Rüzgâr'ın korkutucu uğultusuyla uyandı Neriman. Rüzgâr her estiğinde ağaçlar hışırdıyor ve ağacın yapraklarını yeni dökmüş dalları cama vuruyordu. Bir rüya uğruna buraya taşındığından beri her gece aynı saatte bu uğultuyu duyuyordu. Tek başına olmasa belki bu uğultulara aldırmadan uyurdu. Lâkin bu izbe, metruk ev onu fazlasıyla korkutuyordu. Ahşaptan yapılmış oyma başucu lambasının düğmesine hızlıca basıp etrafı aydınlattı. Zira daha fazla böyle karanlıkta durursa delirmesi an meselesiydi.
Her gece, kanlı bir havluyla annesi onu ağlayarak şu an bulunduğu yere gelmesi için çağırıyordu. Eğer annesinin nasıl öldüğünü bilseydi buraya gelmez ve rüyalara aldırmazdı. Sadece bu rüyadan mütevellit de bu tenha şehre gelmiş sayılmazdı. Annesinin nasıl öldüğünü de bulmaya gelmişti. Bu şehre geçmişini bulmaya gelmişti. Ondan çaldıkları geçmişi geri almaya gelmişti.
Annesi ve babası onu yetimhaneye bıraktığında beş yaşındaydı. Müdüre hanım öyle anlatmıştı. Durumları bir boğaza daha bakacak kadar iyi değilmiş. Neriman, üç kardeşin en küçüğüymüş.
Ondan öncekilere nasıl bakabilmişlerse ona da öyle baksaydılar ne olurdu ki? Bu soru yıllardır içini kemirir dururdu. Annesi hafta sonları onu ziyarete gelince ona da sorardı ama cevabı bir türlü alamazdı. Ama bir zaman sonra bu soruyu ne kendine sorabildi ne de annesine. Annesi geldiği zaman, birazcık sarma sarıp getirirdi, bir de bitmeyen sessizliğini getitirdi. Neriman sarmayı bitirene kadar onu izler dururdu şefkatle. Sonra plastik saklama kabını alırdı ve vedalaşmadan giderdi. Her hafta Neriman annesini ilk gördüğünde yüzünde güller açardı. Lakin annesi gitmeden Neriman'ın tüm gülüşlerini soldururdu. Sanki, Annesinin şefkatle bakan gözlerini bir anda nefret bürürdü. Neriman bu duruma anlam veremezdi. Onu kimsesiz bir şekilde buraya bırakmışlardı tamam da annesinin bu bakışlarını hak etmiyordu.
Babası da onun için kanayan bir yaraydı. Annesini her hafta sonu yetimhaneye o getirirdi. Annesi yetimhaneden çıkana kadar kapıda sigarasını tüttürüp beklerdi. Bir kez olsun içeri onu görmeye gelmemişti. Ne yapmıştı ki Neriman ona? Babasının bu tavrı neydi? Bir kere olsun sarılsalardı her şeyi unutmaya hazırdı. Tek bir adım da onlara koşmaya hazırdı.
Daldığı eskiye dair anılardan sıyrılmak için derin bir nefes aldı. Nerede olduğunu kavrayınca ürperdi.Dökülmüş duvarlarda göz gezdirdi. Sabaha kadar nedenleri, niçinleri düşünüp durdu. Artık buraya geliş amacı için harekete geçmenin vakti gelmişti de geçiyordu. Uyuduğu odayı üstünkörü düzeltip evin bahçesine indi.
Buraya ilk geldiği gece bahçede cılız bir hayvan inlemesi duymuştu. Aceleyle gecenin karanlığına ve korkusuna rağmen bahçeye inmişti. Her şeye hazırdı lakin asla bir kirpi görmeyi beklemiyordu. İlk başta ne yapacağını kestiremese de küçük kirpinin acıyla kıvranmasına dayanamamıştı. O gece, veteriner olan arkadaşını arayıp ne yapacağını öğrendikten sonra zar zor kirpiye ilk müdahaleyi yapmıştı.
O geceden sonra kirpiyi bir arkadaş olarak gördü. Bir hafta boyunca her sabah ilk yaptığı kirpiyi kontrol etmek oluyordu. Herkes gibi o da bırakıp gidecekti elbette. Sonsuza kadar bu bahçede duramazdı hayvancağız. Ama onunki de aptal bir umuttu. Zaten hep bu aptal umudu yüzünden hata üstüne hata yapıyordu Neriman. Kirpinin orada olduğundan emin olduktan sonra, ilk geldiğinde tanıştığı komşularının evine doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı. Belki geçmişinin ardındaki sır perdesi biraz aralanırdı. O da içindeki bu boşluk hissinden kurtulurdu.
Ahşap kapının tokmağını sertçe bir kere çaldı. Bir yandan kapının hemen açılmasını diliyor bir yandan da kapı açılmazsa hemen kaçmak için tetikte duruyordu. Kapıyı geçen gün tanıştığı, beyaz yazmalı nur yüzlü yaşlı kadın açtı.
-Buyur kızım. Bir eksiğin gediğin mi var? Gel, gir içeri. Durma bu soğukta. Sen bu soğuğa alışmamışsındır. Yozgat’ın kışı ayrı bir sert olur.
-Benim bir eksiğim yok, sağolun. Ama bir konuda sizinle konuşmak istiyorum.
-Gel kızım içeri de konuşalım bu soğukta durulmaz dışarıda.
Kapı önündeki kısa muhabbetlerinden sonra ev sahibinin yönlendirmesiyle içeri girdi. İstemsizce etrafı incelemeye başladı. Girişte büyükçe bir hol, o holün tam ortasında kuzineli bir soba vardı. Sobanın üstündeki mandalina kabukları tüm evi mis gibi mandalina kokutmuştu. Bir an utanmasa gözlerini kapatıp bu kokuyu içine derince çekip sobanın köşesine kıvrılacaktı. Ev sahibinin sesiyle kendine geldi. Kadının ona şefkatli bakışları onda ağlama isteği uyandırdı. Boğazını sertçe temizleyip derin bir nefes aldıktan sonra konuşmaya başladı:
-Sizinle geldiğim ilk gün tanışmıştık. Zeliha ve Tahir'in yetimhaneye bıraktığı çocuğuyum. Lütfen öyle üzülerek bakmayın. Ben bu gerçeğe alıştım. Ama buraya geliş nedenim hakkında konuşmak ve bazı şeyleri yaşananlara tanık olan sizden dinlemek istiyorum.
Kadının baş sallayıp onu onaylamasıyla, konuşmaya devam etti.
- Ben uzun bir süredir annemle ilgili rüyalar görüyorum. O, sürekli elinde kanlı bir havluyla bana seslenip duruyor. Uzun süre direndim bu rüyaya. O beni unutmuştu, ben de onu umursamamalıyım dedim. Ama olmadı. Bana nasıl öldüğünü anlatın lütfen.
Yaşlı kadın gözyaşlarını ilk başta tutsa da kızın son söyledikleri onu derinden etkiledi. Kendini biraz toparladıktan sonra anlatmaya başladı..
-Kızım, ben seni yetimhaneye bırakacakları zaman onlara çok engel olmaya çalıştım. Hatta annen ikna bile oldu o zamanlar bırakmamaya. Ama baban, o bir kere aklına bir şeyi koydu mu daha da kimse döndüremezdi onu fikrinden. Kim bu fikri ona verdi bilmem lakin koymuş işte kafasına, illa yapacak. O zamanlar zaten Zeliha’yla Tahir'in durumu bir çocuğa bakmayı bırak kendilerine bile bakamaz hâldeydiler. Ama iyi kötü idare etmeye çalışıyorlardı. Olmayınca olmuyor. Babanın son çalıştığı fabrika da batış bayrağını çekince böyle bir karar verdi. Aslında niyeti abla ve abini de yetimhaneye vermekti ama annen çok direnince yapamadı. Ama sen sanma ki annen seni bıraktı, keyfine baktı. Ne annen ne baban sen gittikten sonra eskisi gibi olamadılar. Baban bir ara canına bile kıymaya çalıştı. Allahtan köylüler yetişmiş işte. O gün ölmedi ama vicdanı onu yavaş yavaş öldürdü kızım. Bundan 5 ay önce annen de senin anlattığın rüyayı gördüğünü anlatırdı hep bana. O kanlı havluyu gördüğünden beri her hafta yeni bir havlu oyası yapardı ağlaya ağlaya. Kızıma kavuşacağım, çeyiz hazırlıyorum ona, derdi. Derken hasta olduğunu öğrendik. Akciğer kanseri… Ah ah onu üzüntü o hâle getirdi ya. Çok dayanamadı, hastalık meğerse dönülmez bir evredeymiş. Bir gün elinde havlusu ve havlunun üstünde kocaman kırmızı kan lekeleriyle o oturduğun evde ölü bulduk onu. Meğerse ilaçlarını çok fazla almış. Öyle olunca da kan kusarak öldü zavallı.
Neriman her bir detayda daha şiddetli ağladı. En son duyduklarını hele ömür billah unutamazdı. Ne kadar zor olsa da sakinleşti ve evden ayrıldı. Dün annesinin odasında gördüğü sandığa bir an önce bakmalıydı. Hem belki annesinin son yaptığı havluyu da bulurdu.
Sertçe çıktı ahşap merdivenleri. Bir an nefes alamıyor gibi olsa da aldırış etmeden devam etti. Annesinin odasına ulaşınca dizlerinin üstüne yıkılıverdi. Uzun bir süre dizlerinin üstünde oturup ağlayarak izledi boş gözlerle sandığı. Ağlaması biraz hafifleyince gözlerindeki yaşlarla sandığa doğru ilerledi. Üstündeki kilidi yavaşça çevirip açtı. Etrafı naftalin ve sanki az da olsa kan kokusu sardı. Bu kalbini daha fazla ağrıttı. İlk dikkatini çeken bebek yelekleri oldu. Onları yavaşça kenara aldı. Uzun uğraşların sonunda sandığın en alt kısmında havluların olduğu hurcu buldu. Sanki annesinin elini hissedebilecek gibi hepsini tek tek okşadı. Öptü, son kez annesine sarılır gibi bağrına bastı havluları. Ne kadar kanlı havluyu bulacağını sansa da yanıldı.
Tamamen kendine geldikten sonra bir havluyu da eline alıp, kirpiye bakmaya bahçeye indi. Belki ona anlatırdı her şeyi. Onu anlamazdı kirpi ama birine anlatmazsa kalbinin yükü hafiflemeyecek gibiydi. Tam kirpinin olduğu yere gitmişti ki. Gördüğü kan göleti onu dehşete düşürdü. Hemen kirpiye doğru koşup elindeki havluyu, kirpinin gövdesine bastırdı. Belli ki vahşi hayvanlar tarafından saldırıya uğramıştı. Havlu işte şimdi kanlı havlu olmuştu.