Üçleme: Özgürlük, Adalet, Sevgi

Ahmet Kırtekin

Özgürlük

Efradını cami ağyarını mani tanımını özgürlük tartışmalarında genelde ikinci planda tutuyoruz. Sınırları üzerinden tanımlanan başka kaç kavram var tam emin değilim. Yine de özgürlüğün bu şekilde tanımlanması ilginç geliyor. Filozoflar belki hayali sınırlar üzerine konuşabilirler. Toplum hayatı söz konusu olduğunda ise daha somut konuşmalar gerçekleşiyor. Bu bir özellik oluşturmasa bile bir köşede kayıtlı kalsın.

İnsanın özgür irade sahibi olup olmadığı tartışılan bir konu. Konu genelde dinler ile başlatılıyor ki bu anlaşılabilir. Nihayet elimizdeki en eski sistematik bilgi din. Felsefeyi de buna eklemek gerekiyor. Son birkaç yüzyılda buna fizik ve ekonomi de eklendi. Politikayı ekonomiden ayrı olarak ele almak veya alt küme kabul etmek burada önemsiz. Belki başka bir bağlamda anlamlı olabilir.

Yaratıcının insana özgür irade vermediğini, her şeyi yaratmadan önce tayin ettiği görüşünü dışarıda bırakıyorum. Kaderi mutlak güç sahibi olan yaratıcının her şeyi bilmesi olarak kabul ediyorum. Bu durumda zamanın ve mekanın ötesinde, insanın kendisine verilen özgür irade ile yapacağı seçimler olasılık hesaplarıyla bilinebilir. Her bir tercihin sonsuz sayıdaki etkileşimi yeni sonsuz ihtimaller doğuracaktır. Yaratıcı bunları da bilir. Dolayısıyla asıl soru bilip bilmemesi değil başta verdiği irade ile ne yapacağını bildiği halde onu yaratması ve ona zaman tanımasıdır. Mutlak bilinirlik düzeyinde dahi olsa insanın içinden irade sahibi olma duygusu ve eyleme dürtüsü çıkarılamaz. Bu da aslında konumuzun ayrı bir bağlamı. Ama tartışmanın seyri için anlamlı.

Yaratıcının varlığını kabul ettiğimizde, var olan her şeyin sahibi ve sebebi olduğunu da kabul etmiş oluyoruz. Ve iş bu noktada biraz karışıyor. Çünkü yaratıcı bir şeyler verirken karşılığında da bir şeyler bekliyor. Bunlara din veya daha dar anlamda ibadet demeye alışığız. Ki bu aslında doğru olmayabilir. Çünkü İslam inancına göre şirk en büyük günah olmasına rağmen insanın şirk koşmasını engelleyen fıtri veya toplumsal bir mekanizma yok. Yani kabaca durum şu: yaratıcı insana kendisini inkar edecek, kendisine ortak koşacak kadar bile bir özgürlük alanı tanıyor. Şirk koştu diye helak etmiyor dünyada. En fazla ölümden sonra bunu yargılayıp cezalandıracağını söylüyor. Toplum ise kendi kurallarını oluştururken bu kadar merhametli değil.

Toplum özgürlüğü ortak yaşamı devam ettirebilmek için kısıtlıyor. En özgürlükçü toplumlarda bile buna rastlamak mümkün. Nefret suçları, ayrımcılık vs. gibi uç konulara gitmeye gerek yok. Trafik kurallarına uymak, yaşam, mülkiyet ve seyahat haklarının kısıtlanması bile birer toplumsal norm. Bunlar da zamanla değişiyor. Köleliğin başladığı topraklarda ırkçılığın ve ayrımcılığın suç olarak kabul edilmesi buna basit bir örnek.

Toplumların özgürlükçü olduğunu iddia etmek ancak sınırlı bir çerçevede mümkün. Toplum doğası gereği kısıtlayıcı. Bunun aksi mümkün mü, tartışılabilir. İnsanlık tarihi bize bununla ilgili bir örnek sunacak olursa değerlendirebiliriz. Özgürlüğü bildiğimiz şekilde tanımaladığımız için toplum kuralları bize makul geliyor. Oysa Hz. Lut’tan misafirlerini kendisine teslim etmesini isteyen topluluk da belli toplumsal normlar ile hareket ediyorlardı. Özgürlüğü belki de asıl bu geride bıraktığımız ve rahatsız edici bulduğumuz özellikleri ile değerlendirmek bize toplum ne olduğuna dair daha net bir fikir verebilir.

Diğer yandan toplumun temellerini sorgulamak da tartışma konusu edilebilir. ABD’de El Kaide savunmak, İsrail’de Nazizm övmek basit örnekler. Burada önemli olan özgürlüğün içeriğinin doğru veya yanlış olması değildir. Nihayet bunun zaman ve bağlam ile kolayca değiştiğini biliyoruz. Asıl önemli olan kendi varlığına tehdit olarak görmek. Ve bu tehdidi sınıflandırmak. Denilebilir ki şirk koşulması veya küfür yaratıcıya herhangi bir etki yapmaz, oysa toplumlar temellerine saldırılmasından etkilenirler. Çünkü toplum nihayet beşeri bir organizasyondur. Ki bu çok da yanlış olmaz. Yine de sormak gerekir, yaratıcı ile toplum muhataplarının özgürlüklerini nasıl etkiliyor?

Yaratıcı, peygamber ve kitap gönderiyor. Bir düzen sunuyor. Ve insanların bu düzene göre hem beşeri hem de uhrevi hayatlarını düzenlemelerini talep ediyor. Ödül ve cezaları belirtiyor. Kendisinin doğrudan uygulamaya karışması söz konusu değil. Elçi olarak ortaya çıkanlar zaman zaman bu iddiada bulunabiliyor veya kurumlar O’nun adına hareket ettiklerini söyleyebiliyorlar. Yine de doğrudan yaratıcıyı değerlendirebileceğimiz bir eylem görmek mümkün değil. Çünkü yaratıcı, din, inanan ve inanç birbirlerinden çok farklılar. Ortaya çıkan eylemler de daha uzağa düşüyor.

Toplum ise norm koyuyor ve bunların denetlenmesi için kurumlar oluşturuyor. Dinamik bir süreci bu şekilde hatalı ifade etmiş olabilirim, ama konum süreç değil. Önemli olan toplumun normlarını kendi kurumları ile tahkim etmesi. Eğitim, askerlik, iş hayatı vs. hepsi toplumsal normların yerleşmesi için bir araç olarak kullanılıyor. Medya da türü ne olursa olsun bu doğrultuda kullanılıyor. Bir süre sonra piyasa mekanizmasının da aslında bu normları tahkim edici bir unsur olduğu ortaya çıkıyor. Ekonomideki pazarlama yöntemleri ile politik propagandaların aynı dili ve teknikleri kullanması yeni bir şey değil. Modern çağ her şeyin iç içe geçtiği eklektik bir toplu dayatma gibi görünüyor. Postmodern akımlar bunun ötesinde ve sonrasında olmak iddiasıyla tekilliğe yöneldiklerinde farklı olabileceklerini samimi olarak düşünmüş olabilirler, ama sonuç pazar içindeki standart bir ürün olmaktan öteye gidememek oldu.

Bir tarafta yaratıcının sonsuzca özgür bıraktığı bir taraftan da toplumun sonsuzca kısıtladığı bir birey yok elbette. Çünkü toplum ve doğası da nihayet yaratıcının eseri. Her bireyin içindeki iyi ve kötü yön gibi toplumun da kendi doğası içinde salınması gayet normal. Zaten helak diye anlatılan toplumsal çöküntüler de sistemin artık işlemez olduğu durumlara tekabül ediyor. Burada önemli olan parantez, yaratıcının kendisini inkâr eden bireye karışmamasına rağmen toplum hayatının bozgunculuk üzerine devam edemeyişi. Esas olan birey mi toplum mu konusunda durum karışıyor. Yaratıcı her zaman bireyi muhatap alırken onun oluşturduğu toplum için de belli doğal sınırlar koyarak onu sınırlıyor. Yani yaratıcı aslında insan özgürlüğünü toplum ile kısıtlıyor. Bunu yaratılış ile yaptığını kabul edebiliriz. Doğanın yasaları olduğu gibi toplum hayatının da yasaları olabilir. Daha geniş tartışılması gereken bu konuyu burada keselim.

Dinin kısıtlayıcı olduğu kabul edilir genellikle. Dindarlar ise asıl özgürlüğün dine teslim olmakta olduğunu iddia ederler. Yaratıcının tanıdığı özgürlük ile toplumun dayattığı normlar karşılaştırıldığında dindarlara hak vermek gerekiyor. Burada toplumsal düzen vazeden ve etmeyen din üzerinde durmak gerekiyor. Sadece metafizik boyutu olan, toplumsal herhangi bir düzenlemesi olmayan din bu bağlamda bir işe yaramayacaktır. Yani din toplumsal düzen vazetmeli ve bu düzen de toplumun normal işleyişi içerisinde onu toplum baskısından korumalıdır. Ki kendisine tanınan özgür iradeyi gerçekten kullanabilsin. Toplumların amacı kendi varlıklarını devam ettirmektir. Bireylerin kendilerini gerçekleştirmelerini, varoluşlarının amacını yerine getirmelerini dert etmez. Biyolojik bir organizmadan farklı davranmaz bu açıdan toplum. Oysa din insana varoluşunun anlamını arayıp bulması gerektiğini söyler. Reklamlar, propagandalar, eğitim ve kanunlar ile güdülenmiş birey özgür değildir. Özgür olmayan kimsenin dini olduğunu iddia etmek de en azından abestir. Bu halde din bireyi topluma karşı korumaya çalışırken bir yandan da toplumu esas aldığı için ona nasıl katkıda bulunacağını söylemek zorundadır. Ancak bu hâliyle anlamlı bir din haline gelebilir. Yine de akılda tutmak gerekir ki bunların her biri kompleks süreçlerdir. Çok fazla değişkenin dâhil olduğu. Hedef ve yol tespit etmek çoğu zaman mümkün değildir. Dinin muhkem dayanaklara sahip olması bu açıdan önemlidir. Tartışma ceteris paribus kadar basit bir bağlamda yapıldığından diğer faktörlerin de bu denkleme katılması gerektiği unutulmamalıdır. Bu olsa olsa çok önemli bir konuda sadece kısa bir düşünme olabilir. Yoksa hayati bir konuyu bu kadar zamanda bu kadar basit bir şekilde açıklamak mümkün değil.

En doğrusunu Allah bilir.

Adalet

Yasa ve kanunlarla sağlamaya çalıştığımız adalet için nihayet ilahî tamlamasını kullanarak huzur bulmamızı nasıl açıklamak gerekir? İnsanın âcizliği mi, fâniliği mi, tatminsizliği mi? Cevap ne olursa olsun arkada büyük bir düş kırıklığı var. İnsanlık tecrübemiz ve toplumsal kimliğimiz, bir şeylerin eksik olduğu duygusunu üzerimizden atmaya yetmiyor.

İletişim ağlarında boğulmadan önce belki daha kolay işleyen bir süreç vardı. Adalet ile ilgili bir talep ve ihtiyacı olmayan görece olarak işleyen düzenden memnun olabiliyordu. Ancak toplumsal bir tepki oluştuğunda ve birey de bir şekilde buna katıldığında sorun oluşuyordu. Yöneticinin başına buyruk davranışları, artan vergiler, uzun savaşlar, kıtlık ile beli bükülen insanların üzerindeki baskının merkezden başlayarak artması gibi etmenler söz konusu olabilirdi. Veya şehirde asayiş sorunları belirleyici olabilirdi. Yine de can ve onun yongası olan mal bir şekilde emniyette ve sürdürülebilir bir standarta sahipse, güven ortamı söz konusuyken adalet talebinin kitlelere yayıldığından bahsetmek zor olacaktır. Yine de akılda tutmak gerekiyor ki mikro düzeye çekildiğinde adalet ihtiyacı iki kişinin yan yana gelmesiyle oluşuyor. Tıpkı iktidar gibi değil, iktidar ile beraber. Çünkü iki kişinin birlikteliği ne olursa olsun bir iktidar doğurur. Hak ve sorumlulukların olduğu her ilişkide adalet talebinin olması kaçınılmazdır. Burada da bireysel ve toplumsal adalet arayış ve beklentisini ayırt etmek gerekiyor.

İletişim çağı demek ne kadar doğru emin değilim ama yoğunluğu anlatan bir ifade olarak kullanmak mantıklı olabilir. İşte bu çağda adalet arayışı ve talebi de bir miktar değişiyor. Çünkü söz konusu olan şey bireyin kendi ihtiyacı veya toplumsal olarak karşı karşıya bulunduğu şartların ötesine geçiyor. Bugün iletişim kanalları insanları sürekli olarak belli konularda görüş ve tavır bildirmeye zorluyor. Çevreci bir çocuk hakkında görüş bildirmemiz gerekiyor, enkazdan kurtarılan bir kedi için ağlamamız, asılsız bir video için histerik cümleler kurmamız. Yıllar içinde sinema, edebiyat, tiyatro, televizyon, gazete ve reklam araçları ile bellediğimiz kalıplar var. Teatral pozlar sahnede bile sırıtırken ve yanlış yerde yerilirken iletişim hayatımız en abartılı gösteriler ile daha bir anlam kazanıyor. En büyük tepkiyi vermek her zaman daha makbul. İşte tam da bu anda adalet arayışı ve ihtiyacı gerçek bir ihtiyaç olmaktan çıkıp kalıplar halinde sunulan bir ürüne dönüşüyor. İlgimiz olmayan konularda talep ve beklentiler içine giriyoruz. Adaletin bu dalgalanmada ilk sıralarda olması şaşırtıcı değil, en azından genel olarak gelir dağılımına, refah seviyelerine bakıldığında. Büyük adalet arayışı da bu sayede bir anlamda bir simülasyona dönüşüyor. Çağdan kendi payına düşmüş olanı alıyor. Sonunda kişi neye inanırsa inansın pozitif hukuk tükeniyor ve ilahi adalet bir şekilde sığınağa dönüşüyor.

En genel anlamıyla terazinin kefeleri arasındaki denge olarak tanımlanabilir adalet. Sabit bir nokta tespit etmek neredeyse imkânsız. Çünkü keskin bir sınırın tespit edilebilmesi için sayılamayacak kadar çok değişkenin bir arada hesaplanabilmesi ve hakkıyla karar verilebilmesi gerekir. Bu da insan sınırlarını epey zorlayan bir durum. Adaletin mutlak tecellisini ilahi olanda aramak bu yüzden anlaşılabilir. Yine de toplum hayatının devam ettirilebilmesi için bu dengenin kurulması gerekiyor. Kimse neden diye sormazken nasıl sorusu da öyle bir çırpıda cevaplanabilecek gibi değil. Belki de en önemli kısım nasıl sorusu cevaplanırken insanların maruz kaldıkları etkilerden kurtulamayacaklarını kabul etmek olacak. Dış etkenleri ve toplumsal normları sınırlamak ve yok saymak mümkün değil. Gerçekçi bile değil bu. Kim bilir belki doğru da değildir. Birer ayartıcı olduklarını varsaysak bile külliyen kötü olduklarını iddia edemeyiz bunların. O halde adaleti tesis etmek için bir noktadan başlayarak rasyonel bir düşünce sistemi kurmalı ve harekete geçmeliyiz. Teoride her şeyi çözen bu cümle ne yazık ki sayısız kişisel yenilginin gölgesinde kalıyor. Bireysel ve kitlesel hareketlerde bunun birçok örneği bulunabilir. Sonunda adaletin olmadığını, olamayacağını kabul etmemiz gereken bir noktaya gelmeden üçüncü bir yol bulmak mümkün. Bunun nasıl olacağını, nasıl ilerleyeceğini söylemek ise bir hayli zor.

Birey ve toplum olarak asgari düzeylerde varlığını devam ettirmek mümkün. Savaş, afet, kıtlık vs. tecrübeleri bunu gösteriyor. Yine de bunun sürdürülebilir olmadığını biliyoruz. Diğer yandan şu da sorulabilir: adalet olmazsa kıyamet mi kopar? Hayır, buna arabeskle cevap vermek gibi bir paçozluk yapmayacağım. Mevlana’dan bir söz de uydurmayacağım. Belki de bu endişe duyan insanların varlığı bizi onu tesis etmeye yaklaştıracaktır diye ümit etmeye devam edeceğim.

Sevgi

Sebebi Telif

Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız

belki dilimi çözer, aşkımı başlatırım

aşk yazılmamış olsa bile adımın üzerine

adımı aşkın üstüne kendim yazarım.

İsmet Özel.

Şair.

Fani.

Şiir veya özelde İsmet Özel hakkında bir yetkinliğe sahip olsaydım belki daha anlamlı şeyler yazabilirdim. Veya bu bahse girecek kadar cehaletim keskin olmazdı. Her hâlükârda acemisi olduğum tehlikeli bir yoldan geri durmuş olurdum. Sıradan bir okur yazar olarak ise ancak bana çağrıştırdıklarını anlatabilirim. Asıl anmaları olmadığını baştan kabul ve itiraf ederek. Ola ki gerçek ile bir paralellik hasıl olursa bu ancak talihin hoş bir cilvesi olur.

Sebeb-i Telif’i bir aşk şiiri kabul etmek mümkün mü? Ben Sana Mecburum dururken kim sevdiğine bu şiiri gönderir mesela? Gönderse bile aklı başındaki biri bu şiire bakıp da nasıl bir aşk, nasıl bir sevgi anlamı çıkarır? Kötü bir tercih olacağı çok belli. Çünkü ilk dize bile kendinden uzağa düşürüyor insana. Hakikat sandığının en iyi ihtimalle bir kopya olduğunu yüzüne çarpıyor. Devamında daha emniyetli bir yol da izlemiyor. İnsan yargılanıp duruyor kendisiyle. Peki sonunda nereye varıyor şair? Başladığı yerden çok uzağa değil aslında. Başkalarının aşkıyla başladığı hayata devam edebilmek için dilini çözmek ve aşkını başlatmak istiyor. Üstelik buna niyetlenirken en acı ihtimali ilk sıraya koyuyor: kendi isminin üzerine aşk yazılmamıştır. Belki biraz da kibirle buna niyetleniyor. Ama yine de sormak lazım, gerçekten sadece kibir mi bu? Hem ne sağlayabilir ki kibir onca yenilgiden onca engelden sonra?

Mesele hiçbir aşamasında açık ve basit değil. Şair de bu niyette değil zaten. Gittikçe karışsın düğüm istiyor âdeta. Hiçbir şey olmasa Königsbergli’yi yardımına çağırıyor. Bir aşk şiiri olmasın peki, ama durduk yere Kant ile kavga ediyoruz?

En başta söyledim, bu alanda bir yetkinliğim yok. Sıradan bir okur olarak ise İsmet Özel’i ayrı bir yere koymamın sebebi kendi varlığını ve duruşunu sürekli sorgulaması. Bu arayış onu hem şiir hem düşünce dünyamızda mümtaz bir insan kılıyor bana göre. Baktığı yerden olan biteni tarif ediyor ve kendine bir hedef seçiyor. Üstelik bu hedefi kendisinin olabildiğince uzağına koyuyor. Ne var ki bu uzaklık onu yıldırmıyor. Hakkında yazarken dizelerinin insanın zihnine doluşması gibi bir yan etkiye sahip maalesef. Belki de bu yan etki dediğim şey kendi şiirinde sağlam bir felsefi ve poetik yapı kurmasından kaynaklanıyor. Kendi ile açıklanan, kendi ile anlamlanan ve tamamlanan bir yapı.

Adının üzerine aşk yazılmamış bir adamın adını aşkın üstüne yazmaya azmetmesi ne demektir? Varlık sebebi olarak da aşkı zikretmişti ilk satırda. Aşk sevgi ile beraber anılıp tasniflere tabi tutuluyor. Birini yüksek şiddetli ve kısa süreli, diğerini düşük şiddetli ve uzun süreli olarak tarif etmek mümkün. Veya değil. Bundan anladığımı da iddia edemem. Ama şiirdeki aşk ifadesini sevgi kavramından uzakta veya farklı olarak okuyamıyorum. Bütün bir hayatın amacı haline gelecek bir uğraşı da anlık bir tutku olarak görmek makul gelmiyor.

Şiirin güzel yanı,varoluşu aşk temelinde bir hedef olarak belirlemesi. Şartlar nasıl oluşursa oluşsun, bir kul olarak her ihtimal kendisi için de mevcut. O da bu ihtimalleri kullanarak olması gerektiği yere göz dikiyor.

Yine de sormak gerekiyor: nedir aşk (sevgi)?