Bir Hızır Hikayesi

Emine Ecran Şenel

BİR HIZIR HİKÂYESİ

Ormandaydım ve yürüyordum. Hava bulutluydu. Ilık bir rüzgâr esiyordu. Yürüyüş yapıyor, çevreyi seyrediyor, o konudan bu konuya çeşitli düşüncelere dalıp dalıp çıkıyordum. Yeni yazmakta olduğum kitaba yapacağım eklemeleri, ne kadar mükemmel bir kitap olacağını düşünüyordum. Beşinci kitabım olacaktı yanlış hatırlamıyorsam. Bir önceki kitabım ilgi odağı olmuştu ve bu bana gurur veriyordu. Hafta sonu vereceğim konferansın konusu da hazırdı. Biliyordum ki yine insanlar beni hayranlıkla dinleyeceklerdi. İnsanların beni okumalarını, beni dinlemelerini, bana hayran olmalarını seviyordum. (Başka neyi seviyordum bilmiyorum.) Bu düşüncelerle birlikte başka şeyler de düşünüyordum ama onları da şimdi hatırlamıyorum.

Yürüyordum ve yürürken kendimi birden deniz kenarında buldum. Biliyorum, bu çok saçma. Ben bu şehirde yaşıyorum, önceden de burada yaşıyordum, burada deniz yok, hele hele benim yürüdüğümü söylediğim ormanda hiç deniz yok. Ama işte nasıl oldu bilmiyorum deniz kenarında buldum kendimi ve nedense hiç şaşırmadım. Biraz önce anlattığım bütün düşüncelerim de yok olmuştu. Nötr bir hâldeydim. Sanki orada olmam çok normal, doğal bir şeymiş gibi hiç şaşırmadım.

Deniz hafif dalgalıydı. Tek tük martılar uçuyordu. Limandaki ahşap bir gemi otantik görünümüyle dikkatimi celbetti. İçimde karşı konulamaz bir, gemiye binme isteği duydum. Etrafta kimse gözükmüyordu. Gemiden sarkan halattan tutunup gemiye bindim. “Kimse yok muu?” diye seslendim, cevap gelmedi. Güverteye, ana güverteye, iskeleye, her yere baktım kimse yoktu. Dümeni görünce küçük bir çocuk gibi oyun oynamak istedim. Nasıl olsa etrafta beni tanıyacak ve yadırgayacak kimse de yoktu, istediğim gibi oynayabilirdim. Dümenin başına geçip “Yelkenler foraaa,” diye bağırdım. İşte ne olduysa o zaman oldu. Bağırmamla birlikte yelkenler açıldı ve gemi hareket etmeye başladı. Her ne kadar ilginç bir olay olsa da buna da şaşırmadım ve korkmadım. Aksine sevindim, heyecanlandım. Gemi hareket etmeye başlayınca “Vira bismillah,” deyip dümeni bir sağa bir sola rastgele çevirmeye başladım. Kendimi yılların kaptanı gibi hissediyordum. Az gittim uz gittim dere tepe düz gittim derken sıkıldım ve geri dönmek istedim. Dümeni tam sağa kırdım dönmedi, tam sola kırdım dönmedi, anladım ki benim hareket ettirmemle değil kendi kendine gidiyordu gemi. Korkmaya başladım. Geri dönmek istiyordum. Dümeni ısrarla çevirdim. Olmadı, olmadı…

Hava kararmaya başlamıştı. Denizin tam ortasında gibiydim, hiçbir yerden kara gözükmüyordu. Ne yapacağımı da geminin nereye gittiğini de bilmiyordum. Zihnimde kötü şeyler canlanıyordu; köpek balıkları, fırtına, hatta korsanlar… Sonra birden, gemiye bindiğimde geminin benim sözümle hareket ettiğini hatırladım. Tüm gücümü toplayıp “Geri dönüyoruz, yelkenler foraaa” diye bağırdım. Olmadı. Bir daha bağırdım yine olmadı. Hava iyice karardı, şimşekler çakmaya, yağmur atıştırmaya başladı. İyiden iyiye korkuyordum. Bir oyun olarak çıktığım bu yolculuk aksiyonel bir serüvene dönüşmeye başlamıştı. Ama ben aksiyon yaşamak istemiyordum. Ağlamaya başladım. Küçük bir çocuk gibi oyun oynadım, küçük bir çocuk gibi de ağlıyordum. Dümene hınçla tokatlar savurarak bağırdım “Geri dönmek istiyorum, duyuyor musunuz?” Hiçbir şey olmuyor, gemi sanki bir hedefi varmış gibi belli bir yöne doğru ilerliyordu. “Duyuyor musunuz?” derken kime hitap ettiğimi bilmiyorum. “Yelkenler fora,” dediğimde gemiyi kim hareket ettirdi, oraya kadar kim getirdiyse ona diyordum. Fakat bu seslenişlerim hiçbir işe yaramadı. Yoruldum ve güvertede bir kenara çöküp neyi beklediğimi bilmeden beklemeye başladım. Elbette sonsuza kadar böyle kalmayacaktı, illa ki bir şeyler olacaktı. Ya fırtına çıkacak oradan oraya savrulacaktım ya gemi batacak köpek balıklarına yem olacaktım ya da korsanlar gemiyi ele geçirecek öldürülecektim. Olumlu ihtimaller de vardı tabii. Ya başka bir gemiyle karşılaşacak yardım isteyecektim ya bir şekilde karaya çıkacak kurtulacaktım ya da bütün bunlar bir rüya olacak uyanacaktım.

Şimşekler durdu, yağmur da atıştırmanın ötesine geçmeden kesildi. “Belki de olumlu ihtimallerden birisi gerçekleşecek,” diye umutlanmıştım ki gemi takur tukur sarsılarak durdu. “Aha! Al işte! Kesin gemi bir kayaya çarptı biraz sonra su almaya başlar ve batar. Ben de burada ölür giderim. Kim bulacak beni burada?” diye düşündüm. Kafamı kaldırıp bakmaya cesaret edemiyordum.

O esnada bir ses duydum “Ne kadar daha beklemeyi düşünüyorsun?” Bu da kimdi? Korktum. Sonra “Kalk, gel de çay içelim,” dedi sesin sahibi. Öyle söyleyince içime bir güven geldi, kalkıp etrafa bakındım. Deniz feneri olan bir adacıktı burası. İleride yanan bir ateş ve ayakta bir adam silüeti görünüyordu. Adam uzakta olmasına rağmen sesi çok yakından gelmişti ama bunu düşünüp mantığıma kabul ettirmeye uğraşacak hâlim yoktu. Gemiden indim, yavaş ve temkinli adımlarla adamın yanına gittim. Selam verdim, “Aleyküm selam. Gel otur,” deyip ateşin yanındaki kartonu gösterdi. Oturdum. Yan tarafta bir mezar vardı. İçimden fatiha okuyup mezardakinin ruhuna hediye ettim. Bu, benim çocukken edindiğim bir alışkanlıktı. Nerede bir mezar görsem fatiha okuyup hediye ederdim. Çünkü bunun onları yani mezarın altında yatanları mutlu ettiğine inanırdım. Hediye alan insan mutlu olmaz mı? Olur elbet. “Amin,” deyip elimi yüzüme sürerken adamın bana bakıp gülümsediğini farkettim. Ben de ona gülümsedim. Varlığını yeni farkettiğim semaverden çay doldurup getirdi. Bir de ekmek arası balık hazırlamıştı, yarısını bana verdi, yarısını kendine aldı. Semaver çayını çok sevdiğimi söyledim. “Ben de severim. Asıl çay semaver çayıdır. Ateşin isi, çayın tadına sinecek, çay, ateşi yüreğinde hissedecek. Yoksa o çay, çay olmaz,” dedi. “Doğru,” dedim ona hak verdiğimi belirtmek için. “İnsan da Allah aşkıyla yanacak. Baktığında, tuttuğunda O’nu görecek, her şeyi O’ndan bilecek, aşkı yüreğine sinecek. Yoksa insan, insan olmaz,” dedi ve “Adın ne?” diye sordu. “Musa. Sizin?” dedim. “Hızır. Hızır Reis derler bana,” dedi ve gülerek devam etti “Hızır ile Musa olduk desene.” Ben de güldüm “Yaa evet öyle olduk,” dedim.

Çay içtikçe rahatlıyordum ama kafam da allak bullaktı. “Deniz kenarına nasıl gelmiştim? O gemi nereden çıkmıştı? Bu adam kimdi? Neler oluyordu? Neden oluyordu?” ben bunları düşünürken o “Hayatta her şeyin bir anlamı var, bizim bir araya gelmemizin de,” dedi. Aklımı okuyor gibiydi, ürperdim. “Seni buraya getirten bendim” dedi. Korktuğumu belli etmemek için biraz kızar gibi yaparak “Ne? Ne diyorsun sen? Ne demek ben getirttim? Kimsin sen? Nasıl getirttin? Açık konuş benimle zaten kafam all...” diye peş peşe cümleleri sıralıyordum ki eliyle “sus,” işareti yaparak beni susturdu. “İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?[1] demişti Hızır Musa’ya ve Musa’nın meraklı soruları yollarının ayrılmasına sebep olmuştu. Sen de merakını yen, soru sorma,” dedi. Biraz önce tatlı tatlı konuşan, ikramlarda bulunan adam aniden ciddileşmiş, sert bir hoca tavrı takınmıştı.

Sustum. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Olağanüstü bir şeyler yaşadığımın farkındaydım. “Demek Hızır Reis. Hızır… Ne yani Allah’ım benim gibi entelektüel bir insana, koskoca Profesör Doktor Musa Bilen’e de mi Hızır? Yani gönderecek başka kimse yok muydu?” dedim içimden. Sonra bütün bu olanları mantığım kabul etmedi “Saçmalama ne Hızır’ı, ne mucizesi? Şu an hatırlamıyorsun ama muhtemelen ailecek tatile geldiniz bu şehre (hangi şehirde olduğumu bilmiyordum) ve sen yürüyüş yapmak için çıkıp sahile geldin. Sonra bu gemiyi gördün ve bindin. Bu adam da belki kendince uzaktan kumandalı bir sistem kurmuştur gemisine, kameralar filan yerleştirmiştir senin bindiğini görünce de seni buraya getirtmiştir işte. Başka ne olabilir. Ya da belki de bir kamera şakasıdır” diye düşünüp etrafa bakındım, kamera göremedim.

O sırada Hızır Reis “Hepiniz böylesiniz; mucizeler içindeyken mucize beklersiniz, mucize gelince de mantığınıza kabul ettirmeye çalışırsınız” dedi. Sonra “Ateşe bak,” dedi kafasıyla ateşi işaret ederek. Baktım, evdeki kütüphanemi ateşin içinde yanarken gördüm. Koskoca kütüphanem, bir oda dolusu kitaplarım o küçücük ateşin içinde yanıyordu. Hem de cayır cayır yanıyordu. Başımdan kaynar sular döküldü. Kalbim yerinden çıkacaktı sanki. Sesim titreyerek “Ne yaptığını sanıyorsun sen? Neden yapıyorsun bunu?” dedim. “Soru sorma dedim sana,” diyerek okkalı bir tokat nakşetti yüzüme. Başka bir şey söyleyemedim. Başımı iki elimin arasına alıp ağlayarak kütüphanemin yanışını seyrettim. Hızır Reis hiç konuşmuyordu. Yaklaşık bir saat içinde koca kütüphane eriyip yok oldu. Kitaplarımla birlikte benim de ciğerlerim yanmıştı. Ağlamaktan yoruldum, bir şey söylemeye mecalim yoktu. Mecalim olsa da ikinci bir tokatı da göze alamazdım o yüzden sustum.

“Bunlarla çok kibirlendin. Allah’ın sana bahşettiği ilimle, zekâyla, yeteneklerinle, kitaplarınla çok kibirlendin. Ne kadar aciz, ne kadar küçük, ne kadar cahil olduğunu hatırlaman gerekiyordu. Kibrinle ezdiğin insanların ah’ı tuttu. Biraz önce yediğin tokatla aileni akrabalarını, dostlarını, tüm geçmişini ve kitaplarının ateşte yanmasıyla da tüm bildiklerini unuttun. Sen artık Prof. Dr. Musa Bilen değilsin. Sadece Musa’sın. Kul Musa. Köle Musa.” dedi.

Gözlerimi açtığımda sabah olmuştu. Sönmüş ateşin yanındaki kartonda kıvrılmış yatıyordum. Başımda dikilen iki jandarma vardı. “Hadi kardeşim kalk. gidiyoruz,” dediler. “Nereye? dedim. “Karakola,” dediler. “Neden? dedim, “E sen aramadın mı? Kayboldum, bana yardım edin demedin mi?” dediler. “Hayır, ben aramadım,” diyemedim. Kalktım, onlarla birlikte yürüdüm. Jandarmaların bindiği tekneye binerken yanında sabahladığım mezara baktım, Hızır Reis oradaydı ve bana el sallıyordu. Jandarmalara göstermedim çünkü göremeyeceklerini tahmin ediyordum. Karakola gittik. Adresimi sordular, ailemin numarasını istediler ama ben hiçbir şey hatırlamıyordum. Nasıl kaybolduğumu sordular size anlattığım bu hikayeyi onlara da anlattım, kahkahalarla güldüler. Telefonumu istediler “Yanımda değil,” dedim. “Bizi neyle aradın?” dediler “Bilmiyorum,” dedim. “Dalga mı geçiyorsun lan” dediler. Üstümü aradılar telefon yoktu. “Allah bilir denize filan atmıştır ya da orada bırakmıştır bu deli,” dediler. Üstümden kimliğim çıktı. Araştırıp kim olduğumu buldular. Sonra birine telefon edip “Eşiniz burada” gibi şeyler söylediler. Beni bir odaya aldılar, yemek verdiler. Akşama kadar o odada bekledim. Akşam bir kadın geldi, ağlayarak bana sarıldı. Sonra beni bir arabaya bindirip bu şehre getirdi. Bir eve girdik, bizim evimizmiş. Bütün odalarını gezdim, yalnızca bir oda tanıdık geldi o da kütüphanenin olduğu odaydı. Evet, Hızır Reis’in ateşinde yanan kütüphane öylece duruyordu. Fakat o odaya bakınca midem bulandı, beynim çatlayacak gibi oldu, nefesim kesildi, kendimi boğulacak gibi hissettim. Kapıyı kapatıp bağırarak hızlıca uzaklaştım oradan.

Ertesi gün beni bir doktora götürdüler. Ona da anlattım bu hikâyeyi. Beş aydır haftada iki gün gidiyordum o doktora ve hep bunları anlatıyordum. Şimdi de size getirdiler. Benim bildiğim, hatırladığım, yaşadığım tek hikâyem bu doktor. Başka bir şey sorma bana.

Emine Ecran Çeliksu

________________

[1] Kehf sr. 68