Mehtap'ın Soluşu

Büşra Baysal

Not:“B” harfini hiç kullanmadım.

MEHTAP’IN SOLUŞU

Artık uyu ey mâh.

Ey mâh-ı kemâlât,

Etti güzer, eyvâh,

Sâât-ı mülâkât! (Cenap Ş.)

Dışarıdan gelen çığlıklarla yatağından sıçradı. Çığlıklar onu uykusundan uyandırmıştı. Kendine gelir gelmez ne olduğunu anlamak için korkarak pencereyi açtı. Çocuğun teki kanlar içinde yerde yatıyordu. Çocuğun etrafı, yüzlerinde şaşırma ve korku ifadeleri donup kalmış insanlarla doluydu. Kadının teki çocuğun göğsüne kafasını dayamış acı acı çığlıklar atıyordu. Sonra kafasını çocuğun göğsünden kaldırdı ve kanlı elleriyle onun saçlarını okşadı. İki kişi de kadını sakinleştirmeye çalışıyordu. Ama kadın durmaksızın ağlıyor, çığlık atıyor, çocuğun yanından tek milim dahi geri gitmiyordu.

Mehtap, pencereden çocuğun ve kadının kim olduğunu seçememişti. Nihayet aklına dışarı çıkmak geldi. Hem yardım da ederdi o çaresiz kadına. O kadar insan neden çocuğu hastaneye götürmeden öylece duruyordu ki? Koşar adımlarla evden çıktı, insanları elleriyle iterek çocuğun yattığı yere geldi. Yerde yatan çocuğu görünce donup kaldı. Çünkü o kendi çocukluğuydu. Çocuğun yanında çığlıklar atan kadın da kendi annesiydi. Mehtap'ın üstüne kar yağıyordu sanki. Kafasının içinde çeşitli sesler yankılanıyordu. Kahkaha sesi, ıslık sesi, çığlık sesi, fısıldaşma sesi, deniz dalgalarının sesi, rüzgârın sesi, hüznün sesi, çaresizliğin sesi…

Hercümerç olmuştu tüm sesler. Kafasında esen şiddetli rüzgârlar talan ediyordu her yanı. Mehtap üşüyordu. Sıcağı hiç teninde hissetmemişti, güneşi hiç görmemişti sanki. Oysa güneş o anlarda olanca parlaklığıyla dünyaya sıcaklığını ve şefkatini vermekteydi. Ama Mehtap aydınlık, parlaklık nedir onu da unutmuştu. Yerde kanlar içinde yatan kendi küçüklüğüyse şimdi hayretler içinde onu izleyen genç kız kimdi? Ya annesi yerde yatan minik vücut için ağlarken ne kadar da gençti. Mehtap gitti, annesini dürtü, ona defalarca seslendi. Ama annesi onu hiç görmedi, duymadı. Sonra evlerinden annesinin şimdiki hâli çıkıp geldi. Mehtap'a seslendi. "Mehtap, kızım ne yapıyorsun sokağın ortasında yalın ayak. Neden yerde aynı noktaya odaklanıp kaldın? Kızım! Duymuyor musun anneni? Mehtaaap!"

Mehtap, ne gerçek ne hayal ayırt edemiyordu artık. Hangisi gerçek kendisiydi, hangisi gerçek annesiydi? Ya da gerçek neydi? Zamanın hangi paresinde yitip gitmişti zihni? Dünya hangi tarafa dönüyordu? Zaman geriye mi akıyordu, ileriye mi?

Annesi, Mehtap'ı o hâlde görünce çok korkmuştu. Onun yerinden kıpırdayacağı yoktu. Kızının kolundan tuttu, onu eve doğru sürükledi âdeta. Mehtap gayriihtiyari annesinin sürüklediği tarafa doğru gidiyordu ama gözleri hep yerde yatan kendi çocukluğunda ve gencecik annesindeydi. Mehtap, evlerinin kapısına gelince içeri girmek istemedi. Annesi "Hadi kızım, evimize girelim. Sen güzelce dinlen" diye Mehtap'ı şamlayarak içeri soktu. Ama Mehtap şamlandığı için içeri girmemişti. Yorgun vücudu annesinin sürüklemelerine daha fazla karşı çıkamadığı için içeri girmişti. Mehtap'ın ayakları kanıyordu, ayaklarına cam parçaları girmişti. Annesi onu koltuğa oturtturdu, cam parçalarını Mehtap'ın ayağından çıkardı. Sonra leğenle su getirip kızının ayaklarını yıkadı. Mehtap hiç konuşmadan, hareket etmeden öylece oturdu. Annesi, kızının hâline gözyaşlarını içine akıtarak sessizce ağladı. Dayanamayıp kızına yine sordu. "Yavrum, güzel gözlüm. O hâlde ne işin vardı sokağın ortasında? Hele de annene güzel kızım! Ne oldu sana?" Mehtap, konuşmak istedi ama konuşmak şöyle dursun çenesini dahi açamadı. Tekrar tekrar çenesini hareket ettirmeyi denedi ama çenesi kilitlenmişti Mehtap'ın. Sanki gelip çenesini mengeneyle sıkıştırmışlardı. Mümkünü yok hareket etmiyordu çenesi. Annesi, çaresizce kızına dikmişti gözlerini. Ağzından tek kelam çıksın da rahatlayayım kızım dercesine. Mehtap çok denedi konuşmayı. Ne kadar süre çenesini açmayı denedi, ne zamandır tek kelam etmek için çırpınıyordu? Hepsi muamma. Artık Mehtap için her şey muammaydı, varlığı dahi. Mehtap, gözlerinden dökülen iri iri yaşlarla kendi hâline ağladı. Ağladıkça hiçleşti sanki. Her gözyaşıyla kendini uzaklaştırdı dünya âleminden.

Annesinin, içi parçalanıyordu kızının hâline. Ne yapsa da onu kendine getirseydi? Önce onu yatırayım da dinlensin diye düşündü. Kızını, yatağına yatırdı ve kızının lepiska saçlarını okşadı. Onun, ayı andıran o parlak yüzüne öpücükler kondurdu. Mehtap, kilometrelerce aç, susuz yürümüş üzerine de dayak yemişti sanki. Kendini o kadar yorgun hissediyordu. Gözlerini kapatınca gözlerinin önüne, yerde kanlar içinde yatan kendi çocukluğu ve yanında ağlayan annesi geldi.

***********

Mehtap, eski Mehtap değildi. Önceleri yatağından mutlulukla kalkar, şarkı söyleye söyleye kahvaltıyı hazırlar, sonra da annesini uyandırırdı. Kahvaltıdan sonra etrafı toparlar, odasında kitap okur, kahve içerdi. Akşama doğru da kulaklığını takar yürüyüşe çıkardı. Ama şimdi sadece yatağında uzanıyor, perdeyi hep açık tutuyor, gözünü yerde çocuğun yattığı noktaya dikiyordu. Pek yemek de yiyemiyordu. Çünkü çenesi çok az açılıyordu. Ağzına sadece minik minik lokmalar sığıyordu. Zaten onları da annesinin zoruyla yiyordu ya. Yemek, içmek artık onun hatırına dahi gelmiyordu. Ailesi Mehtap'ın hâline anlam veremiyordu. Doktora da götürmüşlerdi ama Mehtap konuşamıyordu ki derdini anlatsın.

Mehtap yine uykusundan seslerle uyandı. Uğultu sesleriydi duyduğu. Geçen seferkinin aksine sesler dışarıdan değil de evden geliyordu. Korka korka yatağından kalktı, odasının kapısını açtı. Kapıdan adımını atar atmaz ağzından gayriihtiyari küfür çıktı. Çünkü yerdeki şey ayağına saplandı. Canının acısıyla Mehtap, yüksek sesle küfür etmişti etmesine de kendi sesini tanıyamadı. Etrafı kolaçan etti, sesin kimden geldiğini anlamak için. Kimseyi göremeyince ilerledi, etraf çok karanlıktı. Mehtap, ayağında yine acı hissedince ikinci kez küfür etti. Ama şimdi küfür edenin kendisi olduğunu anlamıştı. Aylar sonra tekrar konuşunca kendi sesini tanıyamamıştı. Ayağını acıtan şeylerin ne olduğunu görmek için koridorun ışığını açtı. Yerler simsiyah güllerle doluydu. Hepsinin de koskoca dikenleri vardı. Neredeyse serçe parmak kadardı dikenler. Mehtap'ın vücudu yine şaşkınlıkla sarsıldı. Annesine seslenmek istedi, konuşma yetisinin geri geldiğini hatırladıktan sonra. Ama sesi yine çıkmadı, çenesi yine hareket etmedi. Uğultular da kesilmemişti üstelik. Derinden, farklı âlemlerden geliyordular sanki. Mehtap, tekrardan hiçliğe gömüldü, çaresizlikle kavruldu.

Ayağında hâlâ koca dikenin teki duruyordu. Onu çekti, çıkardı. Ayağından oluk oluk kan aktı. Mehtap, çaresizliğine ağlayamıyordu artık. Gözyaşlarının ona ne faydası vardı ki? Neyse ki annesi uyanmıştı. Kızını yerde korkmuş, tedirgin vaziyette oturur görünce çok üzüldü. Mehtap ise annesini görür görmez kalkıp ona sımsıkı sarıldı. Annesi, kızının koluna girdi, onu odasına götürecekti. Ama Mehtap, korkuyla yere odaklanmış, sıçraya sıçraya yürüyordu. Dikenlerden kaçırıyordu ayaklarını. Annesi "Kızım, yerde ne var?" diye sordu ama Mehtap karşılık vermedi. Zar zor kızını odasına götürdü ve ona yavaş yavaş su içirdi. Sonra onu yatağına yatırdı, elini tuttu ve rahatlasın diye ona dualar okudu. Gün doğana kadar da kızının yanından ayrılmadı. Kızı hiç huzurlu uyuyamıyordu. Mimiklerinden uykusunda dahi huzura kavuşamadığı rahatça anlaşılıyordu. İnsan uyuyarak olanları unutamazsa, onlardan uyuyarak kaçamazsa nasıl kaçardı onu perperişan eden şeylerden?

Mehtap zihninin karmaşıklığıyla ve gönlünün gittikçe dinen sızısıyla hiçliğin içine doğru adım adım yürüdü. Sonunda Mehtap, hiçliğin kendisi oldu ve ona yapışıp kalan sanrıları yüzünden dünya âleminden tamamıyla ayrıldı.