köydeki herkese öğretirim. Mehmet’e de öğreteceğim nasıl yapıldığını. Borcumu ödeyeceğim ve o bayık gözlerini bir daha görmek zorunda kalmayacağım.
Geceleri başımı okşamaya geldiğini biliyorum anne. Çok güzel uyuyorum öyle gecelerde. Göle gidiyorum diye endişe etmene de gerek yok hiç. Çok dikkatli olacağım, söz veriyorum. Senin için yaptığım gemiyi birazdan göndereceğim. Yeniden gelmeyi unutma sakın.
Seni çok seven ve özleyen oğlun Ömer.”
Mektup bitince kağıdı babamın öğrettiği gibi katladım. Şimdiye kadar yaptıklarım arasında en güzeli bu gemi olmuştu sanırım. O kadar dalmışım ki Mehmet’in sesini duymamışım. “Ömeer, sana sesleniyoruz deminden beri gelsene oğluum” diye bağırıyordu. Bisikletini almaya gelmiş olmalıydı. Bisikleti de alıp yanlarına gittim. Elimdeki gemiyi gördü Mehmet. “Ooo kâğıttan gemi mi yaptın lan, ne güzel olmuş!” dedi. İşte Mehmet’ten beklediğim tepki gelmişti bile. Vurucu darbemi ağır ağır indirmeye başladım. “He ya, kağıttan gemi yapmayı öğrendim, cillop gibi oldu vallahi. Merak etmeyin size de öğretirim ama şimdi gitmem lazım.” dedim. Suratlarındaki memnuniyet beni öyle hafifletiyordu ki… İlk defa Mehmet’e bisikletini geri verirken yerdeki karınca yuvasına bakmıyordum. Hamza da elime bir avuç çekirdek tutuşturdu. İyi çocuktu Hamza, seviyordum onu.
Göle vardığımda tıpkı babamın anlattığı gibi güneşten dolayı gölün nasıl da parladığını gördüm. İçim içime sığmıyordu sevinçten. Bir kış boyunca beklediğim an gelmişti işte. Gemimi bu parlak sulara bırakacaktım. Nereye gideceğini hiç düşünmeden yapacaktım bunu. Gölün kıyısına yaklaşıp elimi biraz suda gezdirdim. Birkaç taş attım suya. Babamı bir mezarın başına eğilip toprağı severken izlemiştim. Eliyle bir şey yoklar gibi karıştırıyordu toprağı. Birini teselli eder gibi hafifçe vuruyordu toprağa. Ondan ne gördüysem ben de onu yaptım göle. Sonunda gemiyi suya bıraktım ve ilerlesin diye elimle hafifçe ittirdim. Güneş kelimelerin üzerine de parlıyordu. Kelimeler usulca birbirine geçiyordu kağıt ıslandıkça. Suda salınmış giden gemiyi izlerken “kağıt da olsa bir yük” dedim içimden, “ne kadar ağır”.
Ayşenur Oskan