Kıyıya vurmuş gibi duran teknenin hayli sakin sallanışını izliyorum; babamın sonunu getiren tekneyi. Tekne, takoza benzer bir şeye bağlıydı. Suyun tekneye vuran yüzeylerinde yosunlar vardı. Yemyeşil. Boyası dökülmüş diğer kısımlarda gezdiriyorum gözlerimi. Binmek için cesaretimi sorguluyorum. Yapamayacağım.
Babam, şimdi geldiğim kıyıda, deniz fenerinin bekçiliğini yapıyordu. Denize tutkulu bir adamdı. Saatlerce denizi izlemeyi nimet olarak görüyordu. Her şey bir yana, deniz bir yanaydı onun için. Ölse bile buraya gömülmek istiyordu. Annem böyle anlatıyordu babamı. Onu sınırlı sayıda kelimelere sığdırıyor, ondan bahsetmek yasakmışçasına az konuşuyordu.
Babamı en son o gün gördüm. Onunlaydım. Tüm sonlar o güne birikmişti. Bunu sonradan fark ettim. Kahvaltımız, elini tutuşum, ona gülümseyişim, baba dediğimde bana bakışı ve daha birçok şey. Son kelimesi o tarihe mahsus bir acı olarak kaldı.
Sert rüzgâr kıyıyı yalayıp yanaklarımı okşarken, o gün, zihnimde canlandı. O yaşlarıma dair şeyleri hayal meyal hatırlarken tam aksine o günü çok net hatırlıyordum. Sisli bir sabahın ışıkları evde grimsi bir huzursuzluk yayıyordu. O şeyin huzursuzluk olduğunu sonradan anladım. Tabak çanak sesleri geliyordu. Yatağımdan kalkıp mutfağa gittim. Babam masaya oturmuş yumurtaları soyarken annem çayları dolduruyordu. Babamın yanına oturdum. Elindeki yumurtayı bana uzatıp gülümsedi. Annem masaya oturunca konuştu: “Bak, hava bozuk. Aman denize açılayım deme.” Annem lafını bitirince hemen atıldım: “Babacığım ben de seninle geleyim mi bugün, n’olur? Yaramazlık da yapmam. Hem akşam ‘e’ harflerinin hepsini çizdim, anneme sor istersen. Bir de şey, yaramazlık da yapmam. Yanında otururum sadece, lütfen.” Annemle kısa bir bakışmanın ardından kafasını onaylarcasına salladı. Gözlerim irileşti ve gülümsedim. Babam da gülüp göz kırptı.
Kahvaltıdan sonra hazırlanıp çıktık. Babamın 97 model Ford’uyla yarım saatte fenere gelmiştik. Arabadan indim. Arka koltuğa koyduğum maket uçağımı da alıp fenere doğru yürüdüm. Babam fenere çıktı fakat ben dışarıda kaldım. Bir müddet uçağımla oynadım. Çok geçmeden babam geldi. Montumun fermuarını sonuna kadar çekti. Elimden tutup “Yürüyelim mi?” diye sordu. Başımla onayladım. Babam sol elimden tuttu. Uçağım sağ elimdeydi. Babam patikanın deniz tarafında yürüyordu. Yürürken ayağım kayıyordu kimi zaman, babam hemen destek olup tutuyordu beni. Şimdilerde o yürüyüş gitmiyor gözümün önünden. Babamla uyumlu adım atmaya çalışmam, ayağım kaydığında babamın elimi daha fazla sıkması, kapüşonumun geriye kaymasına müsaade etmemesi…
Şimdi olduğum yere; kıyıya ulaştık. Dalgalar, hırçınlaşacaklarını belli edercesine kayalara çarptı. İrkildim. Tuttuğum eli daha çok sıktım. Babam yanıma çömeldi. Sağ bacağına oturtup kollarıyla sardı beni. Güvenin kollarına rahatça bıraktım kendimi. Kıyıda dalgalar yoktu sadece. Bir de tekne vardı. Babam sol işaret parmağıyla tekneyi işaret ederek “Görüyor musun? Canavar gibi. Meydan okuyacak denizlere. En korkunç dalgalarda bile ayakta kalacak.” O an gözlerim büyüyor. Bakışlarımı babama çeviriyorum. “Bizim gibi ayağa mı kalkacak?!” diyorum. Babam gülümseyip yanağımı sıkıyor.
Tam da şurada, şu büyükçe kayadaydık. Göz pınarlarımda biriken yaşlar üşüyen yanağımı ıslatıyor. Babam gülerken yüzünde oluşan çizgiler gözümün önünde beliriyor. Denizden esen rüzgâr yanağıma dokunup yaşları çeneme indiriyor. Ah o gün …
Babam elini yanağımdan indiriyor. “Hayır oğlum. Yani sapasağlam kalacak. Hırçın dalgalar bile onu alt edemeyecek. Öylesine güçlü bu canavar.” Bir tekneye hayran kalmıştım o an. “Yani senin gibi.” dedim onay beklercesine. Babam kafasını salladı. “Binelim mi baba?” diye sordum heyecanla. “Ufaklık, annenin dediklerini unuttun galiba.” dedi. “Ama baba, çok güçlü değil mi bu gemi? Bir şey olmaz ki. Lütfen binelim babacığım.” Babam bir süre sessiz kaldı. Keşke o an hayır deseydi. Hayır, binemeyiz, deseydi. Bu, gemi değil oğlum, bu tekne, deseydi. Konuyu dağıtsaydı. Oradan uzaklaşsaydık. Fakat hiçbiri olmadı. Beni kucağından indirip elimden tuttu. Tekneyle aramızda on, belki on beş metre vardı. Önce beni kucaklayıp tekneye bindirdi. Uçağım halen elimdeydi. Sonra kendi bindi. Kürekleri hareket ettirmeye başladı. Çok heyecanlıydım. İlk kez denizin üstündeydim. Yavaş yavaş açıldık grimtırak suyun üzerinde. Küreklerle tekneye yön vermekte zorlanıyordu babam. Dalgalar bir anda hiddetlendi. Ben hiçbir şeyin farkında değildim. Babamın zorlanarak kürek çekişini izliyordum. Dünyadaki en kuvvetli adamın babam olduğunu düşündüm o an. Bir kahramana bakarmış gibi baktıkça ona, bir şeyler tuhaflaşıyordu. Babamın hareketleri hızlanmış, şakaklarından terler akıyordu. Teknenin o ahenkli salınışından eser kalmamıştı. Dalgalar bizi sürüklüyordu adeta. “Oğlum…” deyince babama baktım. Yüzü ter içinde kalmıştı. “Babacığım, neden terledin?” diye sordum. “Yoruldum oğlum.” dedi yalnızca. “İstersen ben devam edeyim. Bak, ben de senin gibi güçlüyüm. Hem sabah yumurta da yedim.” dedim.
Buruk bir tebessüm eşliğinde hatırımdaydı o anlar. Kalan yaşları azat ediyorum göz pınarlarımdan. Sonrası bulanık. O ana kadar olan her şey netliğiyle zihnimde dururken, sonrası epeyce bulanıktı. Teknenin alabora oluşunu, buz gibi suyun tenime işleyişini ve uçağımın benden çok uzakta, dalgalarla ilerleyişini hayal meyal hatırlıyorum. Nefes diye içime suları çekişimi... Hastane. Ev ve yokluk. Kalakaldığım dünya bu oldu.
O an, bir öğle vakti. O gün, Kasımın son salısı. O yıl, 97. O yere sırtımı dönüp yürüdüm. Babamla yürüdüğüm patikanın biraz yukarısındaki patikadaydım. İnce, uzun yola taşlar dizmişler. Çitleri de deniz tarafına, patika boyu sıralamışlar. İlerliyorum. Babamla o zamanki ben alt patikada yürüyor. Adımlarını babamın adımlarına uydurmaya çalışıyor. Gülümsüyorum onlara. Uzanmak istiyorum babama. Çitler var aramızda, engel oluyorlar. Yürüdükçe o zamanki ben silikleşiyor. Adımlarım yavaşlıyor. Çitlerin bittiği yerde kapıya benzer büyük bir açıklık var. Tellerle girişe mani olunmak isteniyor gibi. Bacağımı attım o tellerden içeri. Sonra diğerini. Babamla aramda bir engel kalmamıştı. Fakat ona dokunamıyordum. O da kaybolmuştu. Aniden. Silikleşmeden. Önümde duran, mezardan başka bir şey değildi. Mezarın her köşesine bir anı sıkıştırdım. Her gelişimde değiştirdim o anıları, yerine başkalarını koydum. Babamın etrafını çevreleyen betonun her noktasına bir gülüşünü iliştirdim. O, yanıma her gelişinde okudum ona. Yanına her gidişimde de. Gri mezar güllük, gülistanlık oldu.
İstediği yerde, denizin yanında yatıyordu. Onun yanına geldiğim her an, o gün beliriyordu kıyıda. Hatıralar taşlara vuruyordu. Dalgalar burukluk estiriyordu. Yüzümü okşayan, hüzünden başkası değildi. Görüşürüz babacığım.
Tellerden geçip arabaya yöneldim. Çok uzaktan, akşam ezanının bitmek üzere olduğunu işittim. Çiselemeye başladı. Arabaya binip çalıştırdım. Hoparlörden gelen kısık sesler eşliğinde hareket ettim. Farlar ıssız yola yayılırken ut sesi doluyor arabanın içine. Yükseltiyorum sesi:
Hep sen varsın aklımda.
Düşünmem başka bir şey.
Gel de bitsin bu hasret.
Ayrılık acı bir şey.
Gecelerin uğultusu benim feryadım.
Fırtınalar, kasırgalar, benim ağıdım.
Bir burukluk sarıyor, gözlerim doluyor, ağlıyorum özleminle.
Ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorum özleminle…