Ağustos ayının son haftasıydı. Her sene olduğu gibi Erzurum’a kış, o yıl da erkenden gelmiş, havalar iyiden iyiye serinlemeye başlamıştı. İlkokula kayıt olacaktım o sene. Altı yaşımı yeni doldurmuştum. Birinci sınıfa gitmek için sabırsızlanıyordum. Okulların açılmasıyla yağmurlar başlar, paltosuz çıkılmazdı dışarı.
Bir gün çarşıda gezerken turuncu düğmeli petrol mavisi bir palto gördüm vitrinde. Çocuk paltosu. Babam vitrine hayran hayran bakışımdan anlamıştı beğendiğimi. Mağazaya girdik. Paltonun en büyük bedeni 5 yaş olan kalmış, o da vitrindeki mankenin üzerindeymiş. “Ben zaten zayıfım baba, bu bana olur kesin” dedim. O kadar beğenmiştim ki. Tezgâhtar abi vitrin caminin kilidi açtı, ayakkabılarının bağcıklarını çözüp çoraplarıyla vitrinden içeri girdi. Mankeni kucaklayıp dışarı çıkardı. Paltoyu giymem için tuttu. Hırkamı çıkarıp paltoyu giydim hemen. Palto üstüme tam olmuştu ama kolları biraz kısa gelmişti. Babam fark etmeden çekiştirdim. Tezgâhtar abi, istersen çıkarma çok güzel oldu, dedi. Hayır dedim okula giderken giyeceğim, kirlenmesin. Babam paltonun parasını ödedikten sonra dükkândan çıktık. Ayaklarım yere değmiyordu sanki. Hem babamın elini sımsıkı tutuyor, hem de seke seke yürümeye çalışıyordum.
O gece paltomu başucuma koydum. Öyle uyudum. Sabaha karşı uyandığımda midem bulanıyordu. Hava aydınlanmadığına göre hâlâ geceydi. Kalktım. Anneme seslendim. Midem bulanıyor dedim, annem hemen telâşeyle mutfağa gidip nane limon hazırladı. Benim hasta olacağımı düşününce hep telâşlanırdı zaten. Bazı geceler böyle bulantılarım oluyordu. Sanırım çok dondurma yediğimden, diyordum. Değilmiş.
Sabaha kadar midemin bulantısı geçmedi. Ben uyuyamadım. Annemle babam odamda bekledi. Sabah olunca hastaneye gitmek için evden çıktık. Paltom sandalyenin üzerinde duruyordu. Ona göz kırptım kimse görmeden.
Altı yaşındaydım ve o güne kadar hastaneye gitmemiştim hiç. Ufak tefek hastalıklarımda evimizin yanındaki sağlık ocağına götürürdü annem beni. Ama ilaçtan çok kendi hazırladığı bitki çaylarıyla iyileşirdim. Hastane, doktor, hemşire ve iğne kelimeleri beni çok korkutuyordu.
Hastaneye girince midemin bulantısı daha da arttı. Ama annemle babama söylemedi. Sabah saatleri olduğu için ortalık bayağı hareketliydi. Randevu saatimizin gelmesini bekliyorduk. Midemin içinde bir gemi vardı sanki ve fırtınaya yakalanmış gibi bir o yana bir bu yana savruluyordu. Büyük beyaz kapı açıldı. Sekreter abla ismimi söyledi. Ece Aykan burada mı?
Kalbim pır pır ediyordu. Heyecan ve korkudan nefes alamıyordum. Babamla annem telaşla ayağa kalktı. Annemin elini sımsıkı tutmuştum. Odaya girince midemin bulantısına karın ağrısı da eklenmişti. Doktor amca önce ağzımı açıp boğazımı kontrol etti. Sonra gözlerime, kulaklarımın içine baktı elindeki minik el feneriyle. Odanın duvarlarında çeşitli hayvan resimleri vardı. Zürafa resminin yanında duran yatağı göstererek, hadi yat bakalım dedi doktor. O an duvardaki zürafa ile aramda sıkı bir bağ oluştu. Doktor amca mideme bastırdı hafifçe. Çığlık attım. Canım çok yanmıştı. Doğruldum hemen. Doktor bir dizi tetkik istemişti, içlerinden anladığım tek şey röntgendi. Çünkü geçenlerde dayım elinde siyah bir filmle gelip bak Ece, kemiklerimin fotoğrafını çektiler, demişti. Ben de merakla bakmıştım elindeki siyah parlak kartona. Bunları düşünürken hastanenin en alt katına gelmiştik bile. Önce kan alacaklardı. İğneden çok korkuyordum. Odaya girdim babamın kucağına oturdum. Annem de elimden tutuyordu sımsıkı. "Biraz canın acıyacak ama uzun sürmeyecek kızım" dedi annem dünyanın en güven veren sesiyle. Gözlerimi kapattım ve çok az bir acı hissettim. Hemşire abla beni güldürmek için şaka bile yaptı sonrasında. Ağlamadım. Oradan çıkınca röntgen odasına geçtik. Beni bir yatağa yatırıp karnımın fotoğrafını çektiler. Hiç canım acımadı, hatta gıdıklandım bile. Sonra ismini söyleyemeyecek kadar zor olduğunu düşündüğüm bazı odalara götürüp değişik tetkikler yaptılar. Çok yorulmuş ve acıkmıştım: "Anne, eve gidelim" Annem cevap vermedi. "Hadi bir şeyler yiyelim, kafeteryaya çıkalım" dedi babam. Çıktık. En sevdiğim kahvaltılık vardı orada; tost. Çeyrek tost ve bir kutu şeftali suyu içtim.
Tahlillerin sonucu iki saate çıkar demişti doktor amca ama iki saat bir türlü geçmek bilmemişti. Kafeteryada hep teyzeler ve amcalar vardı. Benim yaşımda biri olsaydı da oynasaydık dedim içimden. Doktorun yanına çıktığımızda beni içeri almadılar. Dışarıdaki sandalyede usluca oturdum. Doktor amca annemle babama benim duymamam gereken şeyler söyleyecekti demek ki. O kadar uzun kaldılar ki içeride, bir an için hiç çıkmayacaklar sandım. Kapı açıldı, annemle babamın yüzü gülmüyordu. Bir sorun olmalıydı. Demek ki çok hastaydım ve buna üzülmüşlerdi. İlaçlarımı içip iyileşirdim hemen. Haftaya okullar açılıyordu ne der olsa. Şurup içmeye bile razıydım.
Ama öyle olmadı. O gün eve dönemedim. Ondan sonraki günler de. Doktor amcanın bana anlattığı, daha doğrusu benim anlayabildiğim kadarıyla karnımın içinde minik kurtçuklar vardı. Ve bana zarar veriyorlardı. Hastanede yatarsam bu kurtçuklardan kurtulabilirdim.
O gün babam benimle kaldı. Annem evden eşyalarımı almaya gitmişti. Bir çocuğa hastanede yattığı sürece lazım olacak her şeyi getirmişti annem. Pijamalarım, terliklerim, oyuncak ayım ve turuncu düğmeli mavi paltom. İçlerinden en çok paltomu gördüğüme sevinmiştim. İçinde birkaç kırık askılığın olduğu dolaba astı annem paltomu. Okula giderken giyecektim.
Bir gün annem, ertesi gün babam kaldı yanımda. Hemşire ablaların biri çıkıp biri giriyordu odama. Çoğu zaman uyuyordum. Haftada bir gün aşağı indirip karnımın fotoğrafını çekiyorlardı. İyileşiyor muydum bilmiyordum.
Günler haftaları kovaladı, haftalar ayları. Okullar açıldı, karlar yağdı, hatta yarıyıl tatili bile geçti ama ben hastaneden çıkamadım. Hastanenin karşısında bir ilkokul vardı ve en sevdiğim şey teneffüse çıkan çocukların kartopu oynamasını seyretmekti. Geceleri ise annemden ışığı kapatıp perdeyi açmasını istiyordum. Karın aydınlığı içimdeki karanlığı aydınlatır belki diye düşünüyordum belki de. O yaştaki bir çocuğun aklına gelmeyecek her şey benim aklıma geliyordu. Yedi yaşıma yaklaşmıştım artık.
Doktor amca o gün elindeki mavi dosyayla odama girdiğinde ilk defa gülümsüyordu. “Hadi bakalım Ece hanım, gözümüz aydın. Kurtçukların hepsinden kurtuldun sonunda” dedi. Annem, babam ve ben birbirimize bakıp gülümsedik. Çok sevinçliydim. Eve gidebilir, okula başlayabilir hatta paltomu giyebilirdim artık. Hastane odasında kalan bütün eşyaları topladı annem. Aylardır askıda duran paltomu da elime verdi. Büyük bir heyecanla elimi uzattım. Ama kolum sığmadı içine. Diğer kolumla giymeyi denedim. O da sığmadı. Ne yapsam olmuyordu. Zaten bir yaş küçük aldığımız paltoya sığamamıştım. Ne çabuk büyümüştüm. O gün büyümenin iyi bir şey olmadığını düşünerek çıktım hastaneden. Odadan çıktıktan sonra geri dönüp, paltoyu yatağın üzerine bıraktım. Benden sonra gelecek kıza tam gelirdi belki.
Melike Aydın
Not: Üçüncü kelime “kar”