Velev Ki Özgürüz

Yasemin Karabacak

“Özgürlük kişinin kendi istediğini yapabilmesidir ” diye başlar bütün tarifler. Tabi “karşısındakinin özgürlüğünün başladığı yerde senin özgürlüğün biter.” diye de devam eder. Bu durumda mutlak özgürlükten bahsetmekten aslında hayal olur.Çünkü birinin sınırsız özgürlüğü diğerinin özgür olmayacağı anlamına gelir. X kişi diyelim bir otobüste ki tüm koltukları aldı ki bunu yapma özgürlüğü var y kişisi o otobüse binemediğinde y için özgürlükten bahsedemeyiz.. Yani birinin istediğini yapması diğerinin yapmaması anlamına gelir. Her eylem diğerini dolaylı olarak engeller. Bu durumda özgürlük kısıtlı olacağı için, kısıtlı olana da özgürlük diyemeyeceğimiz için belki de özgürlük dediğimiz şey ancak tercihlerimiz olabilir. Mevcut olanın içinden bize uygun olanı seçmek.

Dedim ya başkasına değdiği an biter, sorumluluklarımız devreye girince biter, verilmiş sözlerle biter. İçinde bulunduğumuz bir kafestir aslında özgürlük. Yada kendi çemberinin içinde dönen hamster gibiyiz aslında. Kimimiz için özgürlük o çemberde dönüp dururken şarkı söylemeyi becerebilme cesaretidir.

Bireysel özgürlük kavramı bu yüzyılın başlarında hayatımıza girdi. Bizden öncekiler için özgürlük vatanın kayıtsız şartsız bağımsızlığı olarak anlaşılıyordu. Benim annemin hayatı boyunca özgürlüğü cümle içinde bile kullanmadığını düşünüyorum. Kendi evinde kendi çevresiyle birlikte el âlemi kızdırmadan yaşayabilmeleri onlar için kazanılmış haktı. Sonra önce ekonomik özgürlüğü soktular hayatımıza. Özellikle kızlar ekonomik olarak bağımlı olmasın dediler. İlk başta masum görülen bu istek giderek güçlü ama yalnız bireyler yarattı. Paranın açamayacağı kapı yoktu öyleyse o kapı için gerekli anahtarı almak için daha çok daha çok çalışmalıydın. Bu seferde zamanı kullanma özgürlüğün gitti elinden ama olsundu. Tabii o paranın yeterli bir miktarı yoktu o halde daha da daha da mücadele etmen gerekiyordu. Aynı yıldız altında birlikte gökyüzünü bile seyredemedi insanlar. Çünkü parası çok olan gelip satın aldı senin adalet özgürlüğünü, sağlıklı olma özgürlüğünü, eğitim özgürlüğünü vs..

Fikir özgürlüğün var ya diye avuttular bu sefer insanları. İstediğin dine inanır, istediğin inancı savunabilirsin. Tabi bu da ana akımın istediği şekilde vardı. Ancak onlar kadar düşünebilirsen özgürdün. Yoksa Galileo’ yu mahkemeye götüren süreci nasıl açıklarız mesela. Ya da daha birkaç yıl öncesine kadar kadınların inançlarından sebep okullardan, iş hayatından uzaklaştırılmasını. Tam tersi mantıkla terör örgütlerinin katliam yapmasını ,yakıp yıkmasını.

Rus devrimi sırasında devrimin başarıyla sonuçlanması sonrası yolun ortasında yürüyen kadının polisin ‘Bu doğru değil. Yolun ortasından yürüyemezsiniz.’ uyarısına “Artık özgürüz.” Diye bağırdığını okumuştum bir yerde. Bu özgürlüğün en güzel tanımı aslında. Nerede yürümen gerektiğin sana çizilen sınırlar içindedir. Asla o yolun ortasından yürüyemezsin o düzeni asla bozamazsın.

Yani özgürlük sorumluluktur. “Özgürlük insanın sadece kendi iradesini ortaya koyması , onu gerçekleştirmesi demek değildir; özgürlük daha çok bizim başkalarının varlığını tasarlayabilme gücümüz ,başkasını başkası olarak kabul etme gücümüzdür.” der’ Rüya sakinleri’ kitabında Irıs Murdoch. Bu durumda özgürlük toplumsal ve bireysel rüşttür. Kendini ve diğerini düşünebilme yeteneğidir. Ve sınırsız özgürlük sadece Allah'a mahsustur denebilir öyleyse.

SEVGİ EMEKTİ..

Günlük yaşamda en çok kullanılan sözcüklerden biri de sevgi sözcüğü olmalı. Sık sık duyar ya da okuruz; “…İnsanlar sevmeli birbirlerini…”; “…Her işin başı sevgi…”; “sevelim birbirimizi, sevgi gibisi yok…” Bırakın başkalarını, aynı ailedeki iki kişinin bile birbirlerini sevmeleri hiç de öyle kolay değilken, sanki sevgi alanı özerk bir yalanmış da nedenselliğe bağlı değilmiş gibi, ikide bir sevmeyi öğütleyen sözler söylenmesi, bir sevgi susuzluğunu mu dile getiriyor acaba? Kim bilir, belki de?

Sevgi konusunu içgüdüsel sevgi (annenin çocuğuna olan sevgisi) ya da aşırı kör sevgiyle (aşk, sevi) değil de pek, karşılıklı doğal ilişkiler içinde oluşmuş bilinçli diyebileceğimiz bir sevgiyle, böyle bir sevginin içeriğini, nedenlerini, koşullarını anlamaya çalışarak irdelemek en doğru yol tabi. Gerek karşı cinse duyulan aşk, gerek aşırı anne duygusallığı, içlerinde yoğun sevgi öğeleri taşır görünseler de, bilinçsel bir körleşmeyi çağrıştırıyorlar hep. Sözgelimi, “çok aşık”(!) biri, kendisine yüz vermeyen “sevgili ”sini(!) öldürebiliyor. Gerçekten seven öldürebilir mi? Para vermediği için oğlu tarafından bıçaklanmış bir anne, “Oğluma bir şey yapmayın…Affettim onu ben,..” diye bağırabiliyor sedyeyle hastane kapısından içeri sokulurken. (Yıllar önce, bu görüntülü haberi televizyonda izlerken, “bir annenin kendi çocuğundan gelen en ağır acıları bile sevmesi, mazoşizm değil de ne, bu nasıl sevgi?” diye düşünmüştüm.) Çok uç örnekler olsalar da bunlar, gerek içgüdüsel sevgiye, gerek aşk dediğimiz kör sevgiye ilişkin ipuçları verebiliyorlar bize. Peki sevgi nedir?

100 kişiye sorsak tek popüler bir cevap alırız herhalde “Sevgi emekti.” (Türkan sultana saygılar olsun buradan.) Sevgi emek ister doğru sevilen için fedakarlıklar, incelikler yapmanız gerekir. Sevildiği hissetmeli insan çünkü hissetmediği yerde durmaz. Sevgisizlik mutsuzluğa neredeyse eşittir.

Ama sevgi edilgen bir eylem olmamalıdır, bir şeyin içinde olabilmektir.. Sevgi vermektir, almak değil. Bir tarafın sınırsız hoşgörüsü ve fedaları,içinde biriktirdiği öfkeye dönüşebilir zaman içinde.” Öyle çok seviyorum ki” kolayca “öyle nefret ediyorum”a dönüşebilir böylece.

Yemek içmek bedenin temel ihtiyacı ise, sevgi de ruhun büyüme hormonudur. Ruhun eksik parçalarını sadece sevgiyle doldurabilirsiniz. ‘Babanın şefkati, annenin merhameti, dostunuz yardımı, sırdaşlığı vs. Ve sevgi açlığı kavramı girer burda devreye. Birçok toplumsal olayın sorumlusu, psikologların kapısını aşındıranların derin yarasıdır bu. Çünkü sevginin kapatamayacağı yara yoktur.

“Beni böyle sev seveceksen “ der Orhan Gencebay bir şarkısında. Rol yapmadan, maskelere bürünmeden kolayca alışmalı insanlar birbirine. Biri için değişmek insanın kendine yapacağı en büyük ihanettir. Onla var olan kimlik onsuz hiçliğe dönüşür. Tanıyamaz olursun kendini.

Sevgi ilahi bir lütuftur insana. Sevmek Allah’tandır.” Seni, seni sevenin sevgisini seni sevdirecek amelleri nasip et Allah’ım.” diye dua ederiz mesela. Yaratılanı hoşgörürüz yaratanın hatırına. Küçük prensin dediği gibi “Ölene kadar sorumlusun; gönül bağı kurduğun her şeyden”. Sevgiyle muhabbetle yaşayalım diye gönül bağları kurmalıyız. Ne güzel.

Neşet ustanın dediği gibi” Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez.”

Ya da “Sevelim sevilelim bu dünya kimseye kalmaz.”

HASSAS DENGE

En basit tabiriyle haklının hakkını vermektir adalet. İnsanlık tarihi boyunca tartışmaya açık olmuş konuların en başından gelen adalet kavramı uygulamada en çok hatayı da barındırmaktan geri kalmaz. Gerçekte adalet insanın nasıl davranması gerektiğini gösteren “ahlaki bir mesele”; kimi zaman vatandaşların toplum önündeki duruşunu ve haklarını gösteren “hukuksal bir mesele” ; kimi zaman devletlerin diğer devletlerle ilişkilerini düzenleyen “politik bir mesele”; insanların diğer insanlarla ilişkisini düzenleyen “sosyolojik bir mesele”; toplumdaki bireylerin yetişmesinin nasıl olacağını ,ne kadar olacağını gösteren “eğitimsel bir mesele” olarak karşımıza sürekli çıkan kavramdır. Eşitlik değildir. Zıttı zülümdür.

Tüm dinlerin kutsadığı erdemlerin başında gelir adalet.” Adil olun. ”der Rabbimiz .”Boynuzlu koyun boynuzsunuzdan hakkını alacak.” hadisini mutlaka duymuşuzdur. Adaleti uygulama görevini çoğunlukla devlete yıkmışız gibi görünüyor. Eksikliğinden bu kadar çok şikâyetçi olmaktan bundan kaynaklanıyor sanırım. Hâlbuki biz hayatımızda ona gerektiği kadar yer verebilseydik ,onu içimize yeterince alabilseydik bu kadar uzaklaşmazdı bizden. Herkese eşit davranamayız belki ama herkese adil davranmak zorunda olduğumuz bilincine sahip olmamız gerekiyor. Burada da karşımıza hakkaniyet kavramı çıkıyor bu kez. Çünkü bir öğretmen olarak İngilizcesi zayıf olan bir öğrencinin başarılı tek bir sözcüğüne verdiğimiz artı puan ile derslerde zaten iyi olan bir öğrencinin tüm kağıdını didiklememiz eşit değildir ,adildir ama hakkaniyetli midir tartışılır. Kişinin vicdanıyla karşının hakkının korunması arasındaki dengedir hakkaniyet.

Aslında” Adalet ölüm gibi olmalıdır. Herkese eşit davranmalıdır.” Bu konuda söylenmiş en güzel tanım bence. Toplumdaki tüm bireylerin yaşaması için ihtiyacı olan en temel soyut düşünce adalet. Çünkü ne kadar zayıf, fakir vs. olsan da en azından ilahi adaletin senin hakkını alacak düşüncesi toplumda ki birçok isyanı oluşumunun engelleyebilir. Zayıfların daima talep ettiği ,güçlünün pek umurunda olmadığı bir olgudur adalet. Çünkü özellikle az gelişmiş ve ekonomik anlamda sıkışmış bir toplumda kuvvet ve para birçok kavramın önüne rahatlıkla geçebilir. Böylelikle adalet bir kadın adı olmaktan öteye gidemez.

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidayet üzerine yaşadığınız sürece, sapıtan kişi size zarar vermez. Hepinizin dönüşü Allah’adır; size bütün yaptıklarınızı bildirecektir.”

Görüldüğü gibi Allah önce insanın kendinden bekler iyiliği. Doğru ve dürüst olan yani dengede kalan insan topluluklarında adaletsizlik yoktur. Kendine acımayan, kendini tanımayan başkasına da merhamet etmez. İnsanlar arasında ki adalet fertlerin ancak kendilerini sevmesi, kendini geliştirmesiyle mümkün olacaktır. Adaletten önce ahlak gelir çünkü sen kendin için istemediğini başkası içinde istememelisin. Çünkü Efendimiz Hz. Muhammed(SAV) gibi “Hırsızlık yapan kızım Fatıma bile olsa elimi keserim. “ diyebilmeli insanoğlu. Yada “Fırat’ın kenarında gezen bir koyunu kurt kapsa hesabı benden sorulur . “ diyebilmeli hüküm verenler. Çünkü Allah el Adl. dir ve haksızlığa uğramış kul muhakkak alır hakkını bilinmelidir. Adalet mülkün temelidir ama dinde onun bekçisidir. Ve Allah muhakkak ki intikam alanların en hayırlısıdır.

,