Uzun Bıçaklar Gecesi

Yakup Karahan

"Dünyanın bilgisi kedilerdedir."

Bunu bir kitapta okumadıysam, askerlik anılarında Kırım Harbi'nden Kore Savaşına kadar her gazadan bir şeyler anlatan Şevket dedemden duymuşumdur.

Napolyon, derdi. İki parmak kalınlığındaki kaşlarını iyice indirerek, ne kadar şaşırdığımızı ya da inanıp inanmadığımızı yoklar ve eklerdi: İskenderiyeyi muhasara ettiği vakit, yanı başındaki hademeleri tahterevan üstünde alaca bir yumağa benzeyen bir kedi taşıyordu. Ne zaman ki Türk Ekrem diyet olarak dokuz cami yaptırmaya ahtedip o sinsi melunu yok etti, Frenk keferesi daha da iflah olmadı.

Dedeme inanmalıydık. Daha doğrusu dedemin kediler hakkındaki hükmüne ve Felis Efendi'nin öğütlerine.

Dünya kurulduğundan beri bizim kasaba burada böyle çeşmesiyle, kasabıyla, eviyle, camisiyle durur. Yani Adem babamızla değilse de torunuyla emsaldir. Gelgelelim son zamanlarda bu köklü beldenin üstünü karanlık bulutlar sarmıştı. Önce muhtar Refet Abi delirdi. Çünkü bir yaşındaki oğluna kalp lazımdı. Yoksa oğlu ölebilirdi. Oğlunun ölmemesi için kalp nakli gerekiyordu. Bu bir başka çocuğun ölmesi anlamına geliyordu. Muhtar Refet Abinin oğlunun yaşaması için başka bir çocuğun ölmesi gerekiyordu. Ama o çocuğun da annesi babası vardı. Onlar da evlatlarının yaşamasını isterdi. Eğer o çocuk ölmezse bu sefer Refet Abinin oğlu ölecekti. Refet Abi sonunda delirdi. Çünkü çocuklar ölüyordu. Muhtarlığın önündeki eniklere süt koyarken böyle diyordu.

İkinci olarak iki tanesi bir asansör kabinine sığamayan evde kalmış üçüz kızlar kayboldu. Kaçırılmış olamazlardı, zira arzın üzerinde bileklerini bükebilecek bir delikanlı yoktu. Her biri Zaloğlu Rüstem gibiydi.

Bu iki olaydan sonra boşanmalar, vefatlar, kayıp ve afetler eksik olmadı. En son güvercinlerin kasabamızı -çok af buyurun- umumi hela olarak kullanmaya başlaması bardağı taşırdı. Bardak taşınca noldu diye sorarsanız, hiçbir şey olmadı. Sadece bir şeyler yapmayı düşünmek gerektiğine kani oldum. Erik ağacına çıkıp düşündüğüm saatlerde işin içinden çıkamayınca Fatma Halaya müracaat ettim. Kapının önünde Refet Abi'nin hanımıyla, ikisi bir asansör kabinine sığamayan evde kalmış üçüz kızların annesi bekliyordu. Sıraya geçtim. Önümdekiler girip, sırları dişlerinin arasına konmuş gibi elleriyle ağızlarını kapayıp müvesvis ve temkinli çıktıktan sonra ben girdim.

Beni görünce üç dişi meydanda sırıttı Fatma Hala.

-Nerelerdesin lan at hırsızı?

-Sorma Hala. Kasabanın halinden sebep inzivaya çekildim.

-Senin inzivana üfleyim kerkenes. Ağaç tepesinde röntgen mi çekiyon be yavşak.

Durumumuzu biliyordu. O yüzden direkt ne yapmak gerektiğini sordum. Birden ciddileşip camdan dışarı çevirdi gözlerini. Neyi nasıl söyleyeceğini bilemiyormuş gibi uzun süre öyle durdu. Sonra kalın, çatallı sesiyle bir sır veriyormuş gibi eğilip mırıldandı:

-Vaziyetin ehli ben değilim.

Onu ilk kez bu kadar çaresiz görüyordum.

-Kimdir peki hala? Birden sırtını dikip göğsünü yükseltti, başını tavanın köşesine dikip,

-Yaşayan en bilge kişi. Bilimum beşeriyetin, hayvanatın ve sair birçok alemin esrarına dip köşe vakıf biri: Felis Efendi.

-O bilge zatı nerede bulabilirim peki?

-Sıkkinizade Erol Bey konağında. Nutkum tutuldu. Oraya girme cesaretinde bulunabilmiş birini hiç tanımamıştım. Gheorge Hagi imzalı topum o konağa kaçınca bile gidip almayı aklımdan geçirmemiştim. Ama şimdiki durum Karpatların Maradonasının ıslak imzasının sağladığı gururdan daha hayatiydi. Muhtar Refet Abi, ikisi bir asansör kabinine sığamayan evde kalmış üçüzler, kasabanın hıfzıssıhhası ve daha bir sürü zaruret…

-Tamam, dedim kendimden emin bir sesle. Oraya gideceğim. Şüphesiz oraya gitmekle bitmeyecek bu iş. Ama birinin elini taşın altına koyması gerek.

-Yarın gitmeden önce bana uğra. Felis Efendiye götüreceğin hediyeyi vereceğim sana.

Ertesi sabah Fatma Hala elime kıloşla örtülü genişçe bir tabak verip beni uğurladı. Sıkkınizade Konağının önüne gelene kadar hiçbir şey düşünmedim. Fakat bahçenin önünde durup bel vermiş, sarmaşıklarla kaplı duvarı, bin yıldır kapalı duran paslanmış kapısı, ebediyete kapalı iki gözü andıran cumbaları ve insanı kaynağı belirsiz bir esintiyle ürperten atmosferiyle karşılaşınca dizlerim titremeye başladı. Titrememin geçmesini beklemeden kendimi bahçe kapısına attım. Sürgüyü açıp sağa sola bakmadan hızlıca selamlık kapısına yürüdüm. Çürük kapı ağır ağır gıcırtıyla açıldı. Tek isteğim kelime-i şehadet getirmek için fırsat bulmaktı. Görünürde kapıyı açan kimse yoktu. Arkama dönmek isterken vazgeçtim. Ağır ağır ilerlerken etrafa göz gezdirmekten kendimi alamıyordum. Yerde ayağımın dibinde, kalın toz tabakasının keçeli kalemle atılmış parafın ihtişamını örtmeye yetmediği topum.

İçeri odadan bir kedi başını uzatıp patisiyle beni çağırır gibi bir işaret yaptı. Sonra gerisin geri döndü. Onu takip ettim. Beraber sapsarı fakat çok güçlü bir ışığın aydınlattığı bir odaya girdik. Felis Efendi dip tarafta kızıl pösteki serili bir tümsekte kurulmuştu. Işığın odaya kattığı güvensizliğe rağmen, Efendinin kurumu, pırıl pırıl tüyleri, ihtiyar bakışları üzerine yığılmış kıvrımlı alnı bir itimat havası oluşturuyordu. Bir kedi ne kadar ihtiyar görünebilirse o kadar ihtiyar görünüyordu. Sağ yanında yerinden kalkmaya hiç istekli görünmeyen besili hantal bir sıra kedi, sol yanındaysa, pis pasaklı, tüyleri dökülmüş, gözleri ya çarpık ya da kör bir sıra kedi dizilmişti. Yaklaşıp tabağı Felis Efendi’nin önüne bıraktım, kıloşu kaldırıp tabağın kenarına dayadım. Hafif kızartılmış bir tabak ciğerden ince bir duman yükseliyordu. Sağ tarafındakileri bir pati işaretiyle buyur etti. Onlar ciğer parçalarını yutarken bana baktı:

-Sual, dedi tiz fakat oturaklı sesiyle.

-Siz kimsiniz? diye sordum.

-Ben Felis. Dünyaya ait her şeyin aklında mahfuz bulunduğu büyük bilge. Dünya Kediler Konfederasyonu başkanı. Sağımdaki ordu Hantallar, görevleri tefekkür etmektir. Ah bir de konuşmaya üşenmeseler. Solumdaki ordu Pasaklılar. Onlar da asayişe dair malumat toplarlar. Sesini yükseltip, sual, dedi tekrar.

-Başımıza gelenler…

-Hepsi malumumuzdur, diye kesti lafımı. Dahası müsebbibi de biziz. Bu sefer o söylemeden ben sordum:

-Sebebi nedir peki?

-İntikam, dedi. İntikam. Dünyanın dört bir yanında kedilere karşı yürütülen mezalime karşı, eş zamanlı bir eylem planı kararı aldık. Bu çerçevede kasabanızdan da birkaç kilit isim belirledik. Bunlardan biri Refet. Uzaklara dalar gibi oldu bir an. Muhtarlık gibi kritik bir konumda olması bir tarafa, daha küçük bir veletken onun elinden neler çekmiştim. Ahh. Hatırlamak dahi hüzne boğuyor beni. Ona çocuğunun yeni doğduğu sıralarda en sevimli üyelerimizi gönderip kendimize alıştırdık. Zamanla bizlere karşı bir merhamet ve zaaf kazandırdık ona. En büyük hamilerimizden olan Ebu Hureyre gibi, insanlardan uzaklaşmaya başladı ve tefekküre daldı. Fakat tefekkür için gerekli asgari malumattan yoksun olduğu için iş yapamaz hale geldi. Ebenin kızları, hani şu ikisi bir asansör kabinine sığmayan evde kalmış üçüzlere ise, erkeğin peşinden gitme ilhamı verdik. Nasiplerini aramaya gittiler. Her gece ölüm rabıtası yaptığını sanan Şerif Hocaya ölümün ne olduğunu anlatmak için Pasaklılardan bir kardeşimiz kendini feda etti.

-Ulu Felis Efendi. Bizlere acıyın, daha ne kadar sürecek bu hınç.

-İnsanlar adil öğrenmeyi öğrenene dek, diye gürledi. Havaya kaldırdığı ön patisinin tırnakları ışıldadı.

-Ama biz adiliss..

-Hayır! diye kestirdi. Adalet hakkını arayana değil, hakkını aramak için sesini çıkarmaktan aciz olana tesir etmeli. Nasıl ki isteyene sadaka vermek herkesin harcı, mesele isteyemeyene vermek. Bu adalet bahsinde de bu böyledir.

-Peki, dedim güvercinlerin saldırısı.

-O konu da malumumuzdur. Fakat kendileriyle yüzleşmende fayda var.

Güvercinlerin önderinin adresini alıp çıktım. Yakup Karahan