Olsa Bilirdik

Fatma Ünsal

Kelimeler: kayıt, palto, simit

OLSA BİLİRDİK

İlhami, belediyenin evrak kayıt bürosunda üç yıldır çalışıyor. Evlenmeden bir yıl önce girdi bu işe. Edebiyat okumuştu okumasına ama iş öyle hemen nerede? İstediği gibi olmadı. Babasının da sözü geçerdi ilçede. Baktı ki oğlunun iş bulacağı yok, nüfuzunu kullandı, aldırdı belediyeye oğlunu. Ana babasının tek çocukları olduğundan, onları bırakıp da bir yere gidemezdi zaten. Neticede bu küçük ilçeye çakıldı kaldı.

Üniversitede okurken ne hayalleri vardı hâlbuki. Öğretmen olacak, bir taraftan da sanat sepetle uğraşacaktı. Steril bir hayat. Belki boynuna fular bile bağlardı. Gömleği jilet gibi ütülü, kol düğmeleri özenli. Gözleri sağlamdı ama yine de gözlük takardı o zaman. Oval kemik gözlük, kırmızı. Sanatla ya da yazıp çizmekle uğraşmak için bu şarttı. Dersleri çok iyiydi. Hocaların da gözdesiydi. Panel mi düzenlenecek? Çağır İlhami’yi gelsin. Şiir gecesi mi düzenlenecek? İlhami’den iyi şiir okuyan mı var? Tek kişilik dev kadro. O çıksın da sahneye, diğerleri kötü okusa da olur. Adı da en sevdiği şairin ismi zaten, tam şair yazar adı. Bir tınısı var: İlhami. Bir yürüyüşü var, sanırsın Satranç Dersleri’ni bu yazmış. Zaten derslerde kimseye ondan sıra gelmez. Tanpınar’dan da anlar, Şeyh Galip’ten de Karacaoğlan’dan da. Maşallah, yürüyen edebiyat kitabı. Gel gör ki hayat, neyi en çok bilirseniz, sizi ondan sınıfta bırakır. İlhami edebiyatı iyi dereceyle bitirdi. Lakin hayalleri yarım, yazıp çizdikleri eksik kaldı.

Anasının bulduğu, akrabalarının maharetli kızı Canan’la evlendi İlhami. Canan becerikli. Elinden her iş geliyor. Çiçek gibi kız. Anası Canan iş yaparken gelinini değil de sanki bir film yıldızını izler gibi izliyor. Canan da bunun farkında olmalı ki iş yaparken âdeta devleşiyor, tepsi olmadan dört çayı aynı anda getirebiliyor. Maşallah, haset eden çatlasın. İlhami de hanımını seviyor Allah için. Gül gibi geçinip gidiyorlar. Yalnız İlhami’nin içindeki ukde, onu rahat bırakmıyor. Şu kayıt bürosu ne sıkıcı yer.

Sabah, hanımının hazırladığı mükellef kahvaltıdan sonra ayaklarını sürüyerek işine gidiyor. Bazı yerler vardır, hemen ulaşmak istediğiniz. Koşarak gitseniz de süre uzamış gibi gelir, tam istediğiniz vakitte ulaşamazsınız. İlhami’de hiç böyle olmuyor ama. Yirmi dakikalık yol, sanki on dakikada bitiyor işe giderken. Yol uzasın diye, kahvaltısını yapmasına rağmen cadde üstündeki kıraathanenin önüne tezgâhını kurmuş simitçiye uğruyor. Simitler her sabah gevrek ve sıcak, İlhami’yi karşılıyorlar. Bir simitçinin yanında ne kadar kalabilir bir insan? İlhami bu süre ne kadar uzatılabilirse o kadar kalıyor orada. Önce selam sabah, sonra: “Ya bunlar da yine sıcacık haa susamlı susamlı maşallah.” Sonra simitlere yönelen bakış, birisini ilk bakışta gözüne kestirme, sonra kararsızlık, başka birine gönlünü kaydırma ama sonra o ilk gördüğün simide elinin gitmesi. Hiç şaşmaz. Bizim memlekette simit almanın sıralaması budur. Aksini iddia eden simit almayı bilmiyordur. İşte bu kısa an, İlhami’yi o daraltıcı iş sabahlarından kurtaran bir an olup yerleşiyor günün içine. Simidini alıp yani özgürlüğünü bırakıp işe yollanıyor.

Odasının bulunduğu kata çıkarken yılan gibi sürünüyor merdivenlerde. Oda arkadaşı sürekli uyuklayan yaşlıca bir adam. Evet, saçlardan yana fakir bir de. Evet, tıknaz ve kısa boylu. Doğru, koyu kahve takım elbise giyiyor, yeleği keçeden ve göbeği yeleğin düğmelerini patlatacak gibi duruyor. Bazı memuriyetlerde oda arkadaşı nasıl olması gerekiyorsa öyle.

Bir insanı bir yere, bir şeye bazı kelimeler zamk gibi yapıştırır. Bazen bu iyi bir şey olabilir. Sevgiyse bu kelime, şanslı azınlıktan olursunuz. İşine sevgiyle zamk gibi yapışmak. Batı’nın kör ve sevecen ama asla gerçekçi olmayan sevgi modeli oldu bu. Fakir kandıran. Biz yine de Doğulu düşünelim. Mecburiyetlerle bir yere sabah sekiz akşam beş hatta daha uzun süre zamk gibi yapışmak diyelim. Evine helal kazanç götürmenin dayanılmaz hafifliği olmasa, belki de tek getirisi bu helal kelimesi olmasa, bir sandalyenin tepesinde, hımbıl bir oda arkadaşına katlanarak, sürekli evrak kaydetmenin neresi güzeldir? Arada bir daire amirinin imalı bakışlarıyla karşılaşmayı da ekleyelim. “İlhami Bey, iyisiniz inşallah?” sorusunun içinde barındırdığı o imayı nasıl anlatmalı? “Çalış eşek herif, maaş alıyorsun buradan!” demiyor da iyisiniz inşallah, diyor. İyiyiz eşek herif, sen nasılsın?

İlhami tüm bunları bunalıma çevirmeden yaşamaya çalışıyor. Olabildiğince. Hayallerini deviren zorunluluklara lanet etmeyi zül sayıyor kendine. Ne yaparsın, olsa olsa hayat bunun adı. Yaşayıp gidilecek, kapıyı çektikten sonra bırakılacak anılar yumağı. Teslim olmak ne uzun ne sancılı kelime. İlhami elleri havada teslim olduktan sonra yani o gençlik hayallerini çöpe attığı an, dünyanın tüm dikenlerini yutmuş gibi hissetmişti. Sonra duruma alıştıkça, o dikenleri tek tek tükürdü. Bir tane kaldı içinde. Şimdi onunla yaşamaya alıştı. Teslim olmak alışmanın da kardeşi çünkü.

Standartların içinde yaşayıp giderken bir sabah… Soğuk bir sabah, yine kıraathanenin önündeki simitçiye uğruyor İlhami. Nefes alma durağına yani. Simitlerle bakışma, kararsız kalma gibi yapma vesaire. “Çay söyleyeyim abi, bu sabah da burada ye simidini.” diyor Simitçi Ekrem. İlhami dünyanın en güzel teklifine rastlamış gibi. İlhami’ye sanki en sevdiği şair sen zahmet etme okumakla, ben sana şiirlerimi kendi sesimden dinletmeye geldim, demiş gibi. Olur, dediği o an ayağındaki zincirler şakırdayarak çözülmüş gibi. Ekrem çayları kapıp geldiğinde bu sefer uzatmadan gözüne ilk kestirdiği simidi alıyor İlhami. Çay ve simit. Ayran ve simit kadar olmasa da iki iyi arkadaş. Bir yudum çaydan bir ısırık simitten. Dünya nimeti. Bir süre sonra yanlarına koyu füme renk paltosuyla bir adam yaklaşıyor. Saçları hırpani. Esmer yüzünden acının binbir tonu okunuyor. İlhami boylarında, orta yaşı geçkin bir âdem evladı. Ekrem, “Gel Osman Abi gel, simidini al hadi. Çay da getireyim sana.” diyor. Adamın yüzü delirir gibi köpürür gibi oluyor, ağzından “İstemez.” sözü tıslayarak çıkıyor. Gözlerini İlhami’ye dikmiş sert sert bakıyor. İlhami ağzına aldığı lokmayı çiğnemeden yutuyor korkudan. Ekrem ısrar ediyor,

“Hadi abim otur şuraya.” İlhami Ekrem’ in ısrar eden ağzına iki tokat patlatmak istiyor. Bırak gitsin işte. Adam gözlerini İlhami’den ayırmadan bağırıyor: “İstemez dedik ulaaan!” İlhami “Çattık, kalkayım bari.” diye ayaklanmaya çalışırken Osman kükrüyor tekrar: “Otur ulan yerine!” İlhami dakikasında çöküyor olduğu yere. Adam bir hışımla paltosunu çıkarıp tutuyor sağ elinde. Kaldırıp fırlatıyor paltoyu İlhami’nin yüzüne. Sonra da çekip gidiyor. Kalakalıyor İlhami. Ekrem, “Aklından noksan abi o, takma.” diyor. İlhami, “Kimmiş bu? Tanımadığım kedisi yok bu ilçenin.” diye şaşırıyor. “Ankara’da memurdu o abi. Bir yandan da yazıp çiziyormuş. Meşhur oldu bir ara. Kasabaya geldi, bize şiir kitabını imzaladı. Heves edip okuyum dedim. Ihhh ne dediği anlaşılmıyor. Bizim hanıma verdim, sevindi gariban. Koştu boynuma sarıldı. Ona aldım sandı. Baktı o da bir şey anlamıyor, oldu bize çaydanlık altı. Neyse ne. İşte bu Ankara’da çalışırken, patlama oluyor Kızılay’da gündüz vakti. O patlamada karısını çocuğunu kaybediyor. Patlama olduğu sırada kendisi işteymiş, karısıyla çocuğu da patlamanın olduğu yerdelermiş. Zavallıların parçasını bile bulamamışlar. Bu da aklını kaybediyor tabii. Akıl hastanesinde yatıyor ama yok, düzelmiyor. Arkadaşları getirip attılar bunu buraya memleketi diye. Böyle dolanıyor gariban.” İlhami bir süre kalıyor öylece kucağında paltoyla. İşe geç kaldığını fark ediyor. Paltoyu Ekrem’e uzatıyor sen al diye, Ekrem oralı olmuyor bile. Mecbur, elinde Osman’ın paltosu işe yollanıyor. Yolda çöp konteynerinin birine atmaya yelteniyor paltoyu, bir banka bırakıp gitmeyi düşünüyor. Yapamıyor. Palto bu deli şairden imzalı bir kitap gibi kalıyor İlhami’de. Şair delisi Osman. Başka adam mı bulamadın paltonu fırlatacak?

İş yerine vardığında oda arkadaşına selam sabahtan sonra montunu çıkarıp asıyor, montunun yanına da malum paltoyu. Köşe yastığı kılıklı oda arkadaşı meraklanıyor hâliyle fazladan paltoyu görünce. İlhami durumu anlatınca: “Deli Osman seni, madem atacaktın, kapı komşusuyuz bana versene.” diye içleniyor. İlhami o böyle deyince merak ediyor, kim bu meczup şair, iyice öğrenmek istiyor. Ama oda arkadaşı paltodan sebep bozuk olduğundan pek bir şey anlatmıyor onun hakkında. Ekrem’in dediklerini aynen aktarıyor. Dudağını büzüştürerek sadece şunu ekliyor: “Bu deli bizim yan dairede kalıyor. Bizim hanım, mahalleli üç beş doyuruyorlar karnını. Her gece böğüre böğüre ağlıyor. Duvarları yumruklaya yumruklaya böğürüyor hem de deli herif. Her gece aynı dert başımızda. Alıp götüren de yok. En son ‘Yok mu bu gecelerin sabahı!’ diye bağırıp susuyor.” Gülüyor, “Biz de kurtuluyoruz. O böyle dedi ya, bizim kafa dinleniyor artık.” Bunları su içer gibi anlatıyor adam. “Sen kullanmayacaksan ver ben bir deneyeyim.” diye askıya koşuyor. Paltoyu deniyor lakin o koca gövdesini sığdıramıyor paltoya. Suratı asık, geri bırakıyor paltoyu yerine. İlhami içindeki tek dikene yeni bir arkadaş getiriyor. Adı Osman.

Akşam eve elinde bu paltoyla gidince hanımına anlatıyor durumu. Atamadığını da ekliyor ki o yokken hanımı atmaya kalkışmasın. “Bir gün denk gelince geri veririm ne de olsa Osman’a” diyor. Yemek, çay derken gece oluyor. Canan maşallah yastığa çeyrek kala uykuya dalıyor. İlhami’nin kafası dolu. Sağa dönüyor, sola dönüyor, olmuyor. Kalkıp mutfağa gidiyor, dolabı açıp bakıyor. Olmuyor. Eline nicedir almadığı kitaplarından birini alıyor, olmuyor. Dışarı çıkmayı düşünüyor. Odaya gidip ses çıkarmadan üstünü giyiyor. Montunu. Yok hayır, Osman’ın yüzüne fırlattığı paltoyu alıp çıkıyor sokağa. Sokak boş. Tek tük evlerden ışık sızıyor. Sokak köpekleri geçiyor arada yanından yöresinden. İlçe meydanını, postanenin olduğu sokağı geçiyor. Palto sırtında. Belediyenin boş alan değerlendirmelerinden olan parka geliyor. İki kaydırak, iki salıncak. Bir sürü kamelya ve banklar. Al sana park. Kölelerin kısa süreli azat olma merkezi. Parkın en kuytu köşesinde bir banka tünüyor. Osman’ın paltosuna sarılı. Hava iyice ayazlamış. Elleri üşüyor, paltonun ceplerine ellerini sokuyor. Bir şeyler geliyor eline. Bakıyor küçük bir defter, küt bir kurşun kalem bir de. Başta bakmak istemiyor deftere. Deli de olsa ona ait. Ama merakına yenilip açıyor defteri. Başında tek bir satır var, başka da bir şey yazılmamış. Tek satır. Yok mu bu gecelerin sabahı? İlhami’nin içindeki diken büyüyor. Yok mu bu gecelerin sabahı? İlhami’nin içindeki diken daha da büyüyor. YOK MU BU GECELERİN SABAHI? İlhami’nin içindeki diken, kalbini de delip ağzından çıkmaya başlıyor. YOK MU BU GECELERİN SABAHI? İlhami defteri ve küt kalemi iyice kavrıyor. Diken ağzından çıkmış, etrafı sarıyor:

yok mu bu gecelerin sabahı?

yok

olsa bilirdik

ayağımız takılsa

geri teperdik bu da nesi diye

bir buruşuk mendil tekme savrulan

yok mu bu gecelerin sabahı?

yok

olsa bilirdik

köşeyi dönünce yüze çarpan rüzgâr

komşudan hiç gelmeyen günaydın

annenin olmayan sıcak dizi

tuttukça eriyen el

yok mu?

yok

olsa bilirdik sevgiliyi gülerken görünce ilk

o yıkımın adına sabah dendiğini

görmelerin değil bakmaların olduğunu

yok mu?

yok

dünya farkında değil

sabah değil o

olsa bilirdik