İltef-Bt/124

Hacer Uyğur

İltef - BT/124

(BT: Byron Takvimi)

Bu satırları yazmamın hiçbir anlamı yok, biliyorum. Ama yazmazsam çıldıracağım. Kimse okumayacak olsa da yazmak eyleminin kurtarıcılığı benim için yeterli.

Duraksadı. Derin bir nefes aldı. Yaşananları o kadar uzun zaman zihninde evirip çevirmişti ki ne kadarının gerçekten yaşanmış olduğunun izini kaybetmeye başlamıştı. “Önemli değil.” diye düşündü. “Ne de olsa bu yazdıklarımın hiç kimse için bir önemi yok.” Tuttuğunu sonradan fark ettiği nefesini ciğerlerinden kuvvetle söküp yazısına döndü.

Bu gezegene neden geldiğimizi tam olarak bilmiyorum. Eğitimimiz sırasında Dünya’nın insanların ihtiyaçlarını karşılayamayacak hale geldiğini, ikliminin bozulduğunu ve bu nedenle onu terk ettiğimizi öğrenmiştik. Her şeyin bizim için var olduğuna inanmışlığımız sadece bu cümlelerden bile anlaşılabilir sanırım.

Her neyse, gezegenimizden bahsediyordum. Aslında hiçbir zaman bizim olmayan gezegenimizden. Bundan yaklaşık yüz elli sene önce, insanların yeryüzüne ancak uzaya çıkar gibi giyinerek çıkabildikleri bir dönemde Byron isimli bir bilim insanı, iklimi Dünya’nın çok da kötü durumda olmadığı zamanlarındakine benzeyen bir gezegen keşfetmiş. Yani burayı. Böylece Dünya’da yaşayan herkes –en azından bize bu şekilde söylendi- iki ayrı uzay aracıyla buraya gelmiş.

İlk yerleşimciler yaşam alanlarını yer altına kurmuşlar. Dünya’dan sonra yerin yüzeyinde yaşamak onlara tehlikeli görünmüş olmalı. Dünyadan getirdikleri malzemelerle yer altı yerleşkesi kurmuş, kendi değerlerini yansıtan şeyleri buraya yerleştirmişler. Ancak getirdikleri bu nesneleri, ne olduklarını gelecek nesillere öğretecek kadar bile umursamamışlar. Tarihlerini, geçmişlerini Dünya’da bırakmışlar. Onları suçlayamam. Elimde olsa ben de her şeyi burada bırakır ve sonsuza kadar unuturdum.

İkinci araç ilk araçtan yıllar sonra gelmiş. Bu araçtakiler geldiğinde ilk yerleşkedekiler yeryüzüne çıkma planları yapıyormuş. Yeni gelenler, onlardan daha cesur davranmış ve yaşam alanlarını doğrudan yerin yüzeyine kurmuşlar. Bundan cesaret alan ilk yerleşimciler de böylelikle yerleşkelerini yüzeye taşımışlar.

Olayların yaşanış sırasını hatırlamak için zihnini zorluyordu. Yerinden kalkıp odanın bir kısmını turladı. Burası, dördüncü yerleşkenin yer altındaki yiyecek deposuydu. İlk geldiğinde, kaçarken yolunun buraya çıkması gözüne büyük bir şans gibi görünmüştü. “Ölmemek için güzel bir yer.”demişti kendi kendine. Öyleydi. Ancak yaşamak için değildi.

Aldığı eğitimler, tanıdığı insanlar, yaşadıkları zihninde dolanmaya başlamıştı. Yazdıkça aklına yeni yeni şeyler geliyor ancak olayların yaşanış sırasını karıştırmak istemiyordu. Her şeyi olduğu gibi, olduğu sırasıyla yazacak ve kimse okumayacak olsa da Byron’un Dünyası’nın tarihini anlatmış, içindeki tüm fazlalıkları kağıda akıtmış olarak huzur içinde ölecekti.

Yazmaya başlarken kararını vermişti. Ölmek için yemeklerin bitmesini beklemeyecekti. Bunun bir anlamı yoktu. İlkel bir varlık gibi fizyolojik ihtiyaçlarını karşılayabildiği sürece yaşayıp, karşılayamayınca yok olmanın yaratacağı acziyetle ölmek istemiyordu. Tekrar yazının başına oturdu.

Başlarda, kurulan düzen yaşamak için gerekli koşulları sağlamak üzerineymiş. Ama insanlar burada yaşamak konusunda rahatladıkça sistem bambaşka bir hale evrilmiş. Önce yaşamın zorluğundan, dünyadayken her şeyin çok daha kolay olduğundan yakınmalar başlamış. Hayatı kolaylaştırmak için çalışmalar yapılmış. Gezegenin dört bir yanına kaşifler gönderilmiş. Buranın bize daha neler sunabileceğini, onu nasıl kullanabileceğimizi araştırmak için her yeri incelemişler.

Hayatı kolaylaştırmak da yeterli değilmiş. Onu bir haz kaynağı haline getirmek için çalışmalar başlamış. Yapılan çalışmalar ve üretilen ürünler ihtiyaç olmanın çok ötesine geçmeye başladığı dönemlerde bu durumdan hoşnut olmayan bir grup ortaya çıkmış. Bu gruptan ilk itirazların yükselişi Byron Takvimi’ne göre doksanlı yılların başına denk geliyormuş. Şimdi bu insanların ne kadar akıllıca davrandığını görebiliyorum. Bu gezegeni daha doğru düzgün anlamadan onu pervasızca kullanmanın doğru olmadığını, önceliğimizi değiştirmemiz gerektiğini haykırmışlar olabildiğince.

Başta ciddiye alınmamışlar. “Onu da yapıyoruz bunu da, ne zararı var sanki biraz kendimizi düşünsek?” gibi cevaplar almışlar. Ancak sesleri kesileceğine daha da artınca yerleşkelerdeki insanların çoğunluğu onlardan rahatsız olmuşlar. Ve genellikle gençlerden oluşan bu grubu yerleşkelerinden kovmuşlar. Böylece, diğer iki yerleşkeye ve onların yaşam biçimlerine bir karşı çıkışın ürünü olarak, üçüncü yerleşke oluşmuş.

Üçüncü yerleşkedekiler, düşüncelerine sadık kalarak bulundukları bölgeye büyük bir laboratuvar kurmuşlar. Bu laboratuvar en radikal olanlarının toplandıkları bir mekan haline gelmiş. Yapılan araştırmaların büyük çoğunluğu Byron’un Dünyası’nı anlamak üzere yapılmış, sadece çok çok küçük bir kısmı halkın ihtiyacı için yürütülüyormuş. Durum böyle olunca üçüncü yerleşke kısa zamanda teknoloji ve bilim alanında çok iyi bir pozisyona gelmiş.

Yazmayı istemiyordu artık. Elleri, başı, her yeri ağrıyordu. Ama onu en çok göğüs kafesinin daralması hissi rahatsız ediyordu. Yaşananların aklından çıkmadığı bir gerçekti ama yazmak daha derin bir şeydi. Diz kapağındaki yara hala kanarken birden kendini tekrar dizleri üzerinde bulmuş bir çocuk gibi hissediyordu.

“Zaten bir anlamı yok, bırakayım gitsin.” derken buldu kendini. Ama yazmak ve bu dünyada yaşamış herkesin hatalarıyla yüzleşmek, yapılabilecek en onurlu hareket gibi geliyordu. “Onursuzca yaşamış biri için fazla onurlu bir hareket belki de.” dedi bu sefer de. Karşısında biri varmış da onun söylediklerine itiraz ediyormuş gibi başını salladı. Bunu yapmadan ölmeyecekti. Parmaklarını çıtlatıp vücudunu gerdi. Tekrardan, birine boyun eğercesine, yazmaya oturdu.

Ben yirmili yaşlarımın ortalarındayken, onların bu noktaya gelmesi diğer yerleşkeleri rahatsız etmeye başlamıştı. Yine de hiçkimse yaşadığı hayattan kopup bu durumla uğraşmak istemiyordu. Ta ki üçüncü yerleşke diğer yerleşkelere çok önemli bir keşiflerini açıklayana kadar…

Üçüncü yerleşkenin keşfi hepimizin hayatını değiştirecek büyüklükteydi. Aklı başında her insanın ciddiye alması gereken bir keşifti: Gezegende yalnız değildik. Birlikte yaşadığımız bu canlıları daha önceki teknolojimizle keşfedememiştik. Çünkü bunun için bu dünyanın kurallarına uygun bir bilimsel altyapıyla geliştirilen cihazlar gerekiyordu. Keşifleri bununla sınırlı da değildi. Bu canlılar bizim gibi katı bir beden formuna sahip değillerdi. Havanın içindeydiler. Yani nefes alırken soluduğumuz şey sadece oksijen değildi. Ama vücudumuzda barınmıyorlardı. En önemlisiyse zararsızdılar, biz onlara zarar vermediğimiz sürece.

Üçüncü yerleşke bu zarar vermenin ne anlama geldiğini de araştırıyordu. O zamana kadar buldukları şeyleri yine tüm detaylarıyla açıkladılar diğer yerleşkelere. Listeyi tam hatırlamıyorum. Sadece her şeyin değişimine neden olan bir madde var şimdi aklımda:

* Patlamalar. Tabanca tarzı ilkel bir silahın patlamasından yüksek etkili radyoaktif patlamalara kadar her türlü patlama bu “yerlilerin” form değiştirmesine ve saldırgan bir hale gelmesine sebep olabilir.

Bu maddeyi hepimiz ciddiye almıştık. Ama üçüncü yerleşkeye inandığımız için değil. Aksine biz, burada bir saldırı planı gördük. Onca teknolojiyle ne yapacaklarını düşünmüştük ki zaten? Elbette silahlanıyorlardı. Bizi yok edeceklerdi. Biz kendi silahlarımızı üretmeyelim diye de böyle bir yöntem bulmuşlardı.

Neden? Neden böyle düşünmüştük? Belki de onların; dışladığımız, kovduğumuz, alay ettiğimiz insanların, bu kadar önemli bir şeyi bulmuş olabilecekleri fikrini kabullenmek zor gelmişti.

Böylece, uzun zaman sonra ilk defa, konforumuzdan ödün vermeye başladık. Bir savaşın ortasında olduğumuzu düşünüyorduk. Üçüncü yerleşkeye düşmanlığımızı ilan etmiştik. İnanılmaz bir dönemdi. Üçüncü yerleşkedekiler bizim silahlar ürettiğimizden haberdarlardı. Başta bizi, bu dünyanın yerlileri ve patlamalar konusunda uyarmaya devam ettiler. İşe yaramayınca onlar da bambaşka bir bölgeye geçip gizli kapaklı çalışmalara başladılar. Biz de, bu yaptıklarının düşüncelerimizi doğruladığından, savaş teknolojilerini geliştirmek için böyle bir hamlede bulunduklarından emin olduk.

Bir süre hem onlar hem de biz çalışmalarımızı sessizce yürüttük. Konfor alanımızdan çıkıp bambaşka teknolojiler üretmek zor geliyordu ama zamanla buna da uyum sağladık. Çalışmalarımızı yer altındaki sığınıaklarımızda yapıyorduk. Böylece ne durumda olduğumuzu bilmeyeceklerdi. Ama bu aynı zamanda yerlileri fark etmemizi de engellemişti. Çünkü yerliler sadece güneşlerin ışıklarının değdiği yerlerde yaşayabiliyorlardı.

İki sene kadar bu durum devam etti. Sonunda bir gün, ajanlarımızdan biri, üçüncü yerleşkedekilerin inşa ettikleri şeyi görebildi. Karanlık güneşin tam karşısına devasa bir cihaz yerleştirmişlerdi. Hepimiz çok korkmuştuk. Güneşten güç alarak bize saldıracaklardı. Bu bizim aklımıza nasıl gelmemişti?

Ama aklımıza gelen bir şey vardı:cihazı yok etmek. Böylece onları, onlar bizi yok etmeden önce, engelleyebilecektik.

İşte tam burada ben devreye giriyorum. Ben ve Elisa. Cihazı kendini imha etmeye ayarlayıp aktive etmek için gönüllü olduk. Çok iyi hatırlıyorum. Önemli bir görev yüklendiğinin farkında olan insanların kibri ikimizin de yüzünden okunuyordu. Ah, ne aptallık.

Biz bu görev için hazırlanırken, üçüncü yerleşkeden; yerlilerle iletişim kurmak için bir yol bulduklarına ve ilk denemede iki yerleşkenin de onlara katılmasını çok istediklerine dair bir yazı geldi. “Bizi kandırabileceklerini mi sanıyorlar?” Yerleşke liderimiz böyle söylemişti. Hepimizi topluca öldürmeleri için ayaklarına kadar gitmeyecektik elbette ki. Ancak planlarımızı belli etmemek için tekliflerini kabul eder göründük.

Davette yazan tarihten bir gün öncesi için görevi planladık. Cihazın bulunduğu yer karla doluydu. Dünya’nın aksine, buradaki kar son derece sıcaktı. Bu yüzden sıcağa dayanıklı takımlarımız hazırlandı ve malzemelerimiz birer çantaya yerleştirilip bize teslim edildi. Her şey mükemmeldi.

Bir müddet oyalanmak istedi. Yazmak giderek daha meşakkatli bir hal alıyordu. Gözü sabahtan kalma yemeğine takıldı. Ya da akşamdan. Burada zaman kavramını yitirmişti. “Yesem…”diye başladı zihninde cümleye. Sonra vazgeçti. Ne anlamı vardı ki? Oyalanmaktan vazgeçti.

Aydınlık Güneş’in ışıkları üzerimize düşmeden yola çıktık. Bölge korunuyordu ama aşamayacağımız düzeyde değildi. En zoru ayarlarını değiştirip cihazı aktive etmek ve bu sırada kimseye görünmemekti. Güneş ışıkları ufukta kendini göstermeye başlayana kadar nöbetleşe çalıştık. Sonunda işimiz bittiğinde hızla ama saklanarak uzaklaştık oradan. Karlı bölgenin sonuna doğru geliyorduk ki birkaç nöbetçi bizi fark etti. Elisayla ayrılmak zorunda kaldık. Bu onu son görüşümdü. Hayır, bu tanıdığım herhangi birini son görüşümdü. Gittiğim yönde saklanabileceğim hiçbir yer göremiyordum ve cihaz patlamak üzereydi.

Tam o anda arkasına saklanabileceğim boyutta bir kardan adam gördüm. Yanmamak için hiçbir yerle temas etmemeye çalışarak arkasına geçtim. Dengemi kaybedince ellerim kardan adama değdi. Elimde bir yanma hissi bekledim. Yoktu. Kardan adam, kardan yapılmamıştı. Ne olduğunu anlamak için gövdesinden tüm gücümle ittim. Yer altına açılan bir giriş çıktı önüme. Tam içeri girecekken patlamanın etkisiyle vücudumda bir dalgalanma hissettim. Kardan adamın yüzeyine tutunduğum için karların içine doğru yuvarlanmamıştım. Kardan adamın metalinden vücudumu kurtarıp son bir kez etrafa baktığımda havanın tuhaf bir hale büründüğünü gördüm. Gökyüzü saydam bir tabaka olmayı bırakmış, siyah bir alev halini almıştı.

Doğruydu! Tüm söyledikleri doğruydu! Ve biz birer aptal gibi…

Siyah alevlerin etrafa dağılması, düşüncelerimi kesip içeri girmeye zorladı beni. Kendimi aşağıya sarkıtıp ayaklarımı merdivenle buluşturdum. Kapağı kapattım. Saatler boyunca çığlıkların kesilmesini, birilerinin gelmesini bekledim. Ama kimse gelmedi.

Oysaki burayı, biz böyle bir aptallık yaparsak saklanmak için kurmuşlardı. Geleceklerdi ve asırlar boyunca burada kalacaklardı. Dördüncü yerleşke bu gezegendeki tek yerleşke olacaktı. Hayatlarına devam etmek için gereken her şey var burada. İlk birkaç günüm bunu anlamak için yeterliydi. Can sıkıntısından tüm raporlarını okumuş, tüm planlarını incelemiştim.

Eğer biz davetlerini açık açık reddetseydik daha fazla beklemeden üçüncü yerleşkeyi terk edecek, yerin altında da olsa, yaşayacaklardı. Ama biz planımızın anlaşılmaması için tekliflerini reddetmedik ve onlar yerlilerle iletişime geçerek huzur dolu bir hayat yaşayacaklarını düşünürken bir anda acı bir sonla buluştular.

Benim yüzümden. Bizim yüzümüzden. Ve ben, -muhtemelen- evrendeki son insan, artık var olmak istemiyorum. Bu ağırlığı daha fazla taşıyamıyorum.

İltef

Kalemi bırakıp sakin sakin vücudunu gerdi. Yazdıklarını gözden geçirme ihtiyacı bile hissetmiyordu. Görevini yerine getirmişti. Artık her şeyin bitmesinin zamanı gelmişti.

Ne derler bilirsiniz, her şeyin bir sonu vardır.

Hacer Uyğur

ÖZET

Diyorlar ki her şeyin bir sonu vardır. Burada kumun içinde, onların ilk kolonisi, her şeyin başladığı bu yer, tarihle dolu bir hazine gibi gömülü halde. Byron’un dünyasındaki ilk yerleşimciler, yerleşim yerlerini yerin diplerine kurdular. Önceleri bunun sebebi içinden çıkıp geldikleri Dünya’nın iklimini yüzeye çıkamayacak kadar mahvettikleri için yer altında ve yapay koşullarda yaşamaya alışkın olmalarıydı. Dünya’dan kendi değerlerini yansıtan şeyler getirdiler. Onlar değerlerine sahip çıkar görünen bir halktı ancak asla bunun gereklerini yerine getirmezlerdi.

Bu Byron’un dünyasındaki ilk yerleşim yerinden kalan tek şey. Onların en büyük hataları yer altında yaşamaktan vazgeçip yüzeye çıkmalarıydı. Yerin yüzeyine yaklaştılar ve en baştan başladılar. Yeni bir toplum; geçmişten alınmamış derslerle ve insani hırslarına adanmışlıkla. Her şeyin kendileri için var olduğu düşüncesi ve keyiflerinden ödün vermeme bu yeni nesli yansıtır.

Eğer dikkatlice dinlerseniz burada ikinci yerleşke halkının, birer çığlığı andıran nefes alış verişlerini duyabilirsiniz. Derler ki bu ses onların sonsuza kadar acı içinde yaşayacağını –evet, yaşayacağını- gösterir.

Üçüncü yerleşke ilk iki yerleşkeden kaçan gençlerin bir araya geldiği bir bölge olarak başladı, buradaki insanlar, birinci ve ikinci yerleşkelerdeki insanların yaşam biçimlerine karşıydılar. Bu karşı çıkış burada, Byron’un dünyasına dair araştırmaların yapıldığı bu laboratuvarda daha da belirgindi.

Ancak her şeyin bir sonu vardır. Onlar diğer yerleşkelerin onlara inanmalarını sağlayamadılar. Ne kendilerini koruyabildiler ne de yaptıklarına bir son vermezlerse başlarına gelecekleri diğer kolonilere anlatabildiler.

Dördüncü yerleşke asırlar boyunca gözden uzak olmalıydı. Üçüncü yerleşkedekilerin öngördüğü olaylar gerçekleşip yerlilerin öfkesi yüzeydeki tüm canlıları yok edene ve tekrar eski halini alana kadar.

Bu kardan adam, gezegendeki karların dokunulamayacak kadar sıcak olmasıyla aykırılık teşkil ediyordu. Uzaklardaki karanlık güneşle zıt bir görüntü oluşturmaması için dördüncü yerleşke giriş kapısı kardan adam şeklinde yapılmıştı.

Ama her şeyin bir sonu mu olmalı? İletişim için kullanılmış bir cihaz yanlış amaçlar için aktive edildiğinde her şeyin sonuna sebep olacaktı. En sonunda, her şeyin sonunda onlar gezegenin “yerlileri” tarafından yok edildiler.