Babam hiçbir şey demeden montumu giydirir, fermuarı çeker, şapkamı takar, atkımı boynuma dolar ve ayakkabılarımı bağlardı. Bense o sırada babamı izlerdim. Kirpiklerinin gizlediği gözlerini görmeye çalışırdım. Küçük bir çocuk olduğumdan mı benimle konuşmuyor diye düşünmezdim çünkü henüz bunu düşünmek için çok küçüktüm.
Ellerimi tutardı sonra. Ellerinin sıcaklığıyla bedenime güç gelirdi. İçim, ya da ruhum mu demeliyim. Ruhum hep güçlüydü benim. Hiç konuşmasa da varlığı ruhumu ısıtan bir şeydi. Fakat benim küçük bedenim, salınmasıyla gözlere şenlik veren ama cansızlığıyla ün salmış bir ekin gibiydi. Koskoca tarlanın ortasında, kalabalığıyla hayata tutunan yalnız kalırsa yok olan o ekinlerden biriydim işte. Etrafımdaki kalabalık, sadece babamdı. Sarıp sarmalar. Isıtır, serinletir. Yeri gelir anne, yeri gelir baba. Her şey olurdu bana. O olmazsa yok olacağımı sanır, o varken nefeslere kucak açardım. Başımı gölgeleyen, sızımı dindirendi babam.
Çantamı hazırlardık beraber. Beslenmeme elleriyle yaptığı mis kokulu bazlamadan koyardı. Bir gün yumurta dürer. Bir gün çikolata, bir gün acı sos… Ne koyarsa koysun sevinirdim. Ne çikolatayı sosa ne yumurtayı diğerlerine tercih ederdim. Bir dakika, aslında ben de her çocuk gibi çikolataya bayılırdım. Ama babam bilmezdi en çok onu sevdiğimi. Annem olsa bilirdi, bilirim. Sıra arkadaşımdan öğrenmiştim bunu. Annesi her şeyini, o söylemese de anlardı. O farkında değildi ama ben fark ederdim. Beslenmesinde en çok çikolata olurdu. İnsan yaşarken bilmezdi çünkü. Ben annesizdim ve bilirdim. Bir annenin nasıl olduğunu. O tarif edemezdi. Ben ederdim.
Babam konuşmazdı, dedim ya. Ben de çekinir iki kelimeden başka laf edemezdim. Çocuktum ama onun yanında değildim. Bu yüzden yumurtalı ekmeğin koktuğunu hiç bilmedi babam. Okulda öğretmenin uyardığından haberi olmadı. Babam beslenmeme her yumurta koyduğunda çantamı okul bahçesine koyduğumu, beslenme zamanı koşa koşa gidip orada yediğimi bilmezdi. Babam genel olarak bilmezdi. Başı hep öndeydi. Hiç göz göze gelmemiştik onunla. Gözlerinin rengini görebilmek için yanında uyurdum. Ki sabah, uyandığında gözlerini açıp bana baksın. Hiç de öyle olmadı. O uyur, ben onu izlerdim. Sabah da o erkenden kalkar kahvaltı hazırlardı. Ben hiç ondan erken uyanamazdım. Bana yapmam gereken şeyi söylemez, gösterirdi. Mesela elinde kitapla karşılardı hep beni. Elime tutuşturuverirdi. Okurdum ben de. Severdim okumayı ama okumak hoşuma gittiğinden değil, babam okumamı istediğinden severdim. Bir gün Pal Sokağı Çocuklarını getirmişti. Nasıl sevinmiştim. Ama babam görmemişti sevindiğimi. Çünkü yine her zamanki gibi arkası dönüktü bana. Ne o kitabı sevdiğimi bildi. Ne de kitabın içinde çıkan mavi sakal hikayesinden korktuğumu bildi. Bense onun yazmaktan hoşlandığını, santur çalmayı sevdiğini, motoruna âşık olduğunu bilirdim. Odasında koyu ahşaptan büyükçe bir masası vardı. Camın önündeydi. Üzerinde bilgisayarı vardı. Babam hep yazardı ama ne yazdığını hiç bilmezdim. Masanın sağ tarafında masadan biraz alçakta küçük bir sehpa, üzerinde de santur vardı. Sesi gelirdi bazen. Koşardım izlemek için. Nasıl çalınır hiç görememiştim. Kapıyı kapatırdı babam. Onu görmemi istemezdi belki de. Bu şehrin çoğunun memur olduğu gibi babamda memurdu. İşini sevmezdi belki ama özen gösterirdi. Evkaf memuru olduğunu da çok sonraları anlamıştım. Ser verir sır vermez dedikleri değildi babam. Pek umursamazdı. Herkes konuşurken onun zihni orada olmazdı. Pek akraba, aile de sevmezdi. Ailemiz var mıydı mesela hiç bilmezdim. Çevredeki herkese saygı duyar, güzel karşılardı babam. Bunu bilirim. Bana seslenmediği sesini çevresine kullanırdı. Babamın sesinden en çok duyduğum “Selamlar Hakan Abi, kolay gelsin.” cümlesiydi. Hakan abi bizim apartmanın görevlisiydi. Çok iyi bir insandı. Güler yüzlüydü. Bana da babama da hep hal hatır sorardı. Babamın bana sormadığı kadar.
Okula götürür, okuldan alır. Parka götürür. Pamuk şeker, çikolata bazen kraker de alırdı. Ne yapılacaksa yapardı babam. İşe gider, eve bakardı. Tek bir şeyi eksikti babamın, iletişim. Sanki duygular yoktu onun dünyasında. Sevgi, yoktu. Sadece olması gerekenler vardı. Bir robot gibi yapması gereken şeyler vardı. Aynı çatının altında, yapayalnızdık ikimizde. Erkek çocuğuyum diye mi böyle, der dururdum kendime. Sıra arkadaşım, kız çocuğuydu. Annesi babam gibi değildi. Annem olsaydı nasıl olurdu? Bu soruyu çok sonralar sordum. Babam annem hakkında da bana hiçbir şey söylememişti. Annem var mıydı? Annem yaşıyor muydu? Bilmiyordum. Anne diye bir şeyin varlığını okula gittiğimde öğrenmiştim. Başka bir boyuttu bu benim için.
Perşembe akşamları iş çıkışında babam beni de alır sahile götürürdü. Pamuk şeker alırdı bana. Sahil boyu tek kelime etmeden yürür giderdik. Gerçi hakkını yemeyeyim bazen sorardı. Okul nasıl? Sınavların iyi miydi? Aslında sorun buradaydı. Ben cevap verirdim heyecanla. Babam susardı. Hiç sormamış gibi kafası yine deniz tarafında olurdu. Aklı bambaşka diyarlarda gezerdi. Bütün hevesim kırılırdı. Böyle böyle ben de babama benzedim. Sorardı, iyi der geçerdim. Sormasın isterdim büyüdükçe. Büyüdükçe, sevmemeye başlamıştım babamı. Belki de büyüyünce ellerime dokunmadığından, saçımı okşamadığından, kirpiklerinden gözlerini görmeye fırsatım olmadığındandı. Bilmiyorum. Bazen kalbim yumuşardı. Neden, neden bu içimi huzursuz eden sıkıntı derdim, kendi kendime. Ölse derdim. Ölse, üzülür müyüm ki? Ölse anlar mıydı, beni nasıl varken babasız koyduğunu…
Ölmüştü işte.
O anladı mı bilmiyordum. Fakat ben her şeyi bir bir anlamıştım. Babam evkaf memuru değildi. Bazlamalar ellerinin emeği değil, Aysel teyzenin ürünleriydi. Babam beni sevmiyor da değildi. Ruhsuz da değildi. Son nefesini vermişti. Masasının başında. Ne yapacağımı bilememiştim. Yaklaşmıştım usulca. Nefes almıyordu. Ruhu çıkalı çok olmuştu ki buz tutmuştu bedeni. Öylece kalmıştım. İçime içime ağlıyordum, hıçkırıyordum ama kuruydu gözlerim. Nerede bıraktıysa ruhunu yinede o benim babamdı. Beni sevip sevmediğini bile bilmediğim. Hiç tanımadığım. Babam.
Kalkıp Hakan abiyi çağırmıştım. Hemen imama haber vermişti. Kimsemizin olmadığını mahallede herkes bilirdi. Bunun için sorma gereksinimi bile duymamışlardı. O gün kaldırmıştık cenazeyi. Toprağını ben atmıştım üstüne. Her atışımda sanki içimin sıkıntıları da dökülüyordu. Babama karşı hissettiğim her şeyi babamla gömmüştüm.
Eve döndüğümde yaşadığım şokla gün batana kadar öylece oturmuştum. Üzerimden kızıl hüzmeler geçince ayaklanmış ve babamın odasına gitmiştim. O kapıdan geçince her şeyin değişeceğini bilmeden sandalyeye oturup masasını karıştırmaya başlamıştım. Masanın sol tarafındaki dolabın içinde bir ton kağıt bulmuştum. İşle ilgili evraklar sanıyordum fakat bunlar babamın günlükleriydi. Yıl yıl toparlamış, dosyalamış. İşte her şey orada başlıyordu benim için. Yirmi beş yaşımda yeniden doğuyordum. Hayatım baştan sonra yeniden yazılmıştı. Aysel teyze, anneannemdi. Babam, beni çok seviyordu. Fakat ölmüş birinin öldüğü günde kalmıştı yıllarca. Haklıydı. Kaldığı gün, öyle normal bir ölüme şahitlik etmemişti. Annemin ölümüydü. Annemin adı Gülpembe’ymiş o gün öğrenmiştim. Saçları sırma gibi upuzun simsiyahmış. Narince ve bembeyazmış. Ay gibi parlarmış. Annemin mezarı deniz kenarındaki sınırdaymış. Babamla annem acı sonlu bir aşkın tutsakları olmuşlar. Her şey ama her şey yazıyordu orada. Aysel teyzeye koşmuştum hemen gözyaşları içinde. Anneanneme yani. Beraber sınıra gitmiştik. Sınır dediğimiz kısacık çitlerle çevriliydi. Yıllar önce, savaşta büyük yıkım aldığımız günlerde, babamla annem henüz bir kaç yıllık evliyken ben yeni doğmuşken bu topraklar bizimken. Bizim evimiz oradayken savaşta annemi kaybetmişiz. Tam öldüğü yere gömmüşler. Babamla her gün gün batımını izlemeye geldikleri yere. Babam muhabbeti bol biriymiş. Anneme şiirler yazarmış. Santurla bestelermiş. Annem okur, babam çalarmış. Santura olan düşkünlüğünü şimdi anlıyorum. Santurun da ayrı bir hikayesi varmış. Annemin baba tarafı İran Türklerindenmiş. Babam da üniversite yıllarında arkadaşlarıyla İran’a gezmeye gitmiş. İsfahan’da Nakş-ı Cihan meydanında bir santur satıcısında karşılaşmış annemle. Dükkan sahibi dedemmiş. Babam orada aşık olmuş anneme. Birkaç ay kalmış orada. Böyle başlamış hikayeleri. Fakat böyle başlayan hikaye acıyla son bulmuş. Savaş bitince sınır çekilmiş. Fakat sınır annemin mezarını karşı tarafa geçirmiş. Babam bütün ailesi burada olduğu için mecbur kalmış, burada kalmaya. Zaten daha sonra oradaki Türkleri de göndermişler. Sonra da sınıra mayınlar döşenmiş. Korunaksız olması bundanmış. Annem orada öylece bir başına kalmış. Tam sınırın bu yanında da bir deniz feneri varmış. İçini gezdik anneannemle. Babam orada çalışıyormuş meğersem. Anneme daha yakın olabilmek için çok çabalamış oraya girebilmeyi. Bakanlara, başkanlara yalvarmış. Evkaf memurluğunu bırakıp askerliğe çalışmış. Deniz feneri sınırda olunca askeriyeden alıyorlarmış çalışanları. Babam bana bunları neden anlatmamıştı bilmiyorum. Babam gitmişti. Çok şey öğrenmiştim ama çok şey de soru işaretli kalmıştı. Bütün yakın akrabalarımızı savaşta kaybetmişiz. Anneannemle babam kalmış bir. Anneannem savaştan sonra alzaymır olmuş. O yüzden bakım evinde kalmış. Orada herkese bir iş verirlermiş. Anneannem de bazlama yaparmış. Babam yanına uğradıkça, babama da verirmiş. Anneannem hiç bir şeyi hatırlamıyor şimdi. Aysel teyze diyorum ben ona. Yanıma almak istedim. Bunun, onun için sağlıklı olmayacağını söylediler. İşyerine istifamı vereli de bir kaç gün oluyor. Askeriye sınavlarına hazırlanıyorum. Bakalım, hayat babamın çerçevesinden nasıl görünüyor. Annemle yeni tanışacağım, çok heyecanlıyım. Çok heyecanlıyım ama babama hâlâ kızgınım. Bunları yaşaması benim suçum değildi ve onu haklı çıkarıyordu hiçbiri. Bana sevgisini vermeyi bile çok görmüştü. Şimdi bu boşluğu annemle doldurmak istiyorum.
Alime Büşra İnce