Faturalarımı ödeyebiliyor olsaydım hayatta kabul etmezdim bu işi. Ya da ev sahibim “Eşyalarını toplayıp çık bu evden,” demeseydi, hemen yanına Bim açılmış bakkal, ondan alışveriş yapmaya devam eden bir avuç insan kalmış olmasına rağmen, “artık sana ekmek bile yok,” demeseydi, suyum kesildiği için bedava camii tuvaletlerine gitmeye başlamam gerekmeseydi… Etmezdim işte. Ama bunların hepsi oldu ve üstüne üstlük kedimin, Şımarık’ın, maması bitmeye yüz tuttu. Ben de işi kabul ettim. Büyük oranda Şımarık için.
Annemi arayıp, sonunda iş bulduğumu söylediğimde rahatlamış bir ses tonu karşıladı beni. “Ne işi?” diye sormadı bile. Sadece, oğlunun her ay kendisinden para isteyen bir sünepe olduğu gerçeğini artık unutabilecek olmasının rahatlığını duydum sesinde. Ben de ne işi olduğunu söylemedim. Bir deniz fenerinde bekçilik yapacağımı, belki dünyanın en yalnız hayatlarından birini yaşayacağımı bilmesine lüzum yoktu. Ayda bir arayıp işlerin iyi gittiğini söylemem onun için yeterliydi.
Annemle konuştuktan sonra birkaç arkadaşımı daha arayıp haber versem mi diye düşündüm. Sonra vazgeçtim. Çoğuyla o kadar uzun zamandır konuşmamıştım ki, şimdi arasam yeni işimden çok onları arıyor oluşum sırıtacaktı. Hem gemiye yetişmek için gün doğmadan yola çıkmam gerektiğinden biraz erken yatmak istiyordum.
Birkaç saatlik uykudan sonra kalkıp bavulumu aldım ve Şımarık’ı yıllar önce onunla beraber hediye edilen kedi taşıma çantasına koydum. Eve son bir göz atmak için vaktim yoktu. Ben de kapıyı çekip anahtarı –ev sahibiyle anlaştığımız gibi- doğal gaz sayacının üzerine, görülmeyecek bir şekilde yerleştirdim ve ağır ağır merdivenleri indim.
Yaklaşık iki saat sonra geminin güvertesinde denizi izleyerek simit ve çaydan oluşan kahvaltımı yapıyordum. Bir yandan da bundan sonra neler olacağını düşünmeye başlamıştım. Öğrendiğime göre bekçilik yapacağım deniz feneriyle uzun zamandır tek bir aile ilgileniyormuş. Deniz feneri bekçiliği onlar için nesilden nesile aktarılan bir meslekmiş yani. Son bekçinin tek oğlu erkenden ölünce adam bu acıya uzun süre dayanamamış. Dolayısıyla hanedanlık da son bulmuş.
Yeni bekçiyi bulma işi, Kıyı Emniyeti’ndeki arkadaşım Ahmet’e verilince, aklına bu işlerden anladığım -ve muhtemelen beş parasız olduğum- gelmiş olmalı ki hemen beni aradı. Ben de böyle bir işi yapacağım milyon yıl düşünsem aklıma gelmeyecek olsa bile, sanki ömür boyu bunun hayalini kurmuşum gibi büyük bir sevinçle kabul ettim. Hemen, bir aylık erzaklar, fenerin yanındaki konaklama yerine gönderildi. Bundan sonra ayda bir günübirlik şehre gidip alışverişlerimi kendim yapacaktım. Bir gemi kaptanıyla anlaşmıştık. Artık hayatımın, ayda bir insan yüzü göreceğim, büyük bir yalnızlıktan ibaret olacağı gerçeği üzerineyse düşünmemeye çalışıyordum. Bana seslenen bir adamın yaklaştığını görünce düşüncelerimi yarıda bıraktım. Gemiden inme zamanım gelmişti.
İlk günlerim yeni yaşam alanıma alışmakla geçti. Bu küçük adada yalnızca; yakıt odası, kıyı sinyal odası, kayıkhane, bir tuğla ev -yaşadığım yer- ve tabii ki fenerin kendisi vardı. Fenerin etrafı, uzun zaman önce yerleştirilmiş gibi duran, çitlerle çevrilmişti. Şımarık’la beraber her yeri gezdik, inceledik, kendimize yeni yeni mekânlar bulduk. Mesela Şımarık, kayıkhanede kestirmeyi çok sevdi. İlk defa oraya gittiğinde saatlerce onu aradım.
Adadaki mezarlığı da o sırada fark ettim. Şımarık’a seslene seslene etrafta dolaşırken, kaldığım eve pek de uzak olmayan mezarı görünce hayretler içinde kaldım. Günlerdir etrafı gezip duruyorduk, bu mezarı nasıl görmemiştik? Mezarın çevresinde özenlice sıvanmış bir duvar vardı. Duvarın üzerindeki mezar taşında ise hiçbir şey yazmıyordu. Birkaç saniye mezar taşına bakakalsam da omuz silkip Fatihamı okudum ve Şımarık’ı aramaya devam ettim. Bu mezarla alakalı olarak yapacağım tek şeyin arada sırada bir Fatiha okuyup yanından geçmek olduğunu düşündüm. Ama böyle olmadı.
İlk birkaç hafta, adadaki yaşam gayet keyifliydi. Deniz fenerini düzenli olarak kontrol ettim, çürümesin diye bir haftada hepsini yediğim meyve ve sebzelerin çekirdeklerini, uzun uğraşlar sonucu oluşturduğum bahçeme diktim, yanımda getirdiğim kitapları okudum, Şımarık’la ve kendi kendime bol bol vakit geçirdim. Yine de bir ayın sonunda günübirlik bile olsa şehre gidecek olmak beni çok heyecanlandırdı. Şehrin kalabalığını, gürültüsünü, o ağır, mekanik kokusunu bile özlemiştim. Belki de sırf bu yüzden, asıl zorluk şehri ilk ziyaret edişimden sonra başladı.
Şehir hayatını özlüyordum, şehir hayatına alışıktım. Adadayken ise ne yaparsam yapayım buraya tam olarak alışamayacağım hissiyle doluyordum sürekli. Yalnız geçen uzun saatler birer işkenceye dönüşmeye başladı. Telsizden gelecek birkaç sesi, uzaktan da olsa geçen gemileri beklemekle geçiyordu günlerim. Bahçeyle ilgilenmek, Şımarık’la konuşmak, deniz fenerinin kontrollerini yapmak beni oyalasa da can sıkıntım geçmedi. İşte tam o sırada, isimsiz mezar ilgimi çekmeye başladı. Benden önce nesiller boyu burada çalışmış ailenin kayıtları vardı bilgisayarda, onlardan biri değildi. Peki o halde kimdi? Zihnim sürekli mezardakinin kim olabileceğine dair teoriler üretiyordu. Bu kişi bazen 1800'lerde Osmanlı’da yaşamış bir nefer oluyordu, bazen bir gemi kaptanı hatta bazen benden önce burada yaşayanların yabani bir hayvan sanıp vurduğu, dünyaya inmiş bir uzaylının bedeni.
Bir süre sonra zihnim bu konuyla o kadar meşgul olmaya başladı ki diğer işlerimi doğru düzgün yapamaz oldum. Çoğu zaman, evimdeki rahat minderleri mezarlığın yanına yerleştirip, bir yandan mezardaki meçhul kişi o gün zihnimde kim olarak ortaya çıktıysa onunla muhabbet ederken bir yandan da denizi izliyordum. Akıl sağlığımı kaybetmeye başladığımın farkındaydım. Ama bunu yapmayı bırakamadım. Ta ki, o korkunç rüyalara kadar.
Adaya yerleştikten beş ay kadar sonra bu rüyalar başladı. Her gece aynı adam rüyama giriyordu. Üzerinde eski zamanların donanma kıyafetlerine benzer bir takım vardı. Ancak birçok yeri kan, çamur ve pislikle kaplı olduğu için net olarak ne giydiğini söyleyemiyordum. Yüzünde dehşetengiz bir ifade vardı. Özellikle gözleri, ruhumu yok etmek istercesine bakıyor, beni korkutuyordu. Dudakları yer yer çatlamıştı. Burnu kancalı ve yamukçaydı. Doğal olmayan bir açıyla bükülmüş elinde, bıçağa benzer bir nesne vardı. Tam olarak ne olduğunu göremiyordum. Sadece, arada bir üzerinden yansıyan ışıktan dolayı, bıçak olduğunu düşünüyordum. Rüya boyunca nereye gitsem beni takip ediyor ancak asla saldırmıyordu. Bir yandan da sürekli “Bir vatan bir de fener, bir vatan bir de fener, bir vatan…” diyordu.
İlk rüyayı gördüğüm anda, bu adamın mezarlıktaki kişi olduğuna emin oldum. Bana bir mesaj vermeye çalıştığı düşüncesiyle söylediği şeyin bir anlamı var mı diye araştırdım önce. Varmış. Tanıdık da geliyordu zaten. Kayıkhanenin duvarında yazıyordu: “Bir vatan, bir de fener terk edilmez.” Bir çeşit fener bekçisi sloganıydı galiba. O hâlde, “benim yanıma gelip durmasana be adam, git fenerle ilgilen,” mi demek istiyordu bana? Öyle dediğini varsayıp işimi daha ciddiye almaya başladım. Arada bir mezarın başına gitsem de çok durmuyordum. Çalıştığımı görsün ve artık o korkunç hâliyle rüyama gelmesin diye uğraşıyordum aslında. Ama her gün rüyama girmeye devam etti. Bir ay geçti, iki ay geçti, üçüncü ay da aynı şey olunca uyuyamamaya başladım. Nereye baksam rüyamdaki suratı görüyordum. Onu kızdırmamak için, deniz fenerinin işleriyle daha fazla uğraşmaya çalışsam da, bir anlamı yoktu. Yapabileceğim işler sınırlıydı.
Sonunda bir gün, artık buna dayanamayacağımı hissettim. Usulü böyle olduğu için, gecenin bir vakti, aldım elime kazmayla küreği, başladım mezarı kazmaya. Bunun ne işe yarayacağını da, cesedi bulduğumda ne yapacağımı da bilmeden, bütün gücümle kazdım. Sonunda küreğim sert bir yüzeye çarptı. Heyecandan titremeye başladım. Ondan kurtulacaktım, huzura erişecektim. Ama sert yüzeyin etrafını ne kadar kazarsam kazayım küreğim yumuşak bir yerle buluşmuyordu. Küreği atıp feneri ağzıma aldım. Ellerimle, toprakları etrafa attırarak sert yüzeyi açığa çıkardım. Büyük bir taştı. Mezarın zeminini boydan boya kaplıyordu. Belki dakikalar belki de saatler süren bir zaman zarfı boyunca taşa bakıp ne olduğunu anlamaya çalıştım. Sonra feneri kapattım. Taşın üzerine birkaç katman yumuşak toprak döktüm. Boylu boyunca mezara uzandım. Gökteki yıldızlar, denizin sesi, rüzgârın hafif esintisi ve dört yanımı kaplayan çamurumsu toprağın kokusu çok güzeldi. Ve ben yarın istifa edecektim.