Kabul Edilmeyen

Ayşenur Altun

Üç kelime: Kayıt, Palto, Obelisk

Kabul Edilmeyen

Vakit gece yarısını hatırı sayılır bir şekilde geçtiğinde köpek seslerini duyarak uyandı. Perdenin aralanmış yerinden Dolunay'ın ışığı vuruyordu yüzüne. Yüzündeki bunca ışık, olan biteni açığa kavuşturmuyordu. Kalbi, bulunduğu kafesten kaçıp ağzına mı geldi diye merak etti. Ağzını açacak olsa oradan da kaçacak ve kendisini büsbütün terk edecekti sanki. “Kalpsizlik böyle bir şey mi?” diye sordu. Alamadığı cevap zihninde boş bir koltuk gibi duruyordu. Başını hafifçe sağa doğru çevirdi. Zehra uyuyordu. Yüzüne ay ışığı vurmuyordu onun. Abdullah'ın yüzüne vuran ışık onu belli belirsiz bir hâle getirirken Zehra yüzüne ay ışığı vurmuyorken de güzeldi.

Yattığı yerden doğrulurken hissetti içindeki depremi . Tüm vücudu sarsılıyordu en ufak hareketinde bile. Yine de doğruldu. Odadan çıktı. Oturma odasına geçti. Televizyonu açtı. Bütün bunları neden yaptığını bilmiyordu ama bunları yapmak için uyanmış gibiydi. Hatta her gece yapıyormuş gibi bir ezber ile yaptı bunları. Televizyonda bir tarih programı vardı. Saat gecenin 02:09'unda televizyonda neden bir tarih programı olduğunu düşündü. Uyuyamayanlar için dev hizmet! Orta yaşlı bir sunucu ve daha ihtiyar görünen bir profesör Mısır Obeliskleri hakkında konuşuyorlardı. Mısırlıların anıt niyetine inşa ettikleri uzun, çok uzun taşlardı bunlar. “Eski Mısır'ın yüksek obeliskleri ve bizim gökdelenlerimiz... İşlevleri aynı olmalı.” diye düşündü Abdullah. “İkisi de önünde kurbanların sunulduğu bir anıt neticede.”

Sabah mutfaktan gelen sesleri duyarak uyandı. Zehra kahvaltı hazırlıyor olmalıydı. Evin içinde kendisine ait olmayan ama iyi bir amaca hizmet eden seslerin ne kadar huzur verdiğini düşündü. Gece yarısını geçkin bir vakitte kalbine doğru huzursuzca koşan köpek sesleri gibi değildi bu sesler. Gece ve gündüz, her uyanışının böyle olduğunu fark etti. Köpek sesleri... Zehra'nın sesleri...

Uluma ile karışmış köpek seslerini duyarak uyandı gece yarısı yeniden. Anlam veremiyordu bu uyanışlara, vermesi gerekiyor muydu bilmiyordu. Depremler ile doğruldu yeniden, artçılar ile adımlar attı. Çekmeceden not defterini ve kalemini alıp pijamasının cebine koydu. Paltosunu almadan dışarıya çıktı. Açılan kapının sesi, gıcırtı sesi, kapanan kapının sesi, gidenin geride bıraktığı sessizliğin sesi evin en ücra köşesine bile dolmuştu ama Zehra bu seslerin hiçbirisini duymadı.

Yağan kar, saçlarını ve sakallarını ağartıyordu. Bir binanın giriş kapısının aynasında gördü bunu. Aynada ağaran saçını ve sakalını görünce hemen oracıkta yeni yaratılan birini görmüş gibi “Abdullah?” dedi. “Sen misin?”

“Yola devam et.”

Yüzü, elleri, bacakları buz kesilmişti. Yürümekten vazgeçmedi yine de. Meydana vardı. Karşısında dikilen taşı gördü. Durdu. Bir daha adım atamayacak gibi durdu. Kollarındaki soğuğu hissetti aniden. Kollarına sarıldı ve karşısında dikilmiş duran taşa baktı. “Çekil yolumdan!” Çekilmedi. İşi dikilmek olan dikilir, yürümek olan yürür. Taşsan taşsındır. Kalbini her an kaçacakmış gibi ağzında taşıyorsan kalpsizliğe meyillisindir. Kalbini boğazından aşağıya geçirmek, onu yutmak, onu kafesine geri koymak... “Bunlar ne benim harcım” dedi Abdullah, “ne de karşımda dikilen bu taşın.”

Abdullah cebindeki defteri ve kalemi hatırladı. Taşın üzerindeki hiyeroglifi defterine kaydetmek istedi. Geçen gece televizyon programında obeliskler ile ilgili anlatılan bir hikâyeyi anımsadı. Tanrının obelisklerin içinde yaşadığına inanan insanların hikâyesi... Bu hikâye yüzünden şimdi burada olabilir miydi acaba? Abdullah dedi ki: “Ey tanrı, çekil yolumdan! Kalbim ağzımda ve ağzımı açmak istemem. Çekilmelisin yolumdan.” Abdullah bir yandan bunları düşünüyor bir yandan da hiyeroglifi defterine kaydediyordu.

Uzaktan birinin geldiğini gördü. Zayıf, seyrek saçlı, çok uzun olmayan ama dimdik duran bir adam Abdullah'a doğru yaklaşıyordu. Adamın üzerinde bir palto vardı. Abdullah paltosuzluğunu hatırladı, üşüdü. Adamın paltosu o kadar büyüktü ki kendisine dair her şeyi bu palto örtmüştü sanki. Belirsizdi. Kim olduğu, nereden geldiği, nereye gittiği, palto giymeyi neden unutmadığı...

“Ne yapıyorsun burada Abdullah, hem de bu saatte?”

Abdullah neye uğradığını şaşırdı. Paltolu adamın ismini bilmesine mi şaşırmalı, saatin bu kadar geç olmasına mı, bir obeliskin üzerindeki hiyeroglifi neden defterine kaydettiğine mi, anıtlara mı, yolundaki tanrıya mı, isminin Abdullah oluşuna mı? Neye şaşırmalıydı?

“Kaydediyorum.” dedi Abdullah, sesi titreyerek.

“Neyi kaydediyorsun? Yoluna devam et.”

“Belki de tanrının yolumdan çekilmesini bekliyorumdur. Onların tanrılarının yani. Kaydediyorum ki okuyayım, tanrı için ne deniyor, yolumdaki bu tanrı için.”

“Abdullah?”

“?”

“Neredeyse donacaksın, giy bu paltoyu ve evine dön.”

Abdullah paltoyu aldı. Başka zaman mümkün değildi bunu kabul etmesi ama ellerini de iyiden iyiye hissetmemeye başlamıştı. Abdullah paltoyu giydi. Az evvel adama bu kadar büyük gelen palto sanki Abdullah için diktirilmiş gibi, sanki Abdullah defalarca kez terziye gitmiş ve ölçüler vermiş gibi tam oldu. Obeliskin kuzey cephesini defterine kaydetmeyi başarmıştı. Eve dönmek için yürümeye başladı.

Az önce ağaran saçlarını ve sakallarını gördüğü aynanın önünde yeniden durdu. Aynaya baktı ve kaydettiği yazıyı okumaya başladı: “Gizli ve kutsal ismin her tecellisine mazhar olan Tanrı Amon’a kurbanını büyük acz içinde sunduktan sonra, ondan yardımlar dilenerek güneyin dostu, dinin nuru iki tacın sahibi kudretli hükümdar, ülkesinin sınırlarını Mezopotamya’ya kadar götürmeye azmetti.”

“Sınırları genişletmeye azmetmek... Bunun için acz içinde kurbanlar sunmak tanrıya... Kim bilir kaç kurban sunuldu sana da bu taşın önünde. Ben sana sunulmuş bir kurban değilim. Ben sunulmaya lâyık bir kurban bile değilim belki. Babam İbrahim değil benim. Ama sizin tanrılaşmış insanlarınıza hayran olan bir Romalı da değilim. Yüzyıllar önce kilometrelerce öteden koca bir taşı getirip önüme diken ve bir emirle yüzleri buruşan ama elleri durmayan yüzlerce işçiden biri de değilim.”

Aynadakinin yüzü buruştu. “Anıtların..." dedi “Bir gökdelen kadar masum mu gerçekten? Keşke bir tanrıya sunulmadan geçsen bu dünyadan ya da bir Mısırlı kadar bağlı olsaydın tanrına. Keşke aynadakine bakmaktan fazlasını yapsaydın, Abdullah.”

Ayşenur Oskan