Bilinmeyenden Mektuplar

İrem İlayda Karkı

Kelimeler; Palto, kayıt, kafes

Bilinmeyenden Mektuplar

"Seni izliyorum."

Yıldız ablanın bıraktığı malzemeleri almak için kapıyı açtığımda kapının önünde bulduğum bu not bir süre kendime gelmemi engellemişti. 2 yıldır evden dışarı adımımı atmıyordum. Kim, beni, neden izlesin ki? Uzunca bir süre düşündüm. Sonrasında bu notun yanlışlıkla bırakıldığına kanaat getirdim. Evet, kesinlikle yanlışlıkla bırakılmıştı. Biraz sakinleştikten sonra malzemeleri tezgahın üzerine bıraktım. Ekmek tazeydi, ucundan biraz koparıp ağzıma attım. Diyet yaptığım için ekmek yemediğim günler geldi aklıma. Delilik! Poşetin içerisine göz attım. Peynir, yağ, pirinç, bakliyat... Eksik bir şey yok gibiydi. Bir süre ayakta bekledim, ne yapsam diye düşünüp etrafa baktım ve canım hiçbir şey yapmak istemedi. Kendimi koltuğa bıraktım öylece. Boş boş duvara bakıyordum. Duvar birazdan bana acıyıp dile gelecek, yalnızlığıma ortak olacak gibiydi. Yalnızlık demişken, bir şey hem bu kadar güzel hem bu kadar acı verici olabilir miydi? Ben eskiden yalnızlığımı severdim. Kendimle vakit geçirebileceğim bir sürü zaman demekti bu. Tabi tamamen yalnız olmadığım, başkalarıyla görüşebildiğim, dışarı çıkıp kalabalığa karışabildiğim, deniz kenarında nefes alabildiğim zamanlardan bahsediyorum. Sonra bir anda sadece kendimle baş başa kalınca o kadar da sevmedim bu durumu. İçimi sıkmaya, canımı acıtmaya başladı.

"Yalnız ölmicem di mi

Böyle sessiz sessiz

Solup gitmicem di mi?"

Gün için seçtiğim şarkıyı açtım telefondan. Başa sarıp sarıp dinledim.

"Gökyüzünde bir martı

Sürüsünden kovulmuş

Öyle olmicam di mi?"

Ağlamaya başladım. Bir domatesin kendi poşetinden ayrılıp patlıcanların arasına karışmış olduğunu görmem bile ağlamam için yeterliydi. Arkadaşlarım çok ağlamamdan şikayet ederlerdi hep. Ah öyle özledim ki onlarla muhabbet etmeyi. İlk zamanlar ben evden çıkmasam da onlar geliyorlardı. Sonra gelmemeye başladılar. Bir zaman sonra telefonum da çalmamaya başladı. Az kaldı yakında konuşmayı da unutacağım. En azından kendimle konuşayım diye her gece günü kayıt altına alıyorum. Neler yaptım, neler hissettim, en çok ne istedim... Bunları kaydetmeye başladığımdan beri kendimi daha iyi tanıyorum gibi. Belki de yeni tanıyorum.

Bir süre sonra yatmaktan sıkılıp televizyonu açtım. Sırf ses olsun diye. Ondan da sıkılıp kapattım tamamen. İşlerin hepsini de bitirmiştim. Ne çevrilecek dosya vardı elimde ne de yapılacak bir ev işi. Gözüm kitaplığa takıldı. Kitaplarımı indirip yazar yazar ayırıp sonra onları harf sırasına göre dizebilirdim. Evet mükemmel bir iş! Bu beni birkaç saat oyalardı. Kitapları dizerken bir kitap beni oku der gibi bakıyordu. Daha önce okumuştum oysaki. Yine kendisini okumamı istiyordu. Ben seni anlarım der gibiydi aynı zamanda. Anlardı gerçekten de. Beni Ayhan'dan daha iyi kim anlardı şu an? Keşke kitaptaki karakteri karşıma alıp dertleşebilsem. Bak ben de pencereden bakabiliyorum sadece şu an. Kimsenin gelmediği, gelmeyeceği pencereden. Ama bekler gibi bakıyorum. Sen de mi böyle bakmıştın?

Sevgili kendim;

Biliyorum yıprandın. Seni iyileştirmek için elimden geleni yapıyorum. Ama kapıdan çıkmak için atmam gereken o adımı atamıyorum. Olmuyor. O gün o parkta yaşadığım korku, patlamadan sağ kurtulanların koşması, yerlerdeki kanlar, kulaklarımdan gitmeyen uğultu... Sanki kapıdan adımımı attığım an tekrar edecek bunlar. Biliyorum yersiz bir korku bu. Her şey olacağına varır, değil mi? O gün kurtuldum. Kurtuldum mu? Sonra bir kafese hapsettim kendimi. İnsanın dört zindanı vardı. Bir kitap öyle diyordu. Benim kafesim bu zindanlardan hangisiydi?

Sevgili kendim;

Bugün yine bu sorularla boğuştum. Yine paltomu giyip, paltoma sıkıca sarılıp kapıdan o adımı atmayı denedim. Yine olmadı. Yine yalnız hissettim kendimi. Sabah gelen not kafamı biraz karıştırmadı değil ama yanlış adresti biliyorum. O notun benim için olmasını o kadar isterdim ki!

Sevgili kendim;

Lütfen kurtar beni.

Ertesi gün kapıda aynı yazıyla yazılmış başka bir not buldum.

"Bugün yine muhteşem görünüyorsun."

Tebessüm ettim. Kısa sürdü. Ben bu notları yazdığın kişi değilim diye kapıya not mu yazsaydım? Notu aldım masaya bıraktım. Bana ait değildi ama onu sahiplenmek istiyordum. Notun karşısına oturup bir süre sadece onu izledim. Mail sesini duymasam belki akşama kadar otururdum. Çeviri için gelen bir dosya vardı. İçten içe sevindim, yapılacak bir işim vardı. Akşama kadar çeviri ile uğraştım. Akşam olunca da kendime bir kayıt daha bırakıp yarın yine not alacak mıyım düşüncesiyle uykuya daldım.

"Ben çocukken hep denize gitmek isterdim. Sevinsem de üzülsem de. Şimdi oradan geliyorum. Hangi duyguyla gittim, hangi duyguyla döndüm bunu sana yüz yüze anlatmak isterdim. Şimdi buraya yazabileceğim kadar basit değil bu duygular. Bir gün birlikte sahilde yürüyelim mi?"

Bu kez daha uzun bir not vardı. Hüzünlendim. Keşke denizi daha uzun anlatsaydı. Kimler vardı, hava esiyor muydu, kum sıcak mıydı? 2 yıldır denize hem çok yakın hem de çok uzaktım. Bir gün birlikte sahilde yürüyelim mi?

Artık günlerim daha heyecanlı geçiyor gibiydi, daha doğrusu sabahlarım. Eskiden uyanmak istemezken, uyansam bile saatlerce yataktan kalkmazken şimdi uyanır uyanmaz kapıya koşuyordum. Her gün bir not karşılıyordu beni. Kimi zaman bana olayları, kimi zaman yerleri, kimi zaman duygularını anlatıyordu. Milena mıydım ben, neden her gün bana yazıyordu? Ben sadece dinliyordum. Sadece dinlemek bile 1 ayda kendimi daha iyi hissetmemi sağlamıştı. Her gün bu notları okumak benim için yeterliydi ama bir süre sonra onun için anlatmak yetmemeye başladı. Bilmek istiyordu, biraz da benim anlatmamı bekliyordu. Bir gün neden hiç dışarı çıkmadığımı sordu. O güne kadar notların yanlış adrese geldiğine inanıyordum. O gün bana geldiğinden emin oldum. Bu beni hem heyecanlandırdı hem de korkuttu. Hangi manyak evden hiç çıkamayan birine her gün düzenli olarak not yazardı ki? Hem beni nerede görmüştü? Evden çıkmadığımı biliyorsa beni gözetliyor demekti. Korktum. Ertesi gün sanki hislerimi anlamış gibi bana rahatsızlık vermek istemediği için kapımı hiç çalmadığını ve asla çalmayacağını, bir gün dışarı çıkmaya karar verirsem benimle dışarıda muhabbet etmek istediğini yazmıştı. Paltomla göz göze geldim. Ne diyordu Milenaya Mektuplar'da:

"Palto giymeye üşenirken bu koca dünyayı sırtımda nasıl taşırım ben? İçimde bulunduğum durumu kimseye anlatamam. Sen de anlamazsın. Ben bile anlamıyorum ki başkasına nasıl anlatırım?"

Kafesimden çıkamazdım. Çıkamıyordum. Bunu sana nasıl anlatacaktım? Anlatmadım. O bir süre yazmaya devam etti, ben dinlemeye. Sonra bir anda notlar gelmemeye başladı. İlk başta sıkıldı diye düşündüm. Sonra başına bir şey gelmiş olma ihtimali beni huzursuz etti. O gece ilk defa günlerimi kaydettiğim deftere ne yazacağımı bilemeyip boş boş baktım. Ne yazabildim ne uyuyabildim.

Ertesi sabah son bir umutla kapıya koştum. Yine not yoktu. Paltoma baktım. Ben kapısı açık bir kafeste çırpınan bir kuştum. Artık uçmanın vakti gelmedi mi? Paltomu giydim. Paltomun köşelerinden tutup kendime sarıldım. Bir nevi kendimi teselli ediyordum. Kapıyı açtım, gözlerimi kapatıp 2 yıldır atamadığım o adımı attım. Gözlerimi açıp bir hızla kapıyı çektim ve dışarı koştum. Sanki acele etmezsem kendimi o kafese hapsetmeye devam edecektim. 2 dakika koşup da açık havaya çıktıktan sonra durdum. Nefes nefese kalmıştım. Uzun zamandır hareketsiz kaldığımdan olsa gerek 2 dakikalık koşu sonucu tüm eklemlerim ağrıyor, ciğerlerim acıyarak nefes alıyordum. Biraz kendime gelince sakince yürümeye başladım. Etrafımdaki insanları inceliyordum. Her an biri yanıma gelip sonunda çıkmışsın diyecek gibi hissettim bir süre. Belki de beklentim buydu. Gelen olmadı. Olsun. Ben yine de minnettarım notları yazan o manyağa. Sayesinde birazdan denize kavuşmak üzereydim.

Uçsuz bucaksız maviliği gördüğümde aklımdaki her şey uçtu gitti. Hasret kaldığım vatanıma kavuşmuş gibiydim. Derin bir nefes çektim içime. Pencereyi açtığımda hafif hafif gelen deniz kokusunu şimdi doyasıya hissediyordum.

O sırada günler önce zihnimi meşgul eden bir soruya cevap buldum. Kendim. Ben kendi zindanımda hapsolmuştum.

İrem İlayda Doğan