“Çit boyunca yürüyeceksin.” demişti. Yolun sonunda bir deniz feneri olduğunu, deniz fenerinin karşısında aradığı mezarı bulacağını da eklemişti. Mezarın bir taşı olduğunu ama taşta, mezarın kime ait olduğuna dair herhangi bir bilgi bulunmadığını zaten kendisi de biliyordu. Bu sahipsiz mezara sahip olmaya, taşın üzerine isim yazmaya gelmişti bu minik liman şehrine.
Bozkırın ortasından çıkıp gelmiş; virajlı yollar, yemyeşil dağlar, nem kokan hava sarsmıştı biraz Müzeyyen’i. Hasır şapkası, belik örülmüş saçları, dizlerinin altına kadar inen çiçekli çit eteği, minik sırt çantası ve sürekli boynunda asılı fotoğraf makinesi ile gelir gelmez dikkatini çekmişti köylülerin. Sora sora muhtarı bulmuş, derdini anlatmış, psikolojik olarak kendini hazır hissedene kadar da muhtarın evinde misafir olmuştu. Aslında böyle misafirlikler için köyün, köy evi dedikleri bir misafirhanesi vardı. Fakat hem yalnız hem de kadın olduğu için muhtar onu kendi evinde misafir etmeyi uygun bulmuştu. Muhtarın yaşlı karısı ile birlikte iki gün köyün içinde geze toza vakit geçirmiş, geçtiği her yerde her gördüğü çiçeğin böceğin, yalın ayak çocuğun, başı kabak meczubun fotoğrafını çekmişti. Yaz günü olmasına rağmen, sürekli yanan, üstünde kaynayan çayı hiç bitmeyen, ekmek yapılan, yemek pişirilen, su kaynatılan soba o sıcak havada Müzeyyen’in yüreğini ısıtan nadir şeylerden biri olmuştu.
Muhtarın karısı ara ara, kendi uygun bulduğu zamanlarda sorularla Müzeyyen’i yokluyor, sanki içindeki o korkunç boşluğa ne zaman dokunacağını bir kahin edası ile seçip buluyordu. Müzeyyen normalde cevap vermeyeceği soruları cevaplamış buluyordu kendini. Arada kadını kendi kendine konuşurken yakalıyordu, bu yaşta ne cesaretle buralara kadar geldiğini sorguladığını duyuyordu.
Şimdi hazırdı. Sabahın nurunda kahvaltı yapılmış, muhtar kapının arkasında asılı duran kasketini başına geçirip kahveye doğru süzülmüştü. Müzeyyen, Fadime teyzeye veda edip fenere doğru yol almaya başlamıştı. Yine elinde fotoğraf makinesi ile sallanan çiçek, uçan kelebek, koşan eşek… sanki başka bir dünyadan gelmiş de bunları hiç görmemiş gibi fotoğraflarını çeke çeke deniz fenerine yaklaşıyordu. Fotoğrafları kafasını dağıtmak için çekiyordu. Eğer sadece düşünecek olursa delirmesi işten bile değildi. Bir ara oturduğu kayada irkilerek arkasını döndü. Annesinin sesini duyduğunu sanmasına şaşırdı. Tekrar ayak uçlarını izlemeye başladığında annesi de konuşmaya başladı… “Benim kaderimi yaşamaya ne de meraklıymışsın. Herkes kendi tecrübesiyle akıllanmaz, bak bana. Bak da ne yaşayacağını gör!” diyordu annesi ağlak sesiyle. Sonra kapılar çarpıldı, kapılara bardaklar atıldı, tokatlar şakladı… Ağlamaya başladı Müzeyyen…
Yıllar önce, annesi köylerine yakın bir yerde askerliğini yapmakta olan babasıyla arkasına bakmadan kaçmıştı. İki saat konuştuğu ve sadece birkaç kez gördüğü adam, teskeresini aldığı gibi annesini de alıp, bir sahil köyünden bir dağ köyüne getirmişti. Şehirde evler, bol maaşlı işler, altın bilezikler vaad edip, tarlada tapanda yıllarca ömrünü çürütmüştü kadının. Kendisi kahvelerde askerlik anısı anlatıp, dünya güzeli bir kızı koluna takıp gelmekle övünüyor; Müzeyyen’in annesi, adama sigara parası kazanmak için onun bunun tarlasında fasulye çapalıyordu. Bir gün bir yolunu bulup kaçtı. Tek çocuğu Müzeyyen’i de yanına alıp kasabaya, oradan babasının köyüne gitti. Fakat babası kapıyı açmadı ona. Annesi de kocasından yana olunca, Müzeyyen‘in elinden tutup, geldiği yolları gerisin geri gitmişti. Annesi az biraz biriktirdiği para ile küçücük bir ev kurmuş, bir dikiş makinesi almış, iş alıp dikiş dikerek para kazanmaya başlayana kadar kıt kanaat geçinmişti. Sonrası yine elbette zordu ama terzilik tarlalarda çalışmaktan hem daha kolay hem daha temizdi. Müzeyyen’i zorluklar içinde büyütmüş, ara ara kocasının tacizlerine maruz kalmış yine de genç yaşında tek başına, hepsiyle mücadele edebilmişti. Babası onu hiç affetmemişti. Annesi affetti mi bilmiyordu ama sanki dua eden fısıltılarını duyuyor, esen yelde kokusunu alıyordu onun. Bir gün bir mektup almış; babasını, ardından da annesini kaybettiğini, babasının “Kızım mezarıma dahi gelmesin.” diye vasiyet ettiğini öğrenmişti. Bu kadar acıya kalbi nasıl dayandı hiç bilemedi. 3 gün ağzını bıçak açmadı, konuşmadı, yemedi… Pencerenin önünde yolu izledi durdu. O günlerde Müzeyyen annesinin sırtını sıvazladı, sessizce siğim siğim inen gözyaşlarını sildi, yemeyeceğini bile bile yemeğini getirdi her gün önüne; iyileştirdi annesini…
Tam da annesi iyileşmişken, Müzeyyen evden kaçtı… Tıpkı annesinin gittiği gibi, kimseye bir şey sezdirmeden, üstelik üniversite sınavını kazanmışken, annesinin yüzü yıllardan sonra belki de ilk defa bu kadar içten gülmüşken evden kaçtı Müzeyyen… Mahallenin en yakışıklı ama en aylak oğluna takılıp gitti. Bir hafta izini sürdükten sonra annesi onu buldu. Hiçbir şey sormadan alıp getirdi… Yeniden gideceğini bile bile alıp getirdi… Müzeyyen annesini yanıltmadı… Annesinin kaderini sırtladı…
Şimdi kocasından ayrılmış, annesinin boş evine yerleşmiş, üniversiteyi bitirmiş, hiç de fena sayılmayacak bir işe girmiş, güçlü ama yorgun, güzel ama mahsun bir kadındı. Annesi onunla bir daha görüşmemişti, bir gün ne olduğunu anlamadan, annesinin ölüm haberini almış, cenazeme gelmesin diye vasiyet eden annesini dinlemeyip evine koşmuş ama kapıyı duvar bulmuştu. Annesi köyüne dönmüş, babasının boş evine gitmiş ve nasıl olmuşsa birkaç gün sonra ölmüştü. Mezarını köyün dışına fenerin karşısına kazmışlardı. Öyle ya, mezarımın başına gelmesin demişti babası. Şimdi, onu aynı mezarlığa gömmek rahmetliye ayıp olurdu…
12 yıl geçti aradan. Müzeyyen annesine olan kırgınlığını unuttu. Unuttu amma hayata olan kırgınlığı bir türlü geçmedi gitti. Tüm bunların sonu deniz fenerine uzanıyordu… O da kalktı oturduğu kayadan. Yürümeye başladı yeniden… Fener karşısındaydı işte… Gözünün görme açısındaydı annesinin mezarı, nedense dönüp bakmadı, yürüdü dümdüz. Ayak bilekleri suya battığında üşüdü hafif ama durmadı, ebedi bir yol vardı sanki önünde. Yürümek düştü Müzeyyen’e…