Uzun Bıçaklar Gecesi

Büşra Baysal

Havalar gittikçe üşüyordu. Doğa gelinliğini giymişti. Bundan memnundu ama tir tir titremekten de kendini alıkoyamıyordu. Bu sıralarda takım elbiseli bir adam, kalbinin kiriyle bembeyaz karları pislete pislete ormanın derinliklerindeki eve doğru ilerliyordu. Bu adam dünyadaki en duygusuz kişi olabilirdi. Ama yüzüne her türlü maskeyi takmakta o denli ustaydı ki hiç kimse adamın onlara yansıttığı kimliğinden şüphelenmezdi. Hatta o denli biçimli bir suratı vardı ki görenlerin bir daha unutamayacağı cinstendi. Onu unutamamak sonunuz olabilirdi. Çünkü onun elinin değdiği yerde iyiliğe ve güzelliğe ait bir zerre bile barınamazdı. Bu adamın kendi kimliği dışında farklı kimlikleri de vardı.

************

Rüzgâr, yamalı pantolonunun üzerine türlü tevir lekelerin olduğu bir kazak, kazağın üstüne de yırtık pırtık bir mont giymişti. Sokakta o kadar hantal yürüyordu ki arkadan gelen arabalar durmadan korna çalıyorlardı. Kafalarını camdan çıkarıp "Yürüsene be adam, kaplumbağa mısın sen bu ne yavaşlık!" gibi sözlerle Rüzgâr’a saydırıyorlardı. O ise hiç istifini bozmadan ağır ağır yoluna devam ediyordu. Sonra yolun bitiminden sağa döndü ve köşedeki bakkala girdi. Ekmek dolabından bir ekmek aldı, cebinden bozuk paraları çıkarıp bakkalcının önüne koydu ve evine geri döndü. Rüzgâr kimin yanından geçerse o kişi hemen burnunu kapatıyordu. Çünkü Rüzgâr bir hayli pasaklıydı. Kıyafetlerini hiç değiştirmezdi. Tabii yaz olunca kazağını çıkarır yerine bir yaz boyunca üstünde olacağı tişörtünü giyerdi. Evinin her yeri çöp doluydu, hiçbirini atmazdı. Kirli bulaşıklar mutfak tezgâhında kurtlanırdı. Apartmandakiler onu sık sık yöneticiye şikâyet ederdi ama bundan bir sonuç alamazlardı. Bilmezlerdi ki apartman zaten Rüzgâr’ındı. Ama hepsi bir şeye çok şaşardı bu kadar muazzam bir yüze sahip birisi nasıl olurdu da berduş gibi etrafta gezerdi? Rüzgâr bazı zamanlar ortadan kaybolur uzun bir süre de etrafta görünmezdi. Geri döndüğünde ise eskisinden daha temiz görünürdü insanların gözüne.

Bir gün Rüzgâr yine o hantal ve pasaklı hâliyle bir orman evine geldi. Sonra üstündeki eski ve pis kıyafetleri çıkardı, bir güzel yıkandı ve takım elbiselerini giydi. Bambaşka biri olmuştu.

BAŞKOMİSER ŞEBNEM

Şebnem otuzlu yaşlarındaydı. Annesi, babası, erkek kardeşi ve annesinin babasıyla yaşıyordu. Çocukluğundan beri hayali polis olmaktı. Bu hayalini gerçekleştirdi. Mesleğindeki azmi ve başarısı sayesinde de kısa sürede başkomiserliğe yükseldi.

Şebnem mesleğinden dolayı fazla uyuyamıyordu ama bundan şikâyetçi değildi. Çünkü başkalarının sorunlarını çözmek ona iyi geliyordu. Şebnem yine bir gün uykusundan telefonunun zil sesiyle uyandı. Arayan müdürüydü.

+ Acilen emniyete gelmelisin. Yeni bir cinayet işlenmiş. Ortalık birbirine girdi. Basın emniyetin önünden ayrılmıyor.

- Aynı kişi mi cinayeti işleyen müdürüm?

+ Evet, yine aynı şiiri bırakmış olay yerine.

- Hemen geliyorum müdürüm.

Şebnem çabucak hazırlanıp emniyete gitti. Son bir ay içinde aynı kişi tarafından işlenen dördüncü cinayetti bu. Cinsiyetleri, statüleri birbirinden farklı dört kişi öldürülmüştü. Bu sefer öldürülen orta yaşlarda bir erkekti. Bu dört kişinin cinayetlerini birbirine bağlayan iki şey vardı. Birisi cesetlerin yanına bırakılan aynı şiir diğeri ise maktullerin hepsinin kalplerinden bıçaklanarak öldürülmesiydi. Bunun dışında maktullerin birbirleriyle ortak noktası yoktu. Sonradan katilin, maktullerini kafasına göre seçtiğini anlayacaklardı. Olay yerine bırakılan şiir dışında başka bir kanıt yoktu ve bu şiirin yazıldığı kâğıtta parmak izi de yoktu. Bu yüzden katilin izi sürülemiyordu.

Şebnem eve döndüğünde kapının önünde uzun boylu, yapılı, takım elbise giymiş yakışıklı bir adamla karşılaştı. Şebnem tam apartmandan içeri girecekken adam utana sıkıla Şebnem'e seslendi.

"Şeyy, bakar mısınız?"

"Buyurun."

"Ben bu apartmana yeni taşındım da buralarda bildiğiniz bir elektrikçi var mı? Çamaşır makinem elektrik kaçırıyor da."

"Maalesef bilmiyorum beyefendi."

"Teşekkür ederim. Bu arada kendimi tanıtmayı unuttum ben Rüzgâr."

"Memnun oldum beyefendi, iyi akşamlar."

Şebnem bu duruma pek anlam verememişti. Bu saatte açık elektrikçi mi olurdu? Adam çok utangaç gözüktüğü için onun yüzüne söylememişti bu düşüncesini.

ŞEBNEM'İN DEDESİ

Şebnem'in dedesinin adı Arif'ti. Arif dede, tahsilini medresede tamamlamıştı. Hocalarının sorduğu sorulara en önce ve en doğru o cevap verirdi. Hatta hocaların bilmediği konularda bile onun bir fikri vardı. Medresede arkadaşları arasında bir sorun oldu mu hemen o olaya bir çözüm getirirdi. Yaşı ilerledikçe ilmi de artıyordu. Yirmi yaşına gelince medresede hocalığa başladı Arif dede. Çok bilge biriydi. Bildikleriyle etrafına çok faydası dokunurdu.

Rüzgâr onların apartmana taşınalı birkaç ay olmuştu. Rüzgâr evde tek yaşadığı için Arif dedenin kızı, Saliha Hanım onu arada bir yemeğe davet ediyordu. Ya da onun evine yemek götürüyordu. Rüzgâr kendini onlara çok sevdirmişti. Efendi, terbiyeli, çalışkan, utangaç bir görüntü çizmişti Rüzgâr onların karşısında. Ama Arif dede bilge bir insan olduğu için ondaki şeytanlığı sezmişti. Kızına bunu söyledi ama kızı babasının bilgeliğini bilmesine rağmen Rüzgâr'ın efendiliğinden şüphe duymadı.

***********

Son zamanlarda durmuş olan cinayetler yine başladı. Emniyetin arka bahçesine bırakılan bir cesetle birlikte. Bu sefer öldürülen otuzlu yaşlarında bir kadındı. Başkomiser Şebnem'di ölen. Mesai arkadaşları onu o hâlde görünce şaşkınlıktan donakaldılar. Kendilerine zar zor geldiler. Bu sefer de sicim gibi yaşlar döküldü gözlerinden. Şebnem'de kalbinden bıçaklanmıştı. Olay yerinde de katilin her maktulünün yanına bıraktığı o meşhur şiir vardı.

Gam bıçakları deşer sinemi

Müphem bir gece vaktinde

Kanım boyar evreni

Kendi renginde

Resmen bu şiirdeki gibi öldürüyordu maktullerini. Şiirlere sığınacak kadar duygusaldı(!) ama şiiri bir cinayet aracı yapacak kadar da caniydi katilimiz. Şebnem'in ölümünden birkaç gün sonra emniyete bir davetiye getirildi. Davetiyeyi kimin gönderdiği hiçbir şekilde belli değildi. Davetiyenin üstünde UZUN BIÇAKLAR GECESİ yazıyordu. İçinde ise yine aynı şiir bir de adres vardı.

Bir de şu not: "Sevgili polis arkadaşlarım, mesai arkadaşınızı öldürdüğüm için bana çok kızmış olmalısınız. İntikamınızı almak istersiniz diye size bir de adres veriyorum. Bu gece bu adreste görüşmek üzere."

Ekipler hemen hazırlanıp yola çıktılar. Verilen adresin etrafındaki insanları boşalttılar. Bir kısmı içeriye girdi. Bir kısmı da binanın etrafını çevirdi. İçeriye girdiklerinde hepsi şok oldu. Duvarlarda bir sürü bıçak tabloları, uzun uzun bıçaklar, kılıçlar vardı. Biraz ilerledikten sonra ise yerde bir sürü ceset gördüler. Hepsi kalbinden bıçaklanmıştı. Sonra içerideki bir odadan uzun boylu, takım elbiseli, yakışıklı bir erkek geldi. Ardından tok ve pürüzsüz bir ses yankılandı binada.

Gam bıçakları deşer sinemi

Müphem bir gece vaktinde

Kanım boyar evreni

Kendi renginde

Adam, etkileyici ve yüksek bir sesle bu şiiri okuduktan sonra elindeki uzun bıçağı kalbine sapladı. Öldüğünden emindiler ama yine de bir polis adamın nabzını yokladı, atmıyordu. Adamın üstünden çıkanlar emniyetin eline geçince adamın onlara bir mektup bıraktığını fark ettiler. Mektupta şunlar yazılıydı: “Sizler benim bunca insanı neden öldürdüğümü merak ediyorsunuzdur. Ben öldürdüğüm her insanda bir parçamı öldürdüm aslında, içimde bölünen kişilikleri öldürdüm. Her biri kalbime saplanan bıçak gibiydi onların. Ben kalbimi öldürdüm. Ancak o zaman tek kişi kalabilirdim. Ama kalan tek kişide artık ben değildim. Bu yüzden kalan tek kişiyi de öldüreceğim.”