Kurtuluş

Mehmet Faruk Kurt

Diken çene küfür - Ek zorluk kullanılmadı

KURTULUŞ

Mehmet Faruk Kurt

“Acele et” diyor abi, elinden tuttuğu küçük kardeşini kayanın üstüne çekerken, “kimse görmeden kaçalım.” Tabanı delik lastik ayakkabılarının içine dolan küçük taşlar ayaklarını acıtsa da duramazlar artık. Geri dönerlerse ya da yakalanırlarsa ne dayaktan kurtulabilirler, ne de amcaları ana avrat bırakır. Kurda kuşa yem olmamak için sabahı beklemişlerdi. Gün henüz ağarıyor onlar tepeye tırmanmaya başlarken.

Birkaç adım ilerledikten sonra “Aah” diye bağırıp bir küfür savuruyor kardeşi. Büyük olan “Ne oldu Halil?” diye koşarak yanına geliyor. “Ayağım acıyor.” diye bağırıyor Halil. Abi onu yere oturtup ayakkabısının sağ eşini çıkarıyor. Diken batmış ayağına. Abi çatlamış, kararmış ellerinin nasırlı parmaklarına bakıyor. Uzamış bir tırnak arıyor, dikeni tutup çıkarabilmek için yerinden. Kırık, yaralı tırnaklarının arasından sol elinin yüzük parmağındaki ümit veriyor sadece. Sağ elinin başparmağıyla da bastırarak dikeni olduğu yerden çıkarıyor. Halil ayakkabısını giyince tekrar yürümeye başlıyorlar.

Halil ara ara durup dikenin battığı ayağını kaşıdıktan sonra abisinin hızına yetişebilmek için koşuyor. Tepeye ulaşıyorlar gölgeleri önlerinde iki boy uzanırken. “Bak” diye eliyle güneşin batacağı yönü işaret ediyor abi, “şu küçük tepeyi de aştık mı ablamın köyüne varacağız.”

Tepenin inişi çabuk oluyor. Diğer tepeye çıkıncaya kadar ağzını açıp tek laf etmiyor ikisi de. Oysa çenesi düşüktür Halil’in, insanları bezdirecek kadar çok konuşur. Ama bugün suçluluk duyuyor yaptığından ve susuyor.

Tepeye vardıklarında ayaklarının altında uykusundan yeni uyanan bir köy görüyor ikisi de. Yüzü gülüyor abinin, “Az kaldı” diyor kardeşine, “ablama gidiyoruz, az kaldı.”

Tepeyi soluk almadan, seven sevdiğine koşuyormuşçasına, bir fırtına gibi iniyorlar. Yarasının acısını hissetmiyor bile Halil inerken. Gözleri hiçbir şey görmüyor. O kadar görmüyor ki ayağı bir taşa takılıyor abinin. Kendini önce yerden beş karış havada, sonra da yerde buluyor. Yüzüstü düşüp çenesini sürtüyor yere. Ayağa kalkıp ellerini çırptıktan, üstünü başını silkeledikten sonra acıyan çenesini tutuyor. Derisi soyulmuş kanıyor. “Bir varalım da,” diyor kardeşine, “ablam pansuman yapar zahir.”

***

Avlunun kapısı, kaleye düşman dayanmış gibi yumruklanıyor. Evin ortanca kızı kapıya yönelmek üzereyken “Dur kızım” diyor anne, “ben bakayım kimmiş o münasebetsiz.” Kapıyı açınca ellerini yanaklarına götürüp şaşkın bir halde “Osman” diye bağırıyor, “ne oldu, ne bu hâliniz?”

Ne Osman'ın, ne Halil’in bir şey söylemeye mecali var. “Geçin içeri.” diye avluya alıyor anne onları. İyice bir süzüyor baştan ayağa. Saçları uzun, dağınık ve taş gibi; yüzleri, kolları güneş yanığı; yırtık gömlekleri kir pas içinde; pantolonları en az onar yerinden yırtılmış. “Kızım” diye sesleniyor ortanca kızına anne, “kazana su doldurup altını iyice harlayın, dayılarınıza banyo yaptıracağım.”

Onları içeri alırken çıkardıkları ayakkabılarına içi acıyarak bakıyor.

***

Kafalarından aşağı sıcak suyu döküp vücutlarını sabun lifiyle silerken konuşuyor anne. “Şu akan suya bak, zift gibi. Kaç gündür yıkanmıyorsunuz yavrum siz?”

“Abla,” diyor sonunda kendisinde konuşacak mecali bulan Osman, “Bir aydır amcamın yanında çalışıyoruz. Ne para veriyor, ne doğru düzgün karnımız doyuyor.”

“Belli,” diyor anne, “kemikleriniz sayılır olmuş.”

“O pezevenk amcam” diye bir küfür savuracak oluyor Osman ama kafasına tası yiyor.

“Sus! Hiç yakışıyor mu ağzına öyle laflar senin. Bırak Allah onun cezasını verir.”

Sabun bezi sırtından aşağı inerken “Aah!” diye inliyor Halil.

Anne içeriye bağırıyor, “Yemeği yakma Saadet!”

Osman konuşmaya devam ediyor: “Söz vermişti, dün işi bitirince bizi eve götürecekti. Ama akşam olunca sözünden caydı. Saman balyalarının traktöre yüklenmesi gerekiyormuş. Kaç gün sürecek diye sordum. Bir hafta on gün dedi. Biz kalmayız dedim. Ne demek kalmayız, baban sizi bana emanet etti, göndermem dedi. Biz de sabah gün doğmadan kaçtık.”

“İyi yapmışsınız, Allah hayrını versin amcanızın.” dedi anne, kazanın dibindeki suyu çocukların başından aşağı boşaltırken.

***

Anne banyodan sonra oğlunun kıyafetlerinden çıkarıp ikisine de giydirdi. Osman'ın yarasına pansuman yaptı. Halil’in diken batan ayağına kolonya sürdü. Ortalığı tütün kolonyasının geniz yakan kokusu sarmışken “Sofra hazır anne.” dedi evin büyük kızı Saadet.

“Siz sofraya oturun,” dedi anne, “biz yemeğimizi yemiştik. Siz bir güzel karnınızı doyurun, ben de ayakkabılarınıza bakayım.”

“Saadet,” dedi sonra, “senin eski lastik pabucunu getir. Makasla şiş de getir. Sonra da ateşi harla.”

Anne ayakkabıları yamamaya giderken, Osman'la Halil içeri geçtiler. İçeride ortanca kız oturuyordu. Sofranın başına oturdular. Önlerinde yeni ıslanmış bir yufka ekmek, birer çatal kaşık, ortada bir kase yoğurt, birer tabak ve tabakların içinde ikişer tane kocaman biber duruyordu. Osman kardeşinin yüzüne baktı, Halil de ona bakıyordu. Bir süre öyle durdular. Halil abisine fısıldadı: “Abi bu nasıl yeniyor?”

Osman alt dudağını üst dudağının üstüne çıkarıp iki elini yana açarak bilmediğini söyledi. Sonra kıza dönüp “Yeğenim,” dedi, “gel sen de ye.”

“Ben aç değilim.” dedi kız.

“Olsun, gel bir lokma al.”

Kız yavaşça sofraya geldi, sofra bezini kaldırıp altına diz çöktü. Osman'ın uzattığı çatalı aldı. Yufka ekmekten bir parça koparıp sofranın üstüne yaydı. Çatalla biberden bir parça kesti. Biberin içinden pirinç taneleri dökülüyordu. Dökmemeyi başardığı kadarını ekmeğinin üstüne koyup dürüm yaptı. Osman şaşkınlığını üstünden atıp “Git ötede ye” dedi kıza. Ekmeği önüne açıp dolmadan bir parça keserek yemeye başladı.

***

“Bir gece kalsaydınız be yavrum” dedi anne, kardeşlerine.

“Yok abla,” dedi Osman, “başka zaman inşallah. Karnı doyunca çenesi açıldı Halil’in, şimdi susmaz başınızı ağrıtır.” diye kardeşini dürtüp güldü. “Evi özledik, bir an önce gidelim. Hem amcam eve haber gönderirse evham yaparlar.”

“Dikkatli gidin tamam mı?” dedi anne, “Ayakkabılarınızı yamadım, diken miken batmaz oldu. Annemle babama selam söylersin, ellerinden öpüyorum.”

Osman'la Halil, ellerini sallayarak yola koyuldular. Halil, abisine üstündeki temiz kıyafeti işaret edip gülerken avlunun kapısı arkalarından sessizce kapandı.