Okullar kapanıp da yaz tatili başladığında, arkadaşlar sevinçle evlerine koşarlardı. Kravatlar gevşetilmiş, ceketler omuzlarda evlere salınarak gidiş. Biz de dönerdik tabii evlere. Döndüğümüz an okul formalarımızı çıkarır, doğruca tütün tarlasına. Tütünü bildiniz mi? Umarım alışkanlığınız yoktur. Neyse. Kimine paketlenmiş bir şey olan bu bitki bizim ellerimizden geçerdi. Tütün kolonyası olup belki de evlerinizde konakladı bizim emeklerimiz.
Tarla yoluna düştüğümüzde aklımız evde yapabileceğimiz tembelliklerde kalırdı. Pek tabii dizilerin tekrarlarını izleyebilirdik. Ya da hımbıl hımbıl oturup, uykumuzu zorla getirip uyuyabilirdik. Olmadı kalkar bir kek yapardık, demlerdik çayı da, toplardık mahalledeki arkadaşları. Hiç olmadı radyoyu açar, şarkı tutardık kendimize. Olmadı. Bu kısmı lütfen arabesk gibi algılamayın. Düz bir tonla diyorum diyeceklerimi. Olmadı, evet. Köy çocukları bilir ki yaz tatili değildir onun adı, yazın başlayacak olan işçiliktir. Tatilse yağmur yağdığında, tütüne gidilemediğinde başlar. Of, hele o yağmurun yağdığı ve tütünün olmadığı yaz geceleri ne güzeldir! Hele bir de elektrikler gittiyse! Erkenden uyursun. Dışarıda zifiri karanlık, yağmurun sesi ve dizilecek tütün yok. Sabah yağmur devam etse, dilersin. Eh, bazı sabahlar yağmur devam eder. Ama bazı sabahlar etmez. Mecbur, yine tarla yoluna düşersin.
Güneş doğmadan kalkıp doğayı izlediniz mi hiç? Anbean ama. Zarifoğlu’nun Serçekuş adlı çocuk öyküsünün girişinde muazzam bir sabah tasviri vardır. Okuyun. Benden size hediye olsun. Güneşin ışıkları bir nem gibi sarmaya başlar etrafı. Hafif bir rüzgâr eser. Ürperirsiniz. Hele benim gibi hırkaseverseniz, hırkanıza iyice sarılırsınız. Sonra etraf biraz daha aydınlanır, ısınır da. O zaman arılar çıkmaya başlar. Hafif rüzgâr, arı sesleri, sallanan başaklar, tarla yoluna düşmüş tütüncüler. Uyum. Sanat filmlerini bu uyum için izliyor insanlar. Oysa biz, yani köyde yaşayanlar, her gün bir sanat filminin içinde gibiydik. Mesela o filmlerde çocuk kahramanın eli yüzü sümüklü oluyor, ekmeğinin arasından soğan sarkıyor belki, ya da babası hayırsız çıkmış üstü başı yok, saçı da üç numara oluyor tabii, izleyenin yüreği dağlanıyor vah yavrum diye. Bize izletselerdi o zaman, bu hangi köyde çekilmiş derdik. İnanmazdık onun film olduğuna. Anlatabiliyor muyum?
Sonra yaz demek, çoğu için geç saatlere kadar uyuyup saat on ikide kalkmak demek. Biz tütünden geldiğimizde, saat on civarı yani, alelacele kahvaltımızı yapar, tütün dizmeye inerdik. Herkes. Evin en yaşlısı bile. Radyoyu da açar, yanımıza koyardık. Şarkı tutardık. Bu senin şarkın. Ooo benim şarkım daha güzel! Tüh yine Hakan Peker çıktı! Tütün iğneleri dolar, boşalır. Tütünler iplere aktarılır, seralara takılır. Oldu mu sana ikindi. Hadi, tekrar tarlaya. Akşam ezanına kadar.
Akşama doğru, güneş batmaya başlayınca, etraf hemen kararmaz. Akşam oluşuna anbean şahit oldunuz mu? Ama her bir saatine, dakikasına? O kızıllığı görmenizi kastetmiyorum. Sanki gökten siyah bir tül bırakılır, onu izlersiniz, yavaş yavaş yere iner. Ne kadar romantik bir tanımlama oldu bu! Ama öyle. Güneş kızarır ve söner gider. Bu, şairler için akşam yine akşam yine akşam, dizesi olabilir. Ama tütüncü için eve dön borusudur. Rüzgâr da çıkmıştır. Daha yukarıdaki tarlalarda çalışanlar ünler, haydin gidiyoruz! Sırtında tütün sepetleri olanlar önden hızlıca giderler. Diğerleri ziftli ellerini ovalaya konuşa köye yollanırlar.
Eve dönüş, işleri hallediş ve tütün dizmeye başlayış. Gece on iki, bire kadar. Sonra da dışarı çıkıp adı artık neyse, o böceklerin ötmelerini dinleme, gökyüzüne bakma. Cılız yanan sokak lambasına çarpıp duran koca arının artık çarpmamasını isteme. Uyku. Deliksiz.
Bu döngünün bir yaz devam etmesi. Sonra kuşburnu mevsiminde okula dönüş. Ellerinin rengi kaçmış, bozulmuş. Yüzün güneş yanığı. Özgürlük bunun neresinde? Okuyana özgürlük gibi gelmeyecek. Bilakis, arabesk bir metin belki. Belki basit bir Anadolu güncesi. “Bir Zamanlar Anadolu’da.” Öyle değil ama. Özgürlük deyince benim aklıma bunlar hücum etti. Hadi bu metindeki özgürlüğü siz bulun. Benden anlatması.
SEVGİ Mİ YOKSA?
Malum replik mi akla geliyor? Sevgi neydi? ile başlayan hani. Gelebilir, benim için bir mahzuru yok. Belki döner dolaşır ona bağlarım konuyu. Sevgi cidden de emektir belki. Cemşit varken de İlyas’ı tutacak değiliz. Pis sarışın kadın. Neyse.
Sevgiyi her şeye yakıştırabilirsiniz. Her şeye uyan bir renk gibi, kıyafet gibi. Neye giydirseniz, yakışır. Hitler bile seviyordu, oradan pay biçin. Yüzünü tükürüğe boğabileceğiniz insanları düşünün, onlar bile seviyorlar bir şeyleri. Sevgi bu anlamda yeryüzünde bol olan bir şey. Ama mesele sanırım o değil. Bir şeyleri iyiye dönüştüren sevgi nasıl bir şey? İnsanı görünmez ipleriyle hayata bağlayan o his mi sevgi?
Annem bağ bahçeyle uğraşmayı sever. Bazen marullarına, fasulyelerine bakarken, işte biberleri sularken yüzünün ifadesini nasıl anlatmalı? Sanki evladına bakıyor gibi. Ne? Ben fasulyeyle aynı kefede miyim onun gözünde? Yazın annem görmeden yolacağım hainleri. Sevgi dolu bir insanım. Ondan. Geçmiş yazların birinde, annem bir yaz çabalamış, içinden çıkılamaz bir bahçe sahibi olmuştu. Allah vermişti bol bol. Bekçi kızsa da o görmeden bahçesini sulayıp duruyordu. Sonra bir gün, öyle bir dolu yağdı ki, kocaman taneli. Ben uçarı akıl, heyecanla izliyorum camdan. Müthiş bir doğa olayı neticede. Etraf bembeyaz. Anneme baktım, korunaklı bir yere geçmiş, ellerini ağzına kapatmış, ağlıyor. Niye ağlıyorsa? Odadan çıkıp yanına gittim. Bana baktı, “Emeklerim gitti.” dedi. “Hepsi mahvoldu.” Bahçesi mahvolmuştu. Kem küm edip güya teselli ettim ama hak getire. İnsan, diyecek laf bulamayınca susuyor. İyi ki bunu icat etmişiz, yani susmayı. Annem çok üzüldü. Ben de üzüldüğüne üzüldüm. Ama onu o zaman pek anlamamıştım. Marula ağlamak biraz tuhaf gelmişti bana, ukala bana. Nedir yani, tekrar yetiştirir. Sonradan düşündüm bunu. Bu, emeğini sevmekti sanırım. Ya da emek verdiğin şeye bağlanmak. Ne derseniz artık. İnsan ne değişik varlık. Seviyor, sevdiği şeye bağlanıyor, bağı kopunca bir süre, süresi o bağın kalitesine bağlı, kendinde olmuyor. Annem yeni bir bahçe kurana kadar o talan olmuş bahçeyle bağını koparamadı. Bunu boş bahçeye arada gidip gidip gelmelerinden anladım.
Sabahattin Ali’nin Değirmen adlı hikâyesini bilir misiniz? Orada şöyle bir kısım var: “ Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekâlâ, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o? Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin? Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır. Kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun. Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun. “ Bu kadar gerçekçi bir tanıma rastlamamıştım daha önce. Bu hikâyeyi okuyana kadar yani. Hikâyenin geri kalanı da çok güzel tabii ama mevzu o hikâye değil. Şimdi sizi bir şarkıya taşıyalım. Ezginin Günlüğü-İnsan Sever Bir Kere. Dinlemediyseniz, ciğerleriniz için iyi bir haber bu. Dinlediyseniz geçmiş olsun. “Bin kere tekrarı olmaz/ İnsan sever bir kere.” diyor. Sevgiye türlü çeşitli yaklaşımlardan benzer iki tanesini çektim aldım. Sabahattin Ali, Ezginin Günlüğü dinlemiş olabilir miydi? Mümkün değil. Bu şarkının söz yazarı kimse, Sabahattin Ali okumuş olabilir. Okumadıysa da böyle çıkarımlarda bulunmak, çıkarım yapmaların padişahı insan için hiç zor değil. Burada sanırım düşünülmesi gereken ya da farkına varılması gereken, sevginin hevesle karıştırılmaması gerektiği. Sevgi, özünde teklik barındıran o kıskanç kelime. Yanında yöresinde başka şey istemiyor olmalı. Yanında yöresinde başka şeyler varsa, ona sevgi değil heves demek gerekir belki. Bozuk para da diyebilirsiniz. Tek kullanımlık kâğıt mendil ya da. Ya da başka bir şey. Öyle ya, bin kere tekrarı varsa, ona ne demeli?
TEK KELİME AMA ZOR: ADALET
Bu kelimeyi uzun uzun düşündüğünüzde ya kişilere ya da dünyaya çatma ihtimaliniz yüksek. Çünkü birileri tesis ediyor. Hâliyle itirazcısı da çok olabiliyor. Bir de bir insana, “Bak senin ağzını burnunu kırarım! “ de, hatta kır ama “Bak bu yaptığın adil değil.” deme. Sanırım o zaman gurura bir şeyler oluyor. Burna yaklaştırılan tüy gibi, gururu hapşırtıyor. Çok yaşa! Yakın zamanda bunun denemesini yaptım, deneme olsun diye değil. Adil bulmadığım bir durumu anlatmak için dedim. O zaman gördüğüm tepki, “ vur gitsin beni” ye yakındı. Yani bu adalet, adil olmak gibi kelimeler, bünyesinde bunları barındırmayanların bile hassas noktası oluveriyor bir anda. - Ama sende yok bu. - Olsun. Varmış gibi yaparım.
Hukuk mevzusuna hiç girmeyeyim. Zaten çok da anlamam. KPSS’ye çalışırken anayasaya çalışmak zulüm gibi gelmişti. Bahsedeceğim adalet kavramı, bu kavramın dışında. Bana ilginç gelen bir durumdan bahsedeyim. Lisedeyim. Önümden ilkokul ikiye hadi taş çatlasın üçe giden iki ufaklık yürüyor. Çantaları o kadar büyük ki içi de bayağı dolu duruyor, çocuklar taşımakta zorlanıyorlar. Çantaların tepesinden tutup yardım edesim gelmişti. Ellerinde de test fasikülü. Evet, TEST FASİKÜLÜ. Bu yere çok yakın iki küçük adamın elinde test vardı. Soru tartışarak yürüyorlardı. Kuantum fiziği değildi elbet ama neticede soru çözüyorlardı. Bir süre sonra ayrıldılar önümden. Bu manzara başta bana biraz komik gelmişti. Çocuklar test taşıyor gibi değildi de test sanki çocukları taşıyan uçan bir halı gibiydi. Öyle eğreti duruyorlardı. Adalet, kişinin hakkını korumak, gözetmek demekse, o yaşta yarış atı vazifesi verilen bu çocukların hakkını kim koruyordu o zaman? Alın size bir sancı.
Bir gün Ankara’dayım. Hastaneden çıktım, canım çok sıkkın. Ama siz bu satırları okuyabildiğinize göre iyiyim, merak etmeyin.(Etmedik zaten. Eyvallah.) Neyse, hastanenin önü dilenci dolu. Öyle ki kaldırımda neredeyse her on adımda bir karşınıza çıkıyorlar. Yanıma iri cüsseli gençten bir kadın dilenci yaklaştı. Yapılı, boylu boslu, kuvvetli bir kadın. Hani bana elini şöyle sallasa, vursa demiyorum sallasa, uçarım. Tam dilenme sözünü söyleyecekti ki ağzımdan alevler çıktı: “ Annem senin yarı cüssen kadar yok ama dilenmiyor. Akşama kadar tarlada çalışıyor. Gidip çalışsana! “ Kadın oracıkta kaldı, etraftakiler şaşkın bakıyor. Ben de kendime hayret ettim ama olan da olmuştu. Bir hışım ayrıldım oradan. Ucuz kahramanlık belki. Ama o an, adil olmayan o durumu haykırmalıydım. Ya da bunu içimden de yapabilirdim ama sanırım tutamadım kendimi. Adaleti bazen kendi çapımızda tesise yelteniyoruz. Bilmiyorum işe yarıyor mu?
Bu kavram, insanların arasına atılmış bir muamma da olabilir gibime geliyor. Bakın tanımı bu, işlevi bu. Hadi bakalım, başarabilecek misiniz? Bayrak yarışı gibi. Adaletli olmaya çalışanlarla bunun kaygısını hiç gütmeyenlerin olduğu bir bayrak yarışı. Ya da bireysel bir yarış.
Ya da sessiz sinema oyununda tahmin edilmeye çalışılan zor kelime. Nasıl yapsak da anlatsak?
-Tek kelime.
-Yerli mi yabancı mı? O ne demek? (Anlatıcı elini savurur ohoo der gibi.) “Her yerli” gibi bir şey mi? Öyle demek ki. Ee süre geçiyor anlatsana.
(Anlatıcı kafasını kaşır. Terazi taklidi yapar belki.)
- Tartı! Tartı bu. Bakkal diyor bakkal.
(Anlatıcı heyecanlanır. Değiştir gibi ekle gibi işaretler yapar.)
-Buldum. Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı!
Gördünüz ya, adaleti sessiz sinemada bile anlatmayı başaramadık. Yeter ki canımız sağ olsun. Her şey hallolur.