Faruk Gedik mesleğinin romantizmini yapanlara hiç ısınamadı. Alt tarafı bir fener bekçisiydi ve bunun ona maişet temini dışında sağladığı hiçbir şey yoktu. Ne denizle gökyüzünün kapkara bir fanus gibi yuttuğu gemilere ışık vermenin çağrışımları ne de 160 yıldır babadan oğula kalan ve soyunu isimlendiren bu fenercilik geleneğinin ziyaretçilerde uyandırdığı tuhaf hayranlık hissi onu ırgalamıyordu. On yıllardır kulenin arkasındaki badanalı müştemilattan kafesine, kafesinden tekrar hanesine her günü cabadan yaşayarak sürtüyor, aynı zamanda meslek büyüğü de olan cümle atasının üst üste medfun bulunduğu kabre gireceği günü bekliyordu.
Faruk Gedik’in o mezara girmesi demek, o yığının son kez açılıp kapanması demekti. Aynı zamanda fener bekçiliğinin de başka bir aileye geçeceği anlamına geliyordu bu. Çünkü o bir buçuk asırlık Gediklerin son temsilcisiydi ve bir evladı yoktu. O mezara girecek bir başka Abbas ya da Faruk olmayacaktı. Babası Abbas, dedesi Faruk, onun babası Abbas ve onun da babası olan Faruk hep o mezarda yatıyordu. Bu sebeple kireç mezar taşında isim yazmıyordu.
Aslında Faruk Gedik’in babasından sonra bekçilik yapmaya niyeti yoktu. Derdi zoru denize açılmaktı. Ama fırtınalı bir gece deniz fenerine kadar yükselen bir dalga, kendini merdiven korkuluklarına bağlamaya vakit bulamayan babasını yutunca hevesi kursağında kaldı. Bir onur meselesi gibi bu işi devraldı. Gelgelelim bu iş evladı iyal sahibi olmasına da mani oldu. Islak kayalar üstünde gelecek planları kurduğu Esra’nın mendebur babası “fenerciye kız vermem,” dedi. Esra da kendini bir sabah bembeyaz sulara bıraktı.
Bu saatten sonra Faruk Gedik kendini mesleğine vakfetti. Son gününe kadar işini bihakkın sürdürecek, birkaç hayır sahibinin onu kabre indirmesiyle bu dünyada ondan geriye hiçbir şey kalmayacaktı.
Son zamanlarda vaktinin çoğunu kuledeki kafeste geçiriyordu. Elinden de hiç düşürmediği bir kitap vardı: Viejo Pescador y El Mar. Mesleğinin ilk yıllarında hayatını kurtardığı bir balıkçı hediye etmişti bu kitabı ona. Bir merlin balığının peşinde Saros’a kadar sürüklenen Kübalı ihtiyar balıkçı Santiago’ydu bu. Dudaklarında derin çatlaklarla, yüzünün derisi kayış gibi pörsümüş, gömlek pantolon giydirilmiş bir iskeleti andıran ihtiyarı zor ikna etmişti karaya çıkmaya. Günlerce yaralarına bakmış ve habire yedirmişti onu. İhtiyar Balıkçı da onun hikâyesini dinlemiş ve kendisiyle mücadelesinde hep yenik düşenlerin, güneşi kaybettiren gölgelere sığınarak ışığı bekleyenlerin el kitabı olan mezkur eseri hediye etmişti ona. Faruk Gedik, tirolünden yumurta topuğuna kadar kıranta vaziyette giydirip yolcu ettiği İhtiyar’ın ardından el sallarken ondan lingua franca denen dili de öğrenmişti.
Akıbeti bilinmiyor Faruk Gedik’in. Onu en son görenler, ortadan kaybolmadan önceki farklı zamanlarından bahsettiği için onlarca tevatür almış yürümüştü. Yalnızca kendi yaptığı sandalla denize açılması aylar sonra denizin dibinden çıkarılan çoğu yenmiş, tanınmaz haldeki, yanmış ceset arasında makul bir ilişki kurmak mümkündü.