“
...
Akdeniz gemilerine yol gösteren İskenderiye Feneri, kıyıya yaklaşan düşman gemilerini ışığıyla yakıp kül ederdi. Tabii ki bu bir rivayet, gerçeklik payı neredeyse yok. Knidoslu Sostratus, eseriyle gurur duyar, yaklaşan ecelinin onu eserinden ayıracağını ürkerek hissederdi. “Olsun” derdi sonra,”O benden sonra da uzun yıllar yaşayacak.” Her canlının kehaneti yani ölüm, Sostratus’u da yakaladı. Toprağı bol olsun. Yalnız şiddetli bir deprem Sostratus’un fenerini yerle yeksan etti. Dünyanın kahrına fener de dayanamadı yani. Hem o hem feneri koyun koyunalar şimdi.”
Ermiş Fenerler Dergisi Sayı: 1003
Kambur Ali, dergiden başını kaldırdığında feneri çalıştırmanın vakti gelmişti. Anası sedirde uyuyakalmıştı. Hep bu vakitler uyur, yatsı vaktinde kalkar, namazını kılar, yerine yatardı. Ana oğulun günleri o kadar aynıydı ki sanki dünyaya tek bir günü yaşamaya gelmişlerdi. Bundan şikâyet etmiyorlardı. Bunun şikâyet edilebilecek bir şey olup olmadığı akıllarına hiç gelmiyordu çünkü.
Ali spiral merdivenleri tırmana tırmana fenerin tepesine ulaştı. Etraf alaca karanlığa bulanıyordu. Deniz her zamanki gibi dalgalanmaya çoktan başlamış, kıyıları dövüp duruyordu. Vur ha vur! Ali dalgaların bu haşin hâllerini izlemeyi severdi. Ona yeryüzünün yumruğu gibi gelirdi bu sert dalgalar. Feneri çalıştırdı. Fener çalışırken, dinç homurtular çıkarıyordu. Bakımını yeni yapmıştı. Ali onun ışıklarının değdiği noktalara bakıyor, dergide okuduğu cümleyi aklından geçiriyordu: İskenderiye Feneri, kıyıya yaklaşan düşman gemilerini ışığıyla yakıp kül ederdi. Gerçekten böyle bir şey olmuş muydu? Düşüne düşüne merdivenlerden indi. Dışarı çıktı.
Kamburunu sol omzunun üstünde tam otuz beş yıldır taşıyordu Ali. Kambur. Fazla kas parçası. Sırttaki tümsek. Meraklı bakışlar. Acıma. Tiksinti. Beğenilmeyeceğini bilme. Vazgeçiş. Tek bir kelime, bir insanın ruh durumunu özetlemeye yetebilir. Ali bir kamburdur. Tafsilata gerek yok. Ali’nin bundan dolayı ruhu da kamburdur. Zedelidir. Ali hırçındır, dalgaları sevmesi bundandır. Ali babasından nefret etmektedir. Hani şu fenerin önündeki mezarda yatan babasından. Babası sağken Ali’yi hep dövmüştür, sebepli sebepsiz. En çok kamburuna savurmuştur tekmesini, ağzında en galiz küfürlerle. Yamuk herif! Ne işe yararsın ulan? Askere bile almadılar seni, biz de besliyoruz burada! Okuyacakmış da yazacakmış da çizecekmiş de! Kambur okur mu ulan? Kambura masraf mı dökülür?
Toprağı bol olsun. Ya da olmasın. Ne dersin Sostratus?
Dışarıda kemikleri titreten bir rüzgâr vardı. Deniz sesleriyle birbirine karışmış uğultu. Sakalları karışık bir hava. Dalgalar gövde gösterisi yapıyor gibi yarışa yükseliyorlar, sonra gerisin geri gidiyorlardı. Ali fener ışıklarının değdiği yerleri izlemeyi severdi. Havaya aldırmadı bile. İnce montuna sarındı. Lojmana dönüp baktı, lojmanın ışıkları yanıyordu. Anası uyuyor olmalıydı. Yalnızken insanın türkü söylemesi nüks eder. Diline her zamanki türküsü geldi yerleşti: “Benim de şu cihana gelişim hey canım rinnanay rinna rinna nay/ Bir güzelden ötürü.” Ali senin de şu cihana gelişin, hangi güzelden ötürü? Bu güzelden ötürü. Parmağı ıssız denizde bir noktayı işaret ediyordu. Karanlık bir nokta ama var. Türkü ona cevabını pek de bilmediği sorular soruyordu. Sustu. Babasının mezarını karanlıkta seçmeye çalıştı. Beyaz mermerden mezar taşlarıyla göz göze geldi. Baba benim de bu cihana gelişim, hangi güzelden ötürü? Cevap yok. Mezarın bu sessizliği hoşuna gitti.
Bazen ona soruyorlar. Bunalmıyor musun yahu? Fenere bağlı hayat mı olur? Çocukluğunu da harcadın burada. Salıncağın bile olmadı. Salıncak ulan bu! (Burayı derken gülerlerdi. Bu insanlar gülmeleri, ağlamaları, durmaları, konuşmaları, susmaları, sarsılmaları; bu insanlar, bu insanlar merhametli olmaları gereken yerleri hiç bilmezlerdi. Tür özelliği mi? Öyleyse hiç çekilir değil.) Ali kısa cevaplarla geçiştirirdi onları. Onları kıyısına yaklaştırmadan bu kısa cevaplarla yakardı. Onların putları fenerden daha büyüktü oysaki. Ali’nin hayatının merkezinde fener vardı evet. Onların putları daha mı masumdu? Putun masumu mu olurdu hem? İnşa ettikleri benlikleri, aynadaki o güzel suretleri -haşa huzurdan, sanki kendileri yaratmış gibi- o çalımlı çalımlı yürüyüşleri, sanki fonda havalı bir müzik çalıyormuş gibi. Aceleleri, vakitsizlikleri. Yarışları. Yaşamlarının ortalarına diktikleri ve her gün parlattıkları putlarını görmüyorlar da Ali’nin feneri onlara dert oluyor. Öyle mi? Öyle. -Öyle, diyen. Sen, evet sen. Terk et burayı.
Issızlık. Uğultu. Zifiri deniz. Tepede beş saniyede bir etrafına aydınlık saçan fener. Keskin ve acı rüzgâr. Ses etmeden mezarında yatan baba. Ses etmeden yatağında yatan ana. Ali. Kamburu. Ali. Beynini bir an boş bırakmayan düşünceler, beynindeki ayak sesleri. Aldırmayışı, aldırmadığı her şeyi kamburuna atışı.
Lojmana döndü. Anası çoktan uyumuştu. Bir bardak çay alıp sedire çöktü. Dergiyi karıştırmaya devam etti.
“ İskenderiye Feneri, yüz kırk metre boyundaki Akdeniz’in gözü, ışıl ışıldı. Tepesinde tunçtan kocaman bir ayna bulunurdu ki bu dev ayna sayesinde gemiler denizde geleni gideni rahat görürlerdi. En tepesindeki Poseidon heykeli, bakanlara ürperti verirdi. Öyle ki elindeki üç başlı mızrak, her an fırlatılacak gibi dururdu. Beyaz mermerden inşa edilen bu fener, zamanının en görkemli feneriydi.
…”
Ermiş Fenerler Dergisi Sayı: 1003
Çayı soğumuştu. Dergiyi okurken kimi cümlelerin altını çiziyor, dışarıdaki fırtınayı izliyor, anasının nefesini dinliyordu. Odadaki etrafı yaldızlı dikdörtgen aynayı düşündü. Ayna gördüğünü yansıtıyordu: yer yer boyası dökülmüş duvar, duvarda babasının çerçeveli bir fotoğrafı, sedirin bir kısmı. Ali’nin aynasıysa kamburuydu. O en tepede kamburunu taşırdı. Her insanın aynası olurdu. Bakanların kendilerini gördüğü. Her insan İskenderiye Feneri. Tepesinde belki tunçtan aynalar. Kimisi yol bulduran kimisi yol şaşırtan. Ama illaki var.
Gerçekten herkesin aynası var mı? Yok. İnsan şifonyer midir ki aynası olsun? -Şifonyer diyen, sen sen, evet sen. Şifonyer sensin. Terk et burayı dedim.
Elinde dergi, gözünde uyku kalakaldı bir süre. Belki de haklıydılar. Belki de şunca yıl boşuna sürünmüştü dünya yüzünde. Babasına bir defasında: “ Gideceğim buradan. Ben fenerde çalışmak istemiyorum.” demişti de babası köpürüp üstüne yürüyünce, yürümekle kalmayıp bir posta dövünce vazgeçmişti gitmekten. Deniz fenerinde doğanlar, deniz fenerinde ölürler derdi rahme...Rahmet...Rahmetli evet. Tamam rahmetli. Ölünün arkasından konuşulmaz. Ali o gün ikna olmuştu. O gün boyun eğmeyi öğrenmişti. Dünyada işler bazen böyle yürüyordu ne de olsa. İkna ol ve yaşa. İkna ol ve öl. Göre göre kendinizi bir şeye evirirsiniz dünyada. Göre göre benzediğiniz şeyler vardır. Göre göre benzemeyi reddettiğiniz şeyler de az değildir. Ali, babasını göre göre ona benzemeyi reddetti. Bir güz sabahında, babasının kalbi tekleyip de Rahman’a kavuşunca, mezarı büyük bir gayretle kazdı. Er kişi niyetine cemaatle babasının namazı kılınınca,” hakkınızı helal ediyor musunuz?”a ses çıkarmadı. Göre göre benzemediğini gömdü böylece. Ali feneri göre göre, fenerleri araştıra araştıra onlara benzemeye başladı. Ali, insanları uyaran bir fenerdi. Ali bir ayna. Ali sarp kayalıkların tepesinde yalnız ve hür. Ali zamanın ortasında tek. Ali olsa olsa İskenderiye Feneri.
“MÖ 285- 246 yılları arasında inşa edilen İskenderiye Feneri, MS 955 yılında yaşanan depremle ve peşinden gelen bir fırtınayla yıkılmaya başlamıştır. 1302’de gövdesi yıkılan fener, 1500 yılında tamamen yok olmuştur. Kalıntıları bazı yapıların inşasında kullanılmıştır. Ancak fenerin büyük bir kısmı, maalesef deniz altında çürümeye terk edilmiştir. Bir zamanlar, gemilerin yol göstericisi olan bu muazzam yapı, yok olup gitmiştir. ”
Ermiş Fenerler Dergisi Sayı: 1003
Bir depremle tamamen yok olmak. Çürümeye terk edilmek. Ali, satırlarda kendisini okumuştu. Ya da kendi sonunu mu demeliyiz? Böyle beylik laflar da insanı yoruyor. Ali etten, kemikten ve ruhtandır hem, neden çürümeye terk edilsin? Ali depremle yerle bir olan fenerin dümdüz hikâyesini okudu. Nereden çıktı kendi sonu olduğu? - Git buradan.
Kimi zamanlar feneri gezmeye gelenler oluyordu. İyice bakıyorlardı etrafa, denizi hayranlıkla seyrediyorlardı. Bu hayran hayran deniz izleyenlerin birçoğu da bozkır çocuğuydu. Yüzleri genelde kavruk, gözleri bala çalan kahverengi. Deniz görmeyenlerin hayranlığı. Ne varsa bu kadar? Sonra kafalarını kaldırıp feneri izlemeye koyuluyorlardı. Ali’ye fenerle ilgili sorular soruyorlardı. İşte bakımı nasıldır, kaç kuşaktır buraya sizin aile bakıyor, sürekli burada kalmak sıkıcı olmuyor mu, gibi. Ali onları ezbere cevaplıyordu.”Dört kuşaktır, bakımı zahmetlidir ama elin alışınca hızlı hallolur, alışmak sıkılmayı yok etti.” Sonra sanki bir yatıra bakar gibi, yüzlerinde mezar görenlerin o gergin duruşuyla, gözlerinde geçici hüzünle babasının mezarını gösteriyorlardı: Burası kimin mezarı? Yoksa saygı duyduğunuz ustanızın mı? Size iş öğreten, Usta Splinter gibi hani? Ali daha ağzını açamadan atılıyordu duygu yumağı biri: “Ay! ” diyordu, “ Ne kadar da dokunaklı bir durum. Emek vermek, ustana saygı duymak ne ulvi! Onu buraya defnetmekle, unutmak istememişsiniz belli! ” Nemlenen gözünü bir peçeteye siliyordu, peçete kuru. “Babam.” diyordu Ali. Bu kadar. Devamını bekler gibi bakıyordu ziyaretçiler, ağızları yemek bekleyen kuş yavruları gibi aralık, bir süre öyle kalıyorlardı. Sonra Ali’den bir hareketlenme olmayınca gezmeye devam ediyorlardı. Hep böyle.
“Kıymetli okuyucularımız, sizden gelen mektuplar, talepler, eleştiriler, öneriler bizi güçlendirmeye devam ediyor. Gönderdiğiniz eserleri titizlikle okuyoruz. Eğer siz de bu yolculukta bir payınız olmasını istiyorsanız, lütfen bize yazın. Yazacağınız şeyin sadece deniz fenerleriyle ilgili olması gerektiğini unutmayın. Malumunuz, biz her telden çalan dergilerden değiliz.
Mail adresimiz: efenerlerdergisi@gmail.com “
Ali heyecanlandı. Kafasında yılların birikimi çağıldayıp duruyordu. Onu zorlayan uykusuna yenilmeyip külüstür bilgisayarının başına geçti. Kasanın düğmesine basınca kıyameti koparan bilgisayarlardan hani. Yarım saat bekledi açılmasını. Bir dosya açıp yazmaya başladı:
Merhaba.
İsmim Ali. İ. Deniz Feneri’nde dört kuşaktır çalışan bir ailenin oğluyum. Babamı kaybedince iş bana kaldı. Fenerlere dair bildiklerim, insanlara dair bildiklerimden daha çoktur. Son sayınızda İskenderiye Deniz Feneri’nin kıyıya yaklaşan düşman gemilerini yakıp kül ettiğini yazmışsınız. Sonra da buna gerçek değildir demişsiniz. Ama ben bunun gerçek olduğunu size kanıtlayabilirim. Deniz fenerleri kıyılarına yaklaşan düşman gemilerini yakıp kül ederler ve bu onlar için hiç zor değildir. Nasılına geçelim.