3 Kavram

Hacer Uyğur

3 Kavram: Özgürlük, Sevgi, Adalet

Özgürlük

Özgürlük nedir? Bence özgürlük, her şeyden önce, zihnin kalıplardan kurtulmasıdır. Bunun imkansız olduğunu söyleyebilirsiniz. Pek de haksız sayılmazsınız. Çünkü zihin kalıplar içerisinde düşünür. O halde özgürlüğe, zihnin kendi kalıplarını yapması, elden düşme kalıplardan kurtulmasıdır diyelim. Hayata baktığımız pencerenin konumuna başkalarının karar vermesine izin vermemek de diyebiliriz. Peki, bu nasıl olacak?

John Stuart Mill, Özgürlük Üzerine kitabında doğru bir düşüncenin bile üzerine düşünülüp, tartışılmadığı sürece dogma sayılacağını söyler. Evet, düşünmek ve tartışmak. Mutlak hakikat olarak gördüğümüz şeyler üzerine dahi. Zihnin kalıplardan kurtulması, kendi özgün biçimiyle var olması için gereken iki önemli eylem. Bunu yaparken başka fikirlerin de var olduğunu görür, bu fikirleri içselleştirmesek de varlıkları bakımından kabul ederiz. Tefekkür etmek ve tartışmalara girmek; bir şeyleri kabullenirken de reddederken de kendi yorumumuzu bulmamızı, böylece özgünlüğümüzü ve özgürlüğümüzü kazanmamızı sağlar. Bu sayede başkalarının özgürlüğüne alan açmamız mümkün hale gelir.

Ancak bize verilenin dışına çıkmak pek kolay değildir. İçinde büyüdüğümüz kalıp yargılar, izlediklerimizle, dinlediklerimizle karakterimizde fark ettirmeden oluşan değişimler, genellikle bize kendiliğinden bir dünya görüşü verir. Nelere maruz kaldığımız, nasıl biri olduğumuzu büyük ölçüde etkiler. Bu da bir çeşit tutsaklıktır. Eğer içinden sıyrılmayı beceremezsek farkında bile olmadan bu hapishanede yaşar gideriz. Fakat bizim hem insan olarak hem de kul olarak görevimiz, farkına varmaktır. Tefekkür, farkındalığı; farkındalık, eylemi gerektirir. Yani sadece farkındalıkla özgürlüğün elde edilebileceğini ima etmiyorum. Özgürlük, kazanmamız gereken bir ayrıcalıktır.

Düşüncenin özgürlüğünden bu kadar bahsetmemin sebebi, bedenin özgürlüğü için de düşüncenin özgürleşmesi gerektiğine inanıyor olmam. Bedenin özgürlüğü nedir? Aslında bu kavramla da sadece duvarların arasındaki bir tutsaklıktan kurtulmaktan bahsetmiyorum. Kastım yalnızca güzellik algısının etkisiyle bedenlerimize ettiğimiz işkenceler de değil. Sömürge altındaki bir devlette yaşamıyor olmak da tek başına karşılamıyor bu kavramı. Hepsi dahil elbette içine. “Sadece zihinde kalmayan, eyleme dökülen, her türlü tutsaklıktan kurtulma faaliyeti” diyebilirim sanırım.

Nasıl ki zihnimizdeki inşa edilmiş kalıpların içinden sıyrılmak için önce farkındalık gerekiyorsa bedenin özgürlüğü için de önce tutsaklığın farkına varmak gerekiyor. Mesela asimile olduğunu anlamak için özünü kaybettiğini fark etmeli. Malcolm X gibi. Ya da standartlara uymak için kendi doğrularını görmezden geldiğini anlamak, önce neyin senden ve neyin standartlardan olduğunun ayırdını yapabilmeyi gerektiriyor.

Peki, farkındalık her zaman bedenin özgürlüğünü sağlar mı? Hayır. Elimizde olmayan, tek başımıza düzeltemeyeceğimiz pek çok şey var. Ancak eğer farkında olmazsak, düzeltme şansını en başta kaybederiz.

Özetle, düşünmeli, yeni bakış açılarıyla karşılaşmalı ve tutsaklığımızın farkına varmalıyız. Her türlü tutsaklığımızın… Bunun ardından değişim bazen kendiliğinden gelir. Bazen çabalarımızın sonucunu görecek kadar hızlı bir değişim olmayabilir. Ama özgürlük, zihnin özgürlüğü de bedenin özgürlüğü de, kolay elde edilen bir şey değildir zaten. Tutsaklık bilindiktir, rahattır genellikle. Özgürlükse konfor alanından çıkmanı talep eder. Bu da cesaret ister.

Sevgi

Üzerine pek kafa yormadığımız, “seviyorum” deyince hakkını verebildiğimizi düşündüğümüz, başkalarından yeterince görmediğimizden yakınıp durduğumuz, fazlasıyla basitleştirdiğimiz karmaşık bir duygu.

Sevmek mekanizması içimizde var olsa da, bir dili öğrenmek gibi sevmeyi de öğrenmek gerekir. Bizi seven insanlar bize nasıl sevileceğini öğretirler. İlk insani ilişkilerimizden, karakterimizin dışarıdan etkilenmeye karşı yüksek savunmalar geliştirdiği yaşlarımıza kadar sevmeyi ve bu sevgiyi göstermenin yollarını öğreniriz. Önce aile, sonra arkadaşlar ve sonra romantik ilişkilerde sevmeyi ve sevilmeyi deneyimleriz. Peki gerçekten böyle midir? İlişkilerde sevgi nasıl bir rol oynuyor?

İnsan türü olarak bencilliğimiz bilinmeyen bir şey değil. Hayatımıza yerleşen, kendimizden daha büyük çaba ve fikirler olmadığı sürece de bu bencilliği aşmamız oldukça zor. Çünkü “ben” odaklı yaşamak çok kolay, özellikle de bireysel bir hayat yaşamanın diğer insanlara tahammül etmekten çok daha kolay bir hale geldiği bu dönemde.

Bu ben odaklı yaşam sevgiyi de etkisi altına alarak gerçek formundan çıkarıyor. “Sokaklardaki insanlar sevmek değil, sevilmek istiyor,” diyordu Mustafa Ulusoy bir kitabında. Herkes, fıtratı gereği, sevilmeyi isterken, çok az insan sevmenin gerektirdiği zahmete katlanmayı göze alıyor. Birini gerçekten tanımak için gösterilecek çaba yerine yüzeysel ilişkilerin geçici tatminleri yeğleniyor. İnsan insanın aynasıdır. Biz ise yansımamızı görmeye çalışmak yerine siluetimizle yetiniyoruz. Ancak istediğimiz bu da değil. İstiyoruz ki karşımızdakinde kendimizi –sevgiyle yoğurulmuş halimizi- görelim ama bizim onu yansıtma zorunluluğumuz olmasın. Karşımızdaki de bizim gibi olduğu için bu durum pek planladığımız gibi ilerlemiyor. Bu da insani ilişkilerde hayal kırıklıkları yaşamamıza, kendimizi geri çekmemize neden oluyor.

Nedir bunun çözümü? Tabii ki sosyal medya (!). Kendimizi en sevilebilecek halimizle yansıtıyor, bunun da ötesinde o yansıttığımız halimizle seviyoruz. Hal böyle olunca da oradaki beğenilerle avunmak durumunda kalıyoruz. Gerçek sevginin kalpte bıraktığı sıcaklığın yerini içi kırmızıyla boyanmış kalpler alıyor. Öğrendiğimiz ilişki modelleri de yerini bu kolay yola bırakmaya başlıyor. Bu yüzden, yalnızca uğrunda çaba harcanan sevginin açabileceği kapılar tek tek yüzümüze kapanıyor.

Oysa hepimiz sevgiyi bir yerlerden tanıyoruz. Aşinayız ona. Vereceğimizden çok daha fazlasını alacağımızı, bazen hayal kırıklığına uğrasak bile sevmenin iyileştirici gücünün yine kalbimize iyi geleceğini biliyoruz. Belki bu yüzden tam olarak görmezden de gelemiyoruz onu. Farklı formlarda da olsa, eksik de olsa hayatımızdan çıkaramıyoruz. Belki de sevgi uğruna yaratılmışlar olarak, sevmekle mükellefler olarak içimizdeki sevginin önünde duramıyoruz. Ama ona hakkıyla da sahip çıkamıyoruz.

Dedim ya sevgi karmaşık bir duygu. Varlığı da yokluğu da insanı karmaşıklaştırıyor. Hayatını baştan sona farklı bir hale sokuyor. Bu derece önemli bir kavramın hayatımızdaki karşılığını, ona harcadığımız çabayı tekrar gözden geçirmekte fayda var. Kim bilir? Belki de aradığımız cevapları burada bulabiliriz.

Adalet

Dünya üzerinde kurulmuş hiçbir sistemin sağlayamayacağı düzen. Neden? Çünkü insan değişkendir. Fikirleri, arzuları hatta karakteri zamanla başkalaşır. Ne zaman adilane bir sistem kurulmaya çalışılsa bunun önündeki en büyük engel yine insanın kendisi olur. Gücü elinde tutanlar bir süre sonra güçsüzlük zamanlarını unuturlar. Adalet isteyenler bir süre sonra adalet anlayışlarını değiştirirler. Hatta, halkın adalet anlayışı bile sabit değildir. Bir dönem genel görüşün adil saydığı bir şey zamanla zulüm olarak nitelenebilir.

Belki de bunun nedeni adil olanı neye göre ölçtüğümüzde yatıyor. Rasyonel bir şekilde düşünebiliyor muyuz gerçekten adaletin ne olduğu hakkında? Güzel bir kızın, yakışıklı bir erkeğin ölümüyle sokaklarda yaşayan bir insanın ölümüne aynı gözle bakabiliyor muyuz mesela? Katiline aynı nefreti besleyebiliyor muyuz?

Peki, yasaları koyanların her noktada adaletli bir bakışa sahip olduğundan emin miyiz? Bunun da ötesinde, zamanın ruhuna göre değişen yasalarla adalet nasıl sağlanabilir? En basitinden idamın varlığı ve yokluğu bile adalet anlayışımızı yeniden yazmaya yeterli değil midir? Bu durumda, değişen görüşler ve değişime uyum sağlayan adalet anlayışları yerine her daim adaleti sağlayacak bir düzene ihtiyaç vardır. Bu düzen de insanı her şeyiyle en doğru şekilde tanıyan bir makamdan gelmeli, bu makam kendi gücü ve çıkarları uğruna zalime zalim demekten ve gereken cezayı uygulamaktan geri durmamalıdır.

Şimdi, sistemlerin değişkenliğini bir kenara bırakalım ve adaletin başka bir boyutunu düşünelim. Eylemlerin büyüklüğü ve sonuçların yeterliliği boyutunu. Binlerce insanın ölümüne sebep olan kişilere verebileceğimiz, yaptıklarının karşılığını verdiğimizi düşündürecek bir ceza var mı dünya üzerinde? Ya da bir insan, işlediği katliamın ardından kendisini öldürdüğünde mesela, artık yaşamıyor olması yeterli bir ceza mıdır? Kazandıkları paralarda binlerce aç insanın hakkı olanlara karşı elimizden ne gelir? Demek ki, sistemlerimiz bazı durumlarda adaleti sağlama yetkinliğinde değil. Elbette adil olmak için elimizden geleni yapacağız. Sonuçta biz Adil olanın dünyadaki halifeleriyiz. Ancak adaletin burada tamamen yerini bulacağını düşünürsek hayal kırıklığına uğrayacağımızı düşünüyorum.

Belki bu yazı dünyadaki acılara daha çok odaklanmalıydı. Suriye’den, Filistin’den, Doğu Türkistan’dan bahsetmeliydi mesela. Ya da hepimizin çevresinde bir şekilde görüp duyduğu, çocuklarının karnını zor doyuran insanlara, para kazanmak için çöpten karton toplaması gerekenlere, çocuk yaşta sokaklarda dilencilik yapanlara odaklanmalıydı. Ve bu insanların ne kadar adaletten uzak bir dünyada yaşadıklarından bahsetmeliydi.

Ama benim fikrim, bireysel çabalarımız çok önemli de olsa, adalet fikrimizi ve adaleti sağlamak için temel aldığımız şeyleri ne kadar sağlamlaştırırsak insanlara yardım etme yolunda o kadar ilerleyeceğimiz yönünde.