Gözlerimi açar açmaz rüyalarımın uçmasına engel olmak için onları yakalamaya çalışıyorum. Bunun için hemen yastığımın altındaki küçük defteri çıkarıp hatırladıklarımı çizmeye, notlar almaya başlıyorum. Daha bilincim yerine gelmediği için kalemi parmaklarımın arasında zor tutuyorum, ona hükmedemiyorum. Unutmamak için bu kadar direnmesem herhalde her şeyi bırakıp uyurum. Hatırlamak için kendimi zorluyorum. İkinci rüyayı çizdikçe birincisi netleşmeye başlıyor. Ormandayım. Canlandırmama yardımcı olması için gözlerimi kapatıyorum. Anımsamaya başladım... Ormanda bir ağacın altında oturuyordum. Tıkırtılar duy…
Tekrar uyuyakalmışım. Kalemimi yazacakmış gibi elimde tutarken buluyorum. Defter kolumun altında kaldığı için birkaç sayfası bükülmüş. Kızıyorum kendime bunun için. Bu arada yeni bir rüya daha gördüm. Son rüyam öncekilere nazaran daha canlı. Çizimlerime bakıp hatırladığım kadarıyla öncekilerle birlikte üstünkörü tamamlıyorum. Artık kalkmalıyım.
Hayri hayatıma girdiğinden beri daha az yalnızım. Canım benim. Utangaç birisi o da. Gözleri misket misket. Çok fazla göz önünde bulunmayı sevmediğinden nerede karanlık kuytu bir yer var orada saklanıyor. Neredesin Hayri? Dolaptan kendime de Hayri’ye de havuç çıkarıyorum. Onunkini bulabileceği bir yere bırakıp aylardır üzerinde çalıştığım tuvale dönüyorum. Daha çok eksiği var. Tam olarak istediğim şekilde ilerlemese de genel hâliyle güzel. Beni en çok zorlayan şey istediğim renk tonlarını yakalayabilmek. Ben eserimdeki her detayın tam da istediğim gibi olması için uzun uzun çalışmaya razıyım. Zaten gerçek dünyada gördüklerimi beğenmediğim için resim yapıyorum. Sokakları, binaları, insanları, poşetleri, parkları, duvarları görmeye tahammül edemiyorum. Hepsi midemi bulandırıyor. İnsanların yaptıklarını beğenmediğim için kendi manzaralarımı çizmek zorunda kalıyorum. İşte bu yüzden her şeyin benim zevkime uygun olması gerekiyor. Biraz da memnunum bu durumdan. Bazen ben bile yaptığım tabloların içinde yaşamak istiyorum. Hatta tuvale dokundurduğum her fırça darbesiyle sanki ben de o tablonun içine yerleşiyor gibi hissediyorum. Hayri’nin tıkırtıları beni güldürüyor. Ürkütmeden yanına gidip dikkatlice karnından tutuyorum. Ona tablomu gösteriyorum, yorumlamasını istiyorum. Pek oralı olmuyor sanki. Onu masanın üzerine bırakıp önüne eski bir fırça, makas ve kalem koyuyorum. Bakalım hangisini seçecek? Kalemi alıp dişlemeye başlıyor. Yazar mı olacaksın sen Hayriciğim yoksa ha!
Saatin ne kadar hızlı geçtiğini fark etmemişim tuvalin karşısındayken. Karnım bu sefer gerçekten çok acıktı ama bunun için önceden bir hazırlık yapmadığımdan artık yemek yapmaya yeterli gücüm yok. Dışarı çıkıp yiyecek bir şeyler almalıyım. Ceketimi alıp evden çıkıyorum. Alışveriş yaparken üç gündür ilk kez bir insanla konuştuğumu fark ediyorum. Bu biraz canımı sıkıyor. Bu yüzden eve dönerken bir arkadaşıma yazıyorum. Bu kadar bireysellik yeterli. Kabul etti. Bu iyi. Bana gelecek, ona göre bir şeyler daha alayım. Evi de toparlarım. Bir dakika. Hayri’yi nasıl açıklayacağım? Dışarıda görüşelim deseydim keşke. Hem Hayri de rahatsız olur, onu sakinleştirip dikenlerini indirmek zor oluyor. Yabaniye bak, evinde kendi gibi yabani kirpi besliyor, deyip gülerler kendi kendilerine. Yalnızlıktan, derler. İptal mi etsem acaba? Olmaz, bu sefer gerçekten ihtiyacım var insani eylemlerde bulunmaya. Dışarıda mı buluşsak, yazıyorum. Birkaç arkadaşı varmış yanında. Sen de gel, diyor. Poşetleri eve bırakıp hemen bir şeyler atıştırıyorum. Ayrıca iyi görünmem gerek. Yüzümü yıkayıp hızlıca üstümü değişiyorum. Gömleğim kırışık. Benim için sorun değil ama düzgün görünme ilkesine aykırı. Üzerime kazak geçiriyorum. İşte şimdi çok iyi görünüyorum. Evkaf memuriyetinde mi çalışıyorum yoksa?
Hayri yavrucağımı evde bırakıp dışarı çıkıyorum. Çok bakımsız mı kaldı benim yüzümden, o da benim gibi sefil hayatı mı yaşıyor? Otobüste otururken kirpi bakımı ve beslenmesi diye Google’da aratıyorum: “Sağlıklı bir kirpi iyi bir barınak ve iyi beslenme ile uzun bir yaşam sürer ve kolay hastalanmaz. Ancak çok kolay strese girebilir ve karamsar bir tutum içerisinde olabilir. Bunu önlemek için erken yaşlarda sosyalleşmesi, insanlarla iletişim halinde olması ve istediğinde saklanabileceği bir yuvası olması yeterli olacaktır.” Hayri ben seni nasıl sosyalleştireceğim bilmiyorum. Ha nasıl banyo yaptırılacağını bile yazmışlar. Ben geldiğinden beri yıkamadım ki onu hiç. Suyu seviyormuş, bu iyi. Yıkarken dikenlerini batırmasa bari.
Arkadaşımı gördüğüm için seviniyorum. En çok da bir arkadaşım olduğu ve onunla görüştüğüm hissi beni sevindiriyor. Yanındakiler bir iki defa konuştuğum, tanıdık yüzler... Ortamın ışığı, duvarların bordo rengi, insanların konuşma, gülme sesleri içimde bir sıcaklık oluşturuyor. İyi ki geldim. İşte gerçek hayatta bulunup gerçekten bu duyguları tatmak lazım. Bunun tablosunu yapabilirdim, belki güzel de olurdu, loş ışıkların, kırmızı kazakların yaydığı sıcaklık… Ama tek başıma yapardım tabloyu, sonra karşısına geçip o anı yaşadığımı hayal ederdim. Bu insanlarsa hiç uğraşmadan çok doğal bir şekilde içinde bulunuyor; hatta bu durumun üzerinde bile durmuyorlar. Yalnızlığın en acımasız yüzünü görmeden, hiçbir şeyden habersiz burada oturup gülüyorlar işte. Hayatlarına yalnızca önemli olmayan meseleleri konuşup önemli olmayan şeyler üzerine gülerek geçiriyorlar ve bununla öyle mutlular ki, insanın bazen özenesi geliyor onların bu hallerine. Nasılsın, diye soruyor arkadaşım. İyiyim, deyip zihnime gerçekten iyi olup olmadığımı soruyorum, hızlı bir araştırma yapıp son zamanlarda beni üzen hiçbir şey olmadığı sonucuna varıyor, böylelikle cevabımı kesinleştiriyorum: Evet gayet iyiyim. Sanki biraz yorgun görünüyorsun, diyor. Nasıl? Bilmem öyle mi duruyor, diyorum şaşkınlıkla. Yani yüzün biraz solgun sanki. Ne diyeceğimi bilmiyorum. Yorgun olmam mümkün değil diye düşünüyorum. Arkadaşım boşver yahu bana öyle geldi herhalde, çalışmaların nasıl gidiyor tablolar falan, diye soruyor. Her sabah erkenden kalkıp iş yerlerine giderek saatlerce çalışan, bütün gün hiç yorulmamış gibi bir de eğlence kovalayan onlarken bitkin gözüken neden benim, diye düşünüyorum. Bakışlarıyla, cevap bekleyişleriyle düşüncelerimi bölüyorlar. Çalışmalarımın çok iyi gittiği, çok zevkli olduğuyla ilgili bir şeyler zırvalıyorum. Sonra onların nasıl olduklarıyla ilgili bir soru da ben ortaya atıyorum. Sözü başkaları alıyor. Önümdeki kahveyi ağır ağır yudumlarken iyi görünmek için çabalayıp da neden tükenmişliğimi, perişanlığımı gizleyemediğimi düşünmek için bir boşluk oluşuyor. Hayri’yi özlüyorum. Gidip ona banyo yaptırayım.
Yolda yürürken az önce düştüğüm duruma gülüyorum. İyiydim ben. Siz sormadan önce de keyfim yerindeydi. Bu benim en iyi halim. Ben işe gitmiyorum, ev geçindirmiyorum, birinin derdini çekmiyorum; sadece kendimi iyi etmekle uğraşıyorum ama buna rağmen bitmiş görünüyorum ha! Ferdlerin saadeti için hayat-ı içtimai elzemdir! Yoldaşlar, Aquinalı dostlar! Erdemli bir davranışta bulunmak istiyorsanız beni omzunuzda evime taşıyınız. Yoo hayır. Beni artık evime götürmeyin. Hayri’yi de alıp gidelim buradan. Hep birlikte hür ve mutlu vatandaşlar olarak antik kentimizde zevk-ü sefa sürelim. Padişah olsaydım ben yine de erasmus yapmak isterdim. Bir ferman: Rukiye Hatun’un Galata civarından aldığı çiftlikte yetişen tavukların yumurtalarının Devlet-i Aliyye’ye vergi olarak tahsis edilmesi ve her sabah kaynar suda haşlanmış vaziyette zatımıza sunulması emrolunmuştur! Zaman zaman Devletlü Hayri Efendi’nin çiftliğe götürülüp içtimai hayata karışması, bahçedeki solucanların onun keyfine sunulması da vaciptir. Rukiye Hanım’ın biricik kızı Perihan Hanımefendilerin, yüreği uçarak okudukları ecnebi romanlarında geçen pasajların Kıymetli Devletlü Sultanımız’ın huzuruna sunulması arz olunmuştur. Devletlü Haşmetmeab Sultanımız’ın, ecnebilerin türlü sapkınlıklarıyla dolu eserlerini karıştıracak ne vakti ve ne toy hevesleri kalmıştır! Her zaman önce halkının mutluluğunu düşünen Sultanımız bunu yalnızca tabiplerin günün bazı vakitlerinde neş’elenmesi gerektiği beyanına binaen istemektedir.
Çengiler eşliğinde eve giriyorum. Şimdi koşarak Hayri’ye sarılamayarak ağlama vakti. Işığı yakıyorum. Koridorda karşılaşıyoruz onunla. Çipil gözleriyle bana bakıyor. Ben de duş almak istiyorum ama önce onu yıkamalıyım. Kirlenmiş olmalı ormandan geldi çünkü. Biraz dinlenip, ona taze mama koyup işe girişmeliyim. Ben de Hayri gibi ışığı çok sevmem. Sokak lambasının odaya doldurduğu ışıkla oturup başımı arkama yaslıyorum. Görüyor musun yahu, diyorum kendi kendime.
Leğene ılık su doldurup Hayri’yi dikkatlice suya bırakıyorum. Toparlak halinden açılıp minik kollarıyla yüzmeye başlıyor. -İyiki çok su doldurmamışım, boğulur mazallah. Kirpiyi şampuanla yıkayamayacağım için bir sonraki aşamada ne yapacağımı bilmiyorum. Onun biraz daha suda yüzmesine müsaade ediyorum. Benden ne güzel ebeveyn olurdu diye duygulanıyorum. Kıymetimi bilemediler Hayriciğim. Ben çok iyi bir ebeveynim değil mi?
Ee üşütmemen gerekiyor, şimdi seni bir güzel kurutalım. Sana saç kurutma makinesi tutsam, “HOFOFOF” diye, kesin diken diken olursun. En iyisi bebek gibi havluya sarmak; hatta kundaklamak. Böylelikle dikenlerini de batıramazsın.
Heeh... Tamam. İşte oldu. Rahatla bakalım, havluyu yırtma sakın. Evde zaten iki-üç tane havlu var. Hayri ya! Naptın oğlum. Delik deşik ettin havluyu. Bir sakin ol Allah aşkına. Gecenin bir vakti kendi başıma açtığım işe bak ya! Tamam Hayricim, korktun biliyorum ama kurulanman lazım. Havlunun üstüne sarabileceğim bir örtü arıyorum. Delik deşik edeceğini bildiğim için gözden çıkarabileceğim bir şey olmalı. Kullanmadığım bir battaniye buldum, Hayri’yi güzelce sarmalayıp yuvasına yerleştirdim.
Öyle yorulmuşum ki hiçbir şey yapacak halim kalmadı. Bu yüzden doktorumun tavsiye ettiği üzere sol arka azı dişimi diş ipiyle temizlemeyi ihmal ederek kendimi yatağa bırakıyorum. Annemi özledim galiba. Yarın muhakkak onu arayacağım.
Sabahın ışıkları odayı doldurduğunda gözlerimi güçlükle aralıyorum. Sonra bilincim daha yerine gelmeden aceleyle gördüklerimi çizmeye başlıyorum. Omzuma konan bir kuş. Adı Sami…