Neydi sevgi? Emek mi? Bunu öğrettiler bize yıllarca. Sevdiğimiz şey her neyse ona emek verecek, yorulacak, onun mutluluğunu görecektik. Sevgi sevdiğini mutlu etmekti kısaca. Ya sevdiğimiz şey? Bu kavramın neresine koyacaktık onu? Emek verdiğimiz, uğruna yorulduğumuz, gözyaşı döktüğümüz, bizi terk ettiğinde onun mutlu olması ile yetinmenin sevgiye dâhil edildiği bir nesne, bir ulaşılmaz olarak, toplumsal sadizmin tepesine yerleştirip, narsistik egemenliğine bayrak dikerek ilahlaştırdık ve gün geldi asıl sevmemiz gerekenin yerine koyduk onu. Bu para, toprak, sevgili veya evlat bir farkı yok.
Bize sevgiyi annelerimiz öğretti. Dizlerine oturtup da nasihat etmediler sevginin ne olduğuna dair. Rol modelimiz oldular. Eşlerinin her cefasına boyun eğip, dayak bile yeseler yollarını gözlediler kendilerine ekmek getiren adamın. Doğum sancılarıyla başlayan her eziyetini, pamuklara sardılar evlatlarının. Onlara iyi bir gelecek hazırlamak için asgari yediler, asgari giydiler. Gezmediler. Kapalı dört duvarın içinde çile doldurdular. Para kazanan adamın kölesi oldular, belki de başlık paralı evliliklerin o satılmış ruhundan kurtulamadıkları için bu böyle sürüp gitti. Çalışsa da kazandığı kocasınındı. Verdiği oy kocasının kararı, giydiği kazak kocasının zevki, yediği yemek kocasının tercihiydi. Doğduğu evin nazlısı kızlar, doydukları evin kulu kölesi oldu. Bunun adını da sevgi koydular. Eş sevgisi, evlat sevgisi vs. Peki ya kendisi? Neresindeydi bu hayatın? Onu kim seviyordu?
Sevginin bu karşılıksız hâli, bana hiçbir zaman inandırıcı gelmedi. Önce dövüp sonra koynuna aldığı kadını seviyor olamazdı bir adam. İçgüdüsel hazlar sevgiye dahil değildi. Sevgi karşılıksız olmamalıydı? Tabii ki sevdiğimiz şey elma değilse! O bile bize bir lezzet sunarken, insanların bizi hırpalayan hallerini görmezden gelip, onların bu vahşi yanlarını sevgi dediğimiz duygu ile törpülemeyi düşünebiliyor olmak, hayalperestlikten başkası olamazdı. Kaldı ki bir insanı sevmek bize öğretildiği kadarı ile bir beklentinin karşılığı idi. Ama bu asla aynı duyguyu bulma çabası değildi. Öyle ya, dövse de sevse de kocan olan adamı seviyor olmak, onu kocan olduğu için, çocuğunun babası olduğu için... Evine ekmek getiriyor olması idi sevmeni gerektiren şey. Yani onun da seni seviyor olup olmadığı ile çok ilgilenmediler eskiler.
Şimdi ise biraz daha farkında seviyor insanlar. Ama bu defa da bu farkındalık boyut değiştirdi. Sevgi daha tüketilir bir varlık haline getirildi. Bir duyguyu ifade eden kavramken artık gözle görülmesi, elle tutulması gereken bir varlık haline dönüştü. Sevgi illaki gösterilmeli. Kitap sevgisi dahi sosyal medya hesabında bir fotoğrafla kanıtlanmalı ki insanlar bu sevgiyi onaylasın, görsün ve kanıtlanmış olsun. Evlerdeki sevgi de aynı dönüşümün kurbanı oldu. Erkekler artık ekmek kapısı olmanın sevilmek için yetmediğinin farkında. Anneleri gibi fedakâr ve cefakâr kadınları elde etmek ya da bir sanatçı gibi yontup ortaya çıkarmak zorundalar. Bunun için çiçekçiler daha fazla mesai yapıyor, kredi kartları dolup boşalıyor, İnstagram hesapları şarkılı fotoğraflarla bu karşılıklı sevgiye tanıklık etmeye zorlanıyor ama nafile. Özellikle çiftler arasındaki sevgi halâ samimiyetsiz ve beklenti hala duygudaşlık değil. Hala merhametin, acziyetin ve sadistliğin örtüsü olarak kullanılıyor sevgi. Gerçek ve saf sevgiyi ancak yazılı metinlerden biliyoruz. Duygu olarak bir anlık hissettiğimiz şey ise zamanla hep ve daima değişime uğrayıp azalarak beklentiye, umuda, umutsuzluğa dönüşebiliyor…
ADALETİN EN EMİN KAPISI
İslam eşitliğe alternatif olarak sunar adaleti. Eşitlik kavram olarak adil gibi görünür ama pratikte bir tarafı hep ezer. Adalet ise bireysel farklılıkları göz ardı etmeden herkese eşit şartları sunmayı vaat eder.
Bildiğimiz kadarıyla dünya üzerinde adaleti tama yakın tesis edebilen bir kurum ya da devlet henüz yok. Zor olan ne peki? Ekonomik ya da sosyal olarak herkese eşit şartlar sağlanamamasını bir nebze hepimiz anlıyor ve kabulleniyoruz. Ama yasalarla güvence altına alınmış, madde madde, bent bent kesin olarak belirtilmiş olan olay ve olgularda dahi adaletin sağlanamıyor olması nasıl yorumlanabilir? Yakın tarihin en ses getiren neredeyse seri cinayetlere dönüşmüş, failleri farklı kadın cinayetlerinde çok net görebiliyoruz adaletsizliği. Aklımda dayak yiyen bir kadını kurtarmak amacıyla gidip de cebinde bıçağın ne aradığı sorusuna kimsenin cevap bulamadığı, vicdanımızın suçsuz olduğuna inandığı bir genç ve bu gencin aldığı ceza var. Yine aklımda, balkondan atlayarak intihar ettiği haberi ile tanıdığımız; sonra da aslında bir cinayete kurban gittiği neredeyse kesin olan gencecik bir kızın katili olduğundan “neredeyse” emin olduğumuz, elini kolunu sallaya sallaya gezip, ceza almayacağından emin olduğunu sosyal medyada bağıra bağıra söyleyen başka bir genç… Adalet mekanizması bir makinenin motoru gibi düğmeye basıldığında tıkır tıkır işlemesi gerekirken bu teklemeye ve dişlilerin tersine dönmesine sebep olan ne?
Twitter’da adalet eleştirileri altında sürekli paylaşılan, Çin şiiri olduğunu öğrendiğim mısralara inanmak istemiyor vicdanım. Ama uygulamalar 7. Yüzyılda yazılmış bu şiiri doğruluyor sürekli. Ne diyor şiirde peki:
Davacı zengin, davalı yoksulsa
Zenginden yana işler yasa
Davacı yoksul, davalı zenginse
Davalıda kalır yine nizalı arsa
Davacı da davalı da zenginse davada
Özür diler çekilir aradan kadı
Davacı da davalı da yoksulsa, bak,
Sade o zaman işte yerini bulur hak
Üzerinden 1000 yıldan fazla zaman geçmiş ve adalet hâlâ o eski, ilkel zamanlardan kalma uygulamalarla sağlanmaya çalışılıyorsa, parayı ya da itibarını basan, adalet terazisinde ağır gelen kefe oluyorsa, garibanın çalacağı tek kapı da yüzüne böyle kapanıyorsa, dünya bir bin yıl daha yaşasa kimin için dönmüş olacak?
O zaman adaleti tesis edeceğine, erinde ya da gecinde adil bir son yazacağına inandığımız tek kapımız kalıyor geriye. Adaleti Yaratan… Çok yıllar önce bir tavsiye ile tanımıştım O’nun adaletini. “Allah’tan adalet dileyin,” diyordu. “Allah’ın adaletine sığının, Allah’ın adaletine havale edin. Gazabı ne kadar büyükse adaleti de o kadar büyük. O en büyük öc alıcı.” O gün bugündür, başıma geldiğinde kötü olduğuna inandığım ne varsa, failini Allah’ın direkt adaletine havale ettim. “Allah’ım sen meseleyi biliyorsun,” demedim hiç. “Allah’ım adaletinle hüküm ver, adaletinle muamele et.” Sonunda haklıyı haksızı en iyi O’nun ayıracağından emin olarak hem de beddua etmeden en temiz yoldan çözmüş olduğuma inanıyorum sorunumu. Çünkü kendi adalet anlayışım da tıpkı zengin davalı fakir davacı mahkemesindeki hâkimin anlayışı ile örtüşüyor çoğu zaman. Zamanın dişlisiyiz ne olsa…
GÖNÜLLÜ ESARET
Bir kuşun uçabilmesidir özgürlük. Bu kadar çok kafes varken o kafese girmemeyi başarabilmek… O zaman kargaların özgürlüğü sonsuz bir garanti kapsamında olabilir mi? Eti için vurulmayacak, tüyleri için yolunmayacak, sesi için kafeslere konulmayacak. Evet o zaman kuşlar içinde en özgürü kargalar diyebiliriz; onların da zekâsını test etmek için alıkoyuyorlar bazen. Olsun.
Peki insanlar için nedir özgürlük? Kafeslere konulmuyoruz ama olası bir savaşın tedirginliği içinde huzursuz yaşıyoruz bazen. Olası bir fişlenmenin korkusu ile söyleyeceklerimizi yutkunuyoruz çoğu zaman. Egemen görüşün hegomanyası altında eziliyoruz, gıkımızı çıkarmıyoruz. Paramızı kazanıyoruz ama harcama özgürlüğümüz, birikim yapma tutkumuzun altında eziliyor. O zaman nedir özgürlük?
Çok mutlu hayatlar izliyoruz İnstagram hesaplarından ve çoğunun gerçekliğinden şüpheli, yalan olduğundan eminiz. O zaman kendi hayatımızı imkanımız olduğu halde yaşama özgürlüğümüz de alınmış elimizden. Biz vermişiz hatta ipleri başkalarının eline. Güzel bir sofra mı kurmuşuz; aman eksik kalmasın herkes görsün zenginliğimizi, nasıl keyif yaptığımızı. Tatile mi gitmişiz; sır gibi bir tatildeyiz, ayaklarımızı görsünler gerisine meraktan ölsünler. İnstagram’da yeni bir kahve fincanı mı gördük; aman bizde de olsun hikâye yaparken lazım olur. Ne kadar izlendik, kaç beğeni aldık, kaç takipçimiz oldu? Kendi irademizle açtığımız bir hesabın esiri olduğumuzun farkında değiliz. Evlerimiz eskisinden daha gösterişli, sofralarımız eskisinden daha iştah açıcı, biz daha iyi aşçılarız, daha iyi fotoğrafçı, daha iyi arkadaş, daha iyi insanız… Ama kim için? Hepsi tribünlere yapılan bir şov olduğu için ne kıymeti var hayatımıza kattığı? Bizi takip eden ya da görülmek istediğimiz kitle tarafından ya da daha soyut bir arzu tarafından esir alınmamışsak ne? Annelerin çocuklarından esirgediği ilgiyi fotoğrafını paylaşmak için kurduğu yemek masasına göstermesi, eşine söylemediği en hoş sözleri yorumlarda başkalarına döktürmesi, arkadaşına göstermediği sevgiyi bir sokak kedisi fotoğrafı ile paylaşması, üstelik bu gönüllü esarette kendisi gerçekten mutlu sanması biraz kendi kurduğu esir kampına hapsedilmeye benzemiyor mu? Özgünlükten yoksun, başkalarının zevklerini kendi zevki belleyip; başkasının hayatını, zenginliğini, mutluluğunu hatta mimiklerini taklit etmek, bizi dünya üzerinde herhangi bir insan bile yapmıyor aksine robotlaşmış, kurşun askere dönmüş fabrika işi bireylere dönüştürüyor. Görünmez bir otoritenin altında ezilen distopik bir dünyanın halkı gibi.
Bu esir hayatından nasıl kurtuluruz artık bir fikrim yok. Aklımızı başımıza ayağımızı dengimize almamız lazım ama her geçen gün biraz daha düşüyoruz bu dünyanın içine, her gün biraz daha normalleşmekten uzaklaşıyoruz. Gönlünde gerçek bir dert taşıyan o kadar az insan var ki artık dünyanın daha yaşanabilir bir yer olacağına dair umudumuzu kaybediyoruz. Çünkü burnumuzu soktuğumuz bu delikten, bizi tehdit eden kötü kokuları alamıyoruz. Her gün biraz daha geç kalıp her gün biraz daha imkânsıza yaklaşıyoruz özgürlüğümüzü kazanmak için…