Yol önümde uzanıyor. Bir şarkı dinlemek istiyorum ama telefonum kapalı. Radyoyu açıyorum. Çok sık radyo dinlemediğim için istediğim türden bir şarkının nerede çalabileceğini bilmediğimden alakasız kanallarda geziyorum. Başım ağrıyor, kapatıyorum. Bu yolculuğa çıkmamın nedeni olağan hayatımı yaşamaya devam etmenin tekdüzeliğinde boğulmamdı. İnsan kendinden kaçmak için de kendini bulm… Yok hayır yapmayacağım, bugün yeterince gündemde olan ‘seyahate’ mistik anlamlar yükleyip, yol methiyesi düzmeyeceğim. Kendimden kaçtığım doğru. Çevremdeki insanlardan kaçtığım doğru. Düşünmek istediğim, ciğerlerime biraz temiz hava çekmek istediğim doğru. Aslında birkaç arkadaşla görüşmek için evden çıktığım, sonra bir anda beni uzaklara götürmeyi vaat eden tabelalara uyduğum da doğru. Ara sıra saçmaladığımı düşünüp geri dönme fikri beni yoklasa da tek yönlü yol beni ileriye doğru sürüklüyor. Birkaç saat sonra hem acıktığım hem de yorulduğum için bir yerde mola vermeye karar veriyorum. Kendime bir şeyler ısmarlama vakti. İçimde, yemek yiyeceğim için çocukça bir sevinç oluşuyor.
Köfteciyi görünce içimde yemek için can atan çocuğa biraz sakin olmasını söyleyerek arabayı bir kenara çektim. Kontağı kapattıktan sonra cüzdanımı kabanımın cebine atıp dışarı çıktım. Adını dükkana verdiğini düşündüğüm Halil Usta beni içeri buyur etti. Dükkân kendi halinde ufak ve olabildiğince temizdi. Midemi bu adama emanet edeceğime göre öncelikle güvenmem gerekirdi tabii ki. Güzelim kokular içinde bir buçuk porsiyonumu beklerken köfteyi yemekten ne kadar zevk alacağımın hayalini kuruyordum. Böylelikle ağzımdaki tükürük oranının giderek arttığını hissedince “bir denek hayvanıyım ben” diye düşündüm. Acıkınca bekleme süresi normalde olanın hep iki katı daha fazla olur. “Acaba biriyle birlikte yemek daha güzel olur muydu?” diye bir soru geçiyor aklımdan. Yok istemiyormuşum. Şimdi abuk sabuk şeylerden konuşarak düşüncelerimi dağıtan ve kendi halindeliğime zarar verdiğinin farkında bile olmayan birini istemiyorum. Gördüğüm göreceğim neyse başka bir insanın varlığından ayrıştırılmış, sâfi olarak tecrübe etmek istiyorum. Ben olarak.
Hah! Allah'ın bir lütfu olan köftem de sonunda geldi. Usta yanımdan ayrılana kadar yemeğe başlayamadım. Ona teşekkür ettim ve acelem yokmuş gibi köftenin kokusunu içime çektim. Bu iştahımı daha da kabarttı. Nihayet köftelerimi yemeye başladım. Yanındaki baharatlanmış soğan bile oldukça dokunaklıydı. Karşımdaki ikinci el gibi duran sandalyeye bakmak yerine sadece köftenin lezzetini algılamak için ara sıra gözlerimi kapatarak yiyordum. Bana o sırada bu dükkanda olduğumu unutturmayacak bir şey vardı ki bu iyiydi: Ustanın İbrahim Tatlıses dinliyor oluşu. Köftem arabesk duygularla yoğrulmuş olacağından haliyle onun arabeskliği bana da sirayet etmişti. Beni böyle güzel doyurduğu için ustaya minnet duymaya başladım. “Usta. Ellerine sağlık. Ne güzeldi öyle.” dedim. Adamın keyfi yerine geldi. Tam ayaküstü memleket muhabbeti yapıyordu ki acele ayrılmam gerektiğini söyledim.
Arabaya döndüğümde nereye gideceğimi biliyordum artık. Kim bilir bu fikir aklıma nereden esmişti? Neden şimdi? Senelerdir çok istediğini bilmeme rağmen onu görmeye gitmiyordum. Neredeyse bütün dünyayı geziyordum ama o aklıma bile gelmiyordu. Fakat şimdi onunla konuşmaya ihtiyacım vardı. Beni dinler miydi ki?
Telefonumu açıp biriken mesajları görmezden gelerek istediğim bir parçayı açtım. Ona söylemek istediğim her şeyi biraz da duygularımı abartarak en ince detaylarıyla düşündüm böylece. Uzun süren yolculuğun ve henüz tamamlanmamış iç hesaplaşmanın ardından deniz fenerini görünce iyice yaklaştığımı anladım. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilemediğim için gergindim ve heyecandan kalbim küt küt atıyordu. Bunca zaman boyunca neredeydim diye kızacak mı? Beni nasıl bulacak? Haberimi alıyor muydu? Yaptıklarımı onaylıyor mu? Beni özlemiş miydi? Özleyebilir miydi ki? Çitlerle çevrili, yemyeşil geniş araziye baktım. Burada koştuğum, bulduğum sopalardan kılıçlar yaptığım ve mürettebatımla sefere çıktığım günler aklıma geldi. Burası sanki olanlar hiç olmamış gibi yabancıydı şimdi bana. Deniz bile kızgındı sanki. Ben de ona kızgındım. Ben de hepsine kızgındım o zaman. Cesaretimi toplayıp hızlı adımlarla yanına gittim. İyice yaklaşınca yavaşladım. O sessizce dursa da biliyordum ki kısacık mesafede aramızda büyük bir fırtına koptu. Dünyanın bütün yağmurları üstüme boşaldı sanki. Dayanamadım. Ayakta kalamadım. Ona seslenemedim bile. Güya onunla konuşup rahatlayacaktım. Ağzımdan tek bir kelime bile çıkmadı dakikalarca. Şükür ki yalnızdık. Bunun verdiği rahatlıkla hiç acele etmedim söz almak için. O kim bilir neler düşünmüştü o sırada da söyleyemiyordu. “Baba.” dedim. Ağzıma öyle yabancı geldi ki bu kelime. Ama onun bunu fark etmesini istemedim. “Baba ben geldim.” İlk çekingenliğim yüzünden hiç konuşamayacağımı sanıyorken yavaş yavaş alıştım. Hatta biraz zaman geçtikten sonra kendimi tutamadan her şeyi anlatmaya başladım. Her şeyi. Hayatımın en gereksiz detaylarını bile. Mesela ona hiç gösteremediğim bir tomar başarı belgesi aldığımı, iyi bir üniversiteyi kazandığımı, sonra çok iyi bir işe girdiğimi, buraya arabayla geldiğimi ama aslında motosiklet sürmeyi çok sevdiğimi, ablamın ve herkesin iyi olduğunu… Tüm bu detaylar arasında öldüğü için ona ne kadar kızgın olduğumu atladım. Ölüp beni bu dünyada ne kadar yalnız bıraktığını söylemedim. Sadece, kırılacağını bile bile son zamanlarda fark ettiğim bir şeyi ekledim: “Sen her zaman yanımda olsaydın ben belki hiçbir şeye ihtiyacım kalmayacak şekilde yetiştirmeyecektim kendimi. O yüzden benim için üzülme olur mu?” dedim.
Hava iyice soğuyunca onun eskiden bekçiliğini yaptığı deniz fenerine girmeye karar verdim. Işık yandığına göre içeride biri olmalıydı. Kendime çeki düzen verip merdivenleri ağır ağır çıkmaya başladım. Küçükken bu merdivenin o kadar uzun gelirdi ki bitmesi için otuz dörtten geriye sayardım. Otuz iki. … Yirmi sekiz. "İyi ki geldim, oh be ne kadar hafifledim." Yirmi beş. Yir... "İnsan bu kulede senelerce nasıl yaşar?" On yedi. "Çünkü kimseyi yanında istemiyordu. Deniz zaten onun en iyi arkadaşıydı." Bunu kabullenmek canımı yaktı. Sonra nasıl olduysa dudaklarımdan onu anlayan bir cümle döküldü: "Yalnız kalmak istiyordu sadece." Bunun idrakıyle bir süre durdum. Destek almak için ellerimi beyaz duvara yasladım ve öne doğru bir adım attım. Ben de... Ondan kalan bu tek başınalık mirasını fark etmeden senelerdir taşıyordum işte.