MUHTERİS
Kanaat-i acizanemce geri dönmek, en insani vasıflardan biridir.
Çağımıza ait manzaraların lahana gibi yaprak yaprak açıldığı onlarca konferanstan ya da kitaptan korkunç baş ağrıları ve tereddütler eşliğinde sıyrılır, en üst raftan köhnemiş kitapları çekeriz. Dökülen tozu elimizle savurduktan sonra en önceki büyüklerimizin neler yaptığını yeniden gözden geçiririz. Ya da hayatımızın gidişatına dair endişelerimiz aklımıza çocukluk günlerimizi getirir. Kimimiz kurtuluşu o mesrur çağlarına avdet eder gibi vaktiyle baba ocağının tüttüğü topraklara geri dönmekte bulur.
Benim de o sıralar aklımda sadece bu fikir vardı:Geri dönmek. Girdiğim bütün işlerde tutarlı bir şekilde havlu atmış ve meteliksiz kalmıştım. Gelin görün ki memleketinden benim gibi binbir umutla ayrılan, üstelik cümle taallukatını ve konu komşusunu bu umuttan doğan hayalbirliğinde buluşturanlar için geri dönmek bir meseledir. İşte kafamda bu meseleyle her gün, kira günü son hızla yaklaşan evimden çıkıyor, akşama kadar çekirdek çitleyerek sokaklarda dolaşıyordum. Zaman o günlerde benim için çok değerliydi. Dünyayı yerle bir edeceği söylenen bir göktaşını bekleyen ahali gibi, geçen her saniyede daha da yaklaşan ödeme günlerinin üstümde kararıp şekillenen gölgesini hissediyordum. Sürekli kafamda dünyayı bir manivelayla durdurmayı kuruyordum.
Firuzağa’dan Sıraselviler’e dönünce elimdeki çekirdekleri fırlattım. Parmak uçlarım, dudaklarım uyuşmuştu. Cadde apaçiler, saat ve parfüm satan zenciler (ırkçı değilim, bahsettiğim kişiler Zenc bölgesinden gelmişti), takım elbiseliler ve liselilerle doluydu. Az ilerde aksiyon kamerasıyla görüntü alan bir gençle, elindeki telefonu karşısındaki adamın ağzına uzatan bir Slav güzeli röportaj yapıyordu. Vitrinlere, tabelalara göz gezdirerek ilerledim. Aniden burnumun ucuna bir telefon dayandı:
-AfedeRsınis, biRkac zsoru zsorabiliR miyis? Mezkur Slav, mikrofon niyetine kullandığı telefonu bana uzatmıştı.
-Yani. Çok vaktim yok ama buyrun, dedim. Nedense kendimi ağırdan satmak istedim o an.
-Yutup kanalımıs icin buradayısz. İlk soRu Rusya bajkent neResi? Basitten başladı.
-Moskova.
-Peki Rus yemekleRle aranıs nasıl?
-Sadece Rus salatasını biliyorum. İkna olmamış olacaktı ki tekrar yoklamak istedi:
-Borç? Pelmeni? Piroşki? Her kelimede duraklamasa Rusça bir cümle kurduğunu sanırdım.
-Maalesef.
-Vodka?
-Ha biliyorum. Yani biliyorum dediğim adını biliyorum sadece. Yoksa içtiğimden değil tabi. Hiç içmedim hayatımda.
-Peğki. Ruslar hakkında siz ne düjünür? O an bütün bir Rusya halkı ve tarihi karşımdaki yutubır kızda tecessüm etti sanki. Kars’ın pinpon topu gibi aramızda gidip gelişi, Tiflis ayısının oyunbozanlığı yüzünden ardımızın şarkın afakını saran soğuk tüylü duvar, önümüzün şapkadan komprador çıkaran palyaço kesilişi vesaire.
-Yani Rusya’yı seviyorum. Rusları seviyorum gerçi. Dünyaya müşterek mevkilerden bakıyor iki ülke halkı çoğu zaman.
-Anladım. Müşterek kelimesini anlamışsa helal olsun.
-Son SoRu. Üc tane Rus yazaR ya da uünlü? Hımm.
-Dostoyevski.
-Evett. Dostayevsk. Aziz milletimize, ebedi sevgiyle bakan nazarlara düşmüş yaramaz kirpik muamelesi yapan Tatar kazıntısı.
-Sergey Dovlatov.
-Kim?
-Sergey Dovlatov.
-TanımıyoRum. Cahil. Yeni Dünyaya iltica etmese biz de tanımayacaktık.
-Tam Rus değil zaten. Ermeni Yahudi kırması. Gerçek bir andırreytıt. Üçüncüsü Tolstoy (ayağa kalkıp selam durmayan okur burada bıraksın okumayı).
-Cok guzel. TejekkuR edeRis. Kamerayı tutan oğlan kaydı kesmek üzereyken aklıma geldi:
-Biliyor musunuz, büyük dedemin mezarı Rusya’da.
-Aa!
-Evet. Sekiz sene Rusya’da esir kalmış. Hatta serbest kalmadan önce orada bir Rusla evlenmiş ama buraya dönmeden önce ölmüş dedem.
Slav yutubır nezaketen serdettiği birkaç şaşırma ünlemi ve beylik merak cümleleriyle geçiştirdi konuyu. Gerçi kartvizini de verdi bir gün Rusya’ya gelirsem görüşmek için. Altta kalmamak için ben de aylardır kepenkleri inik haldeki eski dükkanımın adresinin olduğu kartvizitimi verdim ona.
Cebimden bir avuç çekirdek çıkarıp yürümeye devam ettim. Diğer kira ayına sarkmadan bir şeyler düşünmeliydim. Ya kalıp yeni bir iş kuracaktım ya da gerisin geri memlekete dönecektim. İşin kötü tarafı yol param dahi yoktu.
Öteki hafta evime girerken pencerede bekleyen ev sahibem seslendi:
-Yakup! İsmimi söylerken a’yı şapkasız telaffuz edenlerden nefret ediyordum.
-Buyur Raziyanım. Kendimce, ismini yuvarlayarak ve a’yı uzatmadan söyleyip intikam alıyordum ama umrunda olmamıştı Raziye Hanımefendinin.
-Hadi gözün aydın olsun Yakup Bey. Senin dükkanı kiralamışlar, elektriği, doğalgazı kapatsın dedi dükkan sahibi. Güzel para geçer eline. Bi de ıvır zıvırların kalmış, lüzumlu değilse atacam, dedi. Geldi ama sen yoktun evde.
O iş tümden çıkmıştı aklımdan, elektrik, doğalgaz, su. Açma bedeli. Şurup gibi para.
-Sağol sağol Raziye hanım. Tamam yarın geçerim bakalım.
Aylardır ilk kez mutlu bir şekilde girdim evime. Benim için paranın ifade ettiği muhtelif anlamlar içinde en değerlisi hayal kurabilme serbestliğiydi. Bakınız hayal kurma demiyorum. Her insan hayal kurar. Ama bu işi paranın sağladığı güvenle yapabilmek hayaller zincirinin kesintisiz idamesini temin eder. Hayal kuran meteliksiz bir adamın aklına cebinin boş olduğu geldiğinde ayakları yere inmekle kalmaz, bir ayağı çukura düşer ve zavallı adam sendeler.
Aklıma eşyalarımı toplayıp evden çıkarken üzerime kayıtlı elektrik ve su aboneliğinden alacağım para da geldi sonradan. İşleri yoluna sokacak miktarda değildi elbette bu para ama yolsuz da bırakmazdı.
Sabah ilk iş elektrik şirketine, oradan su idaresine, oradan da doğalgaz firmasına gidip abonelik kaydımı sildirdim. Elimdeki parayı sayarken kendimden utandım. Aklıma mutluluğun bu kadar kolay olmaması gerektiği fikri geldi. Bu yalancı rüzgardan sıyrılabilmek için Pilavcı Koray’ın melamin tabakta sunduğu nohutlu pilavımı kaşıklarken, telefonumdaki Mesnevi pidiefinden ilk on sekiz beyti birkaç kez okudum. Karnımı doyurunca dükkana gittim. Yeni kiracılar duvarları boyuyorlardı. Yalnızca biri çalışmıyor, dükkan kapısının önünde iki eliyle tuttuğu tesbihi göbek hizasında çekip çalışanları seyrediyordu. Mavi, silimfit bir gömlek, gömleğe yapışık gibi duran yelek, çıplak ayak bileklerini açıkta bırakan dar bir pantolon ve ayaklarına da corcik ayakkabı giymişti. Beni görünce kafasıyla selam verdi,
-Yakup sen misin kardeşim? Efendice tokalaştık.
-Benim abi. Selamün aleyküm, hayırlı olsun. Benim eşyalar vardı burada, dememe kalmadan,
-Senin emanetler burada, bir poşette topladık dağılmasın diye. Aleyküm selam, eyvallah.
Eliyle kapının yanındaki siyah poşeti işaret etti.
-Bir bak bakalım, eksik bir şey olmasın. Torbanın ağzını açıp göz ucuyla baktım. Led şerit, kerpeten, üç beş vida, bant falan.
-Üç beş bir şeydi zaten abi, çok da mühim değil. Abi ben aboneliklerimi de iptal ettim bilginiz olsun.
-Tamamdır kardeşim. Adamın karşısında kendimi sorguda ifade verir gibi hissettiğimi fark ettim. En basit cümlesinde bile kürsünün üstünden direktifler yağdıran sesteki kesinlik vardı.
-Ha bu arada. Hızla dükkana girdi. Elinde naylonla sıkıca sarılmış bir paketle çıktı.
-Bu sana geldi sabah. Sarı siyah paketin üstünde Kirilce harfler vardı. Cebimden cüzdanımı çekip yutubırın verdiği kartı çıkarttım.
-Sağolun abi. Teşekkür ederim, deyip ellerimde paket ve cüzdanla döndüm.
-Allah’a emanet ol kardeşim. Arada kahve içmeye bekleriz.
Karttaki adresle pakette yazan hemen hemen aynı harflerden oluşuyordu. Köşedeki camiin bahçesine girip banka oturdum. Paketten kaşmir bir palto ve pusula çıktı: “Bu kaputu, Rusya’da kalan dedenizin ve ninenizin bir hatırası olarak kabul edin.” “Teşekkür ederim,” dedim. Son cemaat yerinde cislavetlerini çıkaran ihtiyar dönüp bana baktı. “Allah kabul etsin,” deyip kalktım yerimden. Sultanahmet’ten ucunda “İstanbul” yazan bir kolye ve Ayasofya Camii çiziminin olduğu bir kartpostal alıp “Türkiye’den sevgiler. Hediyeniz için teşekkür ederim” notuyla postaladım.
İki gündür karşıma çıkan küçük sürprizler, uzun zamandır hırpaladığım zihnimi iyiden iyiye yormuştu. Memlekete dönme fikri ısrarla göz kırpıyordu. Bu durumda etrafımdakilere yapacağım uzun izahatler de gözümü korkutmakla beraber varlığını eskisi gibi hissettirmiyordu. İki gün sonra gece yarısı için otobüs bileti aldım. Evdeki üç beş parça mobilyayı Spotçu Mert’e okuttum. Raziye Hanım’a üç haftalık kira borcumu verdim. Bu sırada dairemdeki her köşeyi nefretle süzerek, depozitomu iade edemeyeceğini bildirdi ev sahibem. Abonelik kayıtlarımı iptal edip, iki bavul kıyafet ve bir valiz kitapla yola çıktım.
Dünya hızla değişerek deveran ediyordu; fakat Yozgat aynıydı. Heraklit Yozgat’ı görse, materyalizm veledi sakıt olarak temayüz ederdi. Her yaz tatil için bu şehre geliyor, aradan hiç zaman geçmemiş gibi buradaki hayata önceki yıl bıraktığım yerden tekrar dahil oluyordum. İnatla betonlaşan memleketime gitmeden Yozgat’ta verdiğim molalar, dedemin burada bulunan kabri, bana hadiselerin art ardalığının ne kadar aldatıcı olduğunu hatırlatıyordu. Otobüs, Yozgat’taki dinlenme tesisinde durunca, memlekete gitmeden önce dedemin mezarını ziyaret etmek geldi aklıma. Aklıma gelen her şeyi yaptığımı düşünmenizi istemem fakat bana insanlığımı hatırlatan şeyleri yaparken ki aceleciliğimi de inkar etmiyorum. Tesisten aldığım bisküvi paketini cebime koyup, otobüsten inmek istememe anlam vermeye çalışan muavinden bagajdaki eşyalarımı aldım. Ayaz içimde esiyordu sanki. Bavulumdan paltomu çıkarıp giydim. Yutubır paraya kıymıştı anlaşılan. Tesiste bulaşık suyundan hallice çayı içip, midemdeki curcunayı tsunamiye döndürdükten sonra mezarlığa gittim. Dedemin mezarı, gövdesi isten kararmış gibi simsiyah haldeki servinin altındaydı. Eski şairler bu ağaçtan çok ekmek yemiş ama bende hep ölümü çağrıştırır serviler. Geçen sene mezarın yerine işaret bırakmak için bu serviye bağladığım kırmızı kumaş neredeyse beyazlamıştı. Dedemin başında Üç İhlas bir Fatiha okuduktan sonra, mezar taşına asılı ibriği alıp su doldurmaya gittim. Çeşmeye doğru ilerlerken bir inleme sesi duydum. Derinden gelen, cılız ama hafif yankılı bir iniltiydi bu. Görünürde hiçbir şey yoktu. Mezarların hizasının altında kalan çeşme tarafından geliyordu ses. Birkaç adım daha attım. Sebil kaidesinin dibinde kıvrılıp tortop olmuş bir enik, titreye titreye inliyordu. Kısacık kahverengi tüyleri dikelmiş ırgalanıyordu. İbriği olduğum yere koyup çantamdan yavrucağı saracak bir şeyler almak için geriye döndüm.
Birden durdum. Yavru bir köpeği soğuktan korumanın bana da bir fayda sağlaması gerekirdi. Bavulumdan alıp köpeğe saracağım bir parça kıyafet önemsiz bir şeydi. Rahatlıkla gözden çıkarabileceğim bir kumaş. Sonuçta köpecik belki de donmaktan kurtulacaktı ama ben neredeyse hiçbir şey yapmamış olacaktım, basit bir çaputum eksilecekti sadece. Oysaki fayda ummam için bir şey yapmam, yani emek vermem ve bir şeylerden feragat etmem gerekirdi. Yaptığım iyiliğin bu kadar ucuz ve kolay olması, bu iyiliği savunmamı boşa çıkarabilirdi. Unutmakta zorlanacağım bir şeyden feragat etmeliydim ki yaptığım hareket, defterimde yer tutsun ve zihnimden silince de unutmanın hakkını vermiş olabileyim. Üç kuruşluk tişörtü herkes unutur. Sırtımdaki kaşmir paltoyu çıkarıp köpeği sardım. Cebimdeki bisküviyi elimde ufalayıp ıslattım, hamur gibi sıkıp selofanın üstünde önüne koydum.
Bir Fatiha daha okuyup ayrıldım dedemin yanından. Yüküm ağırlaşmıştı sanki, mezarların arasında seke seke düşmeden yolumu bulmaya çalışıyordum. Etrafımdaki serviler parmaklık gibi sarmıştı beni, üstelik koyu yeşil bir kubbeyle de örtmüştü üstümü. Kenardaki son mezarın mermerinden yola sıçradım. Yol, içeri taraflara göre aydınlıktı ama uyku bastırıyordu. Az önceki sebile yanaşıp yüzüme su çarptım. Kahverengi enik karnını doyurduktan sonra gözlerini yummuş huzur içinde uyuyordu. Birden gözüme paltonun cep ağzında parlayan yeşil bir şey çarptı. Hafifçe eğildim. Yeşil, yuvarlak bir şey fosfor gibi parlıyordu. İyice eğildim.
-Sahip!
-Bismillah!
-Korkma sahip, benim ben. Sanki daha önce görmüşüm gibi aşinalıkla teskin etmeye çalışıyordu beni.
-Nesin lan sen? Sürekli kıpırdıyordu.
-Yardım et, buradan çıkar beni. İşaret parmağımı uzattım, kıl gibi bacaklarıyla tin tin tırmandı parmağıma. Burnumun ucuna kadar yaklaştırdım. Cırtlak yeşil bir mahluk. İki ön dişi meydanda çirkin çirkin sırıtıyordu. Çirkinlere has vazgeçilmez bir sevimlilik vardı minik suratında. Derin derin soludu.
-Sonunda be sahip.
-Kimsin sen?
-Ben öykü ciniyim sahip. Saatlerdir bütün dünyada seni arıyorum. En son aklıma Yozgat’ta, dedenin yattığı yerde olabileceğin geldi.
-Beni neden arıyorsun, öykü cini ne demek, neden peşimden geldin buraya kadar? Bir de sahip ne demek?
-Hepsini anlatacağım. Emekli resim öğretmeni Mustafa Keskin vefat etti.
-Kim?
-Mustafa Keskin. Kendi imkanlarıyla kitap çıkaran bir yazar. Yazmaya çok geç başladı, ama tutkusu görülmeye değerdi.
-Allah rahmet eylesin?
-Sabırlı ol sahip.
-Hızlı anlat o zaman.
-Bilirsin, dünyanın bir dengesi vardır. Hayat, boşluk kabul etmez. Tanrı bir kişiyi yanına aldığında, onun ifa ettiği mesleği, meşrebi yahut vazifeyi ikame etmesi için bir başkasını gönderir.
-Yani diyorsun ki.
-Mustafa Keskin’in listedeki kaydı silindi. Şimdi ardında bıraktıkları zaman karşısında bir sınav verecek. Onun yerine sen tayin oldun. Sana görevini tebliğ etmeye ve adını Muhteris Hikayeciler Listesi’ne kaydetmeye geldim.
-Nedir bu Muhteris Hikayeciler Listesi?
-Görevi kabul edersen, ki kabul etmeme lüksün yok, hemen ilk hikayeni yazmalısın.
-Bir dakika yahu. Dur bi. İstediğin hikaye ilk hikayem olmayacak. Daha önce yazdım. Ayrıca şu an nasıl yazabilirim? Mezarlık yolunda.
-Muhterislerin bahanesi olmaz. Eğer bu vazifeden azledilirsen artık tutku duyduğun her şey içinde bir ukde olarak kalacak. Hiçbir yasa sana sunulan böyle bir fırsatı geri tepmeni cezasız bırakmaz. Fyodor Pavloviç Karamazov, Aleksis Zorba bu durumu çok güzel izah etmişlerdi. Fakat insanlar, onların bu anlatımlarını sefih yaşamlarını maşeri vicdana kabul ettirmek için yumurtladıkları göz çıkaran teselliler olarak okudular. Yazmaya başladığın gibi adını listeye kaydedeceğim. Hadi.
Bavullardan birinin üstüne oturdum, diğerini önüme koydum. Kitapların olduğu valizden yarısı muhasebe karalamalarıyla dolu not defterimi çıkarıp önümdeki bavulun üstüne koydum. Ali Express’ten aldığım mont blankımı öptüm :
“Kanaat-i acizanemce geri dönmek en insani vasıflardan biridir…”