birinci çeyrek, 300. yıl
Kara davulun derisi ısıtıldı. Hakan otağı önünde toplanan ahali, şamanı gözlerini kırpmadan izliyordu. Şaman, davuluna vurdukça vücudu zangırdıyor, ağzından anlamsız kelimeler çıkarıyordu. Kıyafetine bakanlar zaten yeteri kadar ürperiyorlardı. Kara karga tüyleri kaplı papağı, kafasının büyük bölümünü kapatmıştı. Samur ve ayı derisinden kıyafeti, kara çayırların kara boyasına çalınmıştı. Kıyafetinin sırt kısmına astığı sivri demirler, şaman sıçradıkça birbirine çarpıyor, ses çıkarıyor, parıltıları etrafa yayılıyordu.
Hakan yoktu. Bedeni oradaydı, şamanın önünde uzanmış yatıyordu. Ağzı aralıklıydı. Gökte bir şey görmek istercesine bakan gözlerini kapatamamışlardı. Bundan anlamışlardı ki ruhu geri dönmek istiyor. Ruh, gözler vasıtasıyla konuşurdu. Bunu biliyorlardı.
Şaman, davuluna vurdukça göğe yükseliyor, oradan karşılık bulamayınca yerin dibine iniyordu. Ülgen’in alıkoyduğunu biliyor ama ona da söz geçiremiyordu. Şaman davuluna daha da vuruyor, hakan önünde hareketsiz yatıyordu. Ritim hızlandı, şaman hızlandı, zaman hızlandı. Oba kaynaştı, sessizleşti. Ama hakan uyanmadı.
Şaman yere devrildi. Vücudu dünyadan gitmişti. Kara kıyafetinden kara tüylü papağından, deriler sarkan kıyafetinden, ruhundan uzaklaşmıştı. Hakan kıpırdamıyordu.
Katun Kün-Batsa, sinirli sinirli geziniyor, yine de ulu ruhlar huzursuz olmasın diye sesini çıkaramıyordu. Şamanı son yer katmanı da kabul etmeyince, güç bela doğruldu şaman. Son bir gayret, davuluna vurdu vurdu vurdu. Hakanın gözü kıpırdar gibi oldu. Kalabalık hareketlendi, katun ümitlendi, bir şeyin farkında olmayan şaman göğe doğru yükseldi. En yükseğe çıkıp davuluna güm diye vurunca, davulu yırtıldı. Kasnağı elinde kaldı. Şaman yere yuvarlanınca obanın bir kısmı üstüne çullandılar. Kimisi şamana saldırmanın sonucundan korktular ama onu kurtarmaya da yanaşmadılar. Şaman hem kurtulsun istiyorlardı hem yerlerinde çakılı duruyorlardı. Korktular. Korkakların ataları oldular. Bu soya Muka soyu dendi. Katunun soyuydu bu aynı zamanda. Davulu yırtılan şaman, bir işe yaramazdı. Zaten bu, şamanın ölümü yakın demekti. Hakanın kıpırdayan gözü öylece kaldı. Daha da açılmadı. Katun, işaret etti. Şamanı obadan uzağa sürüklediler. Uzağa, daha uzağa. Tek ağaçlı bir bozkır ortasına. Ham güneş altında şamanı öylece bıraktılar. Şaman ağacın altında hareketsiz kaldı bir süre. Nice sonra kendine geldiğinde, başına gelenleri hatırladı. Yırtılan davuluna baktı. Kafasından papağını sıyırıp atınca, gözlerinin kinli ışıltısı seçiliyordu. İşaret parmağını oba yönüne doğrulttu, yedi kere: “Gökçe feleğe bakamayın, kün ışığı göremeyin!” diye ünledi. Şaman en çok korkanlara bilendi. Yamalı davulunu en çok onlara lanet okurken gümletti. Şaman dünyanın tüm bucaklarını biliyordu.
on dördüncü çeyrek, 335. yıl
Neticede her şeyin bir sonu var. Öyle diyorlar. Teselli muskası olmalı, yoksa buna kim inanır? İnsan türü için son, yerin altı gibi gelir kimilerine. Yerin yedi kat dibinde yaşayacak olan bu halka, her şeyin sonluluğunu kim haklı çıkarır?
Kün-Togsa yeraltında ülkesini kurmaya karar verdiğinde, daha doğrusu yeryüzünden umudu kestiğinde halkının ona eşlik edeceğinden emindi. Bir gün, yeryüzünde kalan son ağacın altında onları topladı, gözünü toprağa dikti, en derinleri görür gibi işaret etti, “Bundan sonra yurdumuz yerin dibidir.” dedi, “Kim itiraz ederse, burada kalmalı ve kalan şu son ağacın dallarını kemirmeye de razı olmalı.” Kün-Togsa, adaletli bir kadındı. Bu soyun yönetimi hep böyle devam etmişti.Halkına seçme hakkı vermesini bilirdi. Halk itiraz etmedi. Toplam iki yüz kişi ya var ya yoklardı.
Çok eşya almadılar yanlarına. Yerin üstünden yüz çevirmişlerdi. Nesi kalmıştı buraların zaten? Yine de insan,hatırasını diri tutmakla nefes alırdı. Kimisi eğildi, bir avuç toprak aldı. Toprağa dönerken toprakla gitmek bazılarını güldürdü. Kimisi ağaç dalı koparıp koydu yedeğine. Kimisi kurumak üzere olan ırmağın son damlalarını şişeledi. Birisi de vardı ki kara kıyafetinin altından hırsla bakıyordu. Onu gören, göğü cebine sokacak zannederdi. Kimseler fark etmeden ağacın dalında duran, eprimiş davul kasnağını aldı. Yanına kinini yoldaş eyledi.
Halkı ağacın altında toplaşınca Kün-Togsa, elinde tuttuğu atadan kalma kılıcını yere doğrulttu. Kılıcı yere hızla sapladı. Yer açıldı, halk bir ışık hüzmesinin arasında birden kayboldu. En son Kün-Togsa geçti yeraltına. Geçmeden yeryüzüne şöyle bir baktı, sonra o da ışıklar arasında kayboldu. Son ak başlı kartal gökte havalandığında, sesi boşlukta çın çın çınlıyordu.
Başlarda yerin altında mutlu yaşadılar. Kurdukları devletin düşmanı yoktu. Zaten başka devlet de yoktu. Ama devletlerinin göğü yoktu. Hâliyle güneş de yoktu. Kün-Togsa kocaman bir kule yaptırmıştı. Tepesinde parıl parıl parlayan kocaman küre olan bir kule. İşte güneş yerine bu vardı. Tıslayan, tısladıkça aydınlattığı sanılan parlak bir küre.
Ama başlarının üzerinde gök yoktu. Gök olmadan insan yaşar mıydı?
Kün-Togsa, halkına erzağı sağlıyordu. Çalışmak yoktu. Savaşmak yoktu. İş yoktu. Yıllarca, yok olup giden halkların artanını yığmıştı buraya, burada emek vermeye gerek yoktu.
Ama gök olmadan insan yaşar mıydı? Kün-Togsa arada halkını topluyor, onları merhametle izliyordu. Yüksekçe bir yerden, “ Ey halkım, yoksa burayı sevmediniz mi? Yoksa eksik bir şey mi var?” diye ağızlarını arıyordu. Halk zoraki gülümsüyor, memnuniyet maskesini yüzlerinden çıkaramıyorlardı.
Kalabalıktan birisi bağırdı. Topluluk korkuyla hareketlendi. Sadece birisi, “Gök eksik!” diye bağırdı, “Gök olmadan insan yaşar mı?” Kün-Togsa ürktü. Ürkmek Kün-Togsa’nın soyunun hamuruydu. Kalabalık hareketlendi, “Doğru,” diyorlardı, “Çok doğru, gök nerede?” Geçen bunca yıla rağmen, göğün olmadığını anlamışlar ama birinin yerlerine düşünmesini beklemişlerdi. Doğru, yeraltında gök olur muydu? Kün-Togsa, yerinde huzursuz kıpırdandı, boğazını temizledi ve bağırdı:
“Sevgili halkım! Bakın gök oradadır!” Elinin işaret ettiği yere heyecanla baktılar, büyülenmiş gibiydiler.
hâlâ on dördüncü çeyrek ama yıl 330
Halk, yeraltındaki Kün-Togsa yurdunu terk ettiklerinde, kendilerine yeni bir yurt aradılar. Göğe yakın bir yurt. Daha derinlere inmeyi düşündüler belki de gök oradaydı. Gök daha derinlerde olabilir miydi? Neyse ki kimse bunun üzerinde fazla durmadı.
Yeryüzüne yakın olmayı hayal ettiler. Göğün altında tekrar yeşermek istediler.Tabii önderleri izin verdiğinde. Kayalık bir yerde, yerin iki kat altında ikinci devletlerini kurdular . Kün-Togsa bu sefer göğü bulduk diye yerleştirmişti halkını buraya.
En baştan başladılar. Kurallarını yenilediler, bayraklarını da. Bayraklarına iki simge yerleştirdiler: Davul ve papak. En önemlisi devletlerine inandılar. Tabii önderlerinin izin verdiği kadar. Başlarını kaldırdıklarında parıl parıl parlayan mavi bir tabaka, onlara her gün selam veriyordu. Mutluydular.
Yeni yurtlarında yani yerin iki katman altında, üstlerinde sahte gök, on tukan yılı huzurla yaşadılar. Kün-Togsa hâlinden hoşnuttu. Yerin altında, sahte bir havayla sahte mutluluklarla halkını gütmeyi başarıyordu.
Sadece biri. Sesler kesilip yalancı gök söndüğünde, yani yalancı gece olduğunda, sadece biri uyumuyordu. Kara kuru vücudu bu anlarda şiddetle zangırdıyor, kovuğunda yalnız yaşadığından zangırtılarını, ağzından çıkan köpükleri, gözünün aka dönmüş hâlini kimse görmüyordu. Kendine geldiğinde sahte gök parlamış oluyor, sesler ülkeyi dolduruyordu.
Bir gün elinde kasnağı çevirirken, zaten beklenen o hamleyi yaptı. Bir parça deri buldu. Bu deriyi ısıtarak yanında getirdiği kasnağa geçirdi. Davula ilk kez vurduğunda, ülke titredi. Halk ne olduğunu bilemedi.
Sonraki sahte gecelerde genç, her bunalımlı sanrılarında elinde bu davulu da tutuyor, ayin gibi zıplayarak tepinerek çalıyordu. Halktan kimisi, dikkatli dinleyenler, sesi duyuyorlar ama aldırmıyorlardı.
Bir gün Kün-Togsa yine memnuniyet toplantısı yaptı. Halkı mutluydu. Mutluydu evet. Burada şüphe duyulmamalı. Sahte bir yazgı.
“Ey halkım, burayı ne kadar sevdiğinizin farkındayım. Ama bir kere de siz söyleyin: Burayı ne kadar çok seviyorsunuz?”
Halk, “çok, çok seviyoruz, evet çok!” diye galeyana gelirken, Kün-Togsa’nın yüzü ayıyor, yardımcıları tempo tutarak, “çok! çok! çok!” diye halkı teşvik ediyorlardı. Sahte gökyüzü, üstlerinde parıl parıl parlıyor, kalabalık niye coştuklarını bilmeden coşuyordu. O esnada bir ses yükseldi: “Bu gök gerçek değil. Gerçek gök nerede?” Ortalık sessizlikle yıkanmıştı. Evet, gök olmadan insan yaşar mıydı? Sesin kimden geldiğini yine anlamadılar. Kün-Togsa yerinde kımıldandı, kendinden emin, halkına seslendi:
“Bu göğün daha güzeli oradadır!” Halk, büyülenmiş gibi Kün-Togsa’nın işaret ettiği yere baktı.
hâlâ on dördüncü çeyrek, ama yıl 320
Kün-Togsa yeni ülkesinden memnundu. Halkı da mutluydu, göğü unutmuşlardı çünkü. Sahip olamadıklarınızı unutursanız, mutluluk garanti olur. Yerin bu katmanında, tamamen boş, bomboş geçen günlerin akıp gittiği bu diyarda davul sesleri günün- gece de olabilir, bilemiyoruz- bir vaktinde artıyor, halk bir süreliğine dinliyor, sonra duymamış gibi devam ediyordu hayatına.
Kün-Togsa bir gün hastalandı. Tam da halkına mutlu olup olmadıklarını soracağı gün. Soramadı. Halkı da mutlular mı değiller mi bilemediler. Çünkü bazıları sorular olmadan düşünemezler.
Şifacıları çağırdılar. Binbir çeşit buhurla, binbir çeşit ilacı seferber ettiler. Faydasız. Kün-Togsa yerinden kıpırdamıyor, gözünü açmıyordu.
Davuluyla oradan geçen genç, önderlerinin hâlini gördü. Gözlerinden geçen ışıltının bir adı vardı. O ki insanı her gün öldürür, biler ama diri tutardı. Buzlu bir su ki her gün yüze çarpar. Göğün olduğu zamanlarda bunun adına intikam demişlerdi. İntikam. Soğuk, öldürücü, diriltici.
Genç, kalabalığı yardı, Kün-Togsa’nın başına geçti. Davulunu ısıttı. Davulu havaya kaldırdı. Güm! Kün-Togsa’ nın gözü seyrir gibi oldu. Genç, davuluna vurmaya devam etti: Gümm gümmm gümmmm! Kün-Togsa’nın ağzı aralandı. Genç hızlandı, vücudu lerzeye tutulmuş gibiydi. Güm! Havada uçar gibi çalıyor, çoğu kez tersine dönüyordu. Göz bebekleri kaybolmuştu,onların yerine bıraktığı aklık onu izleyenleri ürpertiyordu. Kendi etrafında dönüyor, yere yuvarlanıyor, davula vurmaya devam ediyordu. Güm! Son bir gayretle en yükseğe zıpladığında en şiddetli vuruşunu yaptı. O esnada Kün-Togsa yattığı yerden doğruldu, gözleri kocaman açılmıştı. Halk sevindi, halk ihtimal ki sevindi. Öylece duruyordu Kün-Togsa. Genç, havada asılı kalmıştı, yere küt diye düştüğünde davuluna bir kez daha vurdu: Güm! Kün-Togsa yattığı yere geri düştü, gözlerini yalancı göğe dikmiş, hareketsiz yatıyordu şimdi.
Her şeyin bir sonu vardı. Evet. Öyle diyorlardı.
nihayet on üçüncü çeyrek, yıl on.
Bir zamanların genç davulcusu, artık yaşlı bir şamandı. Kün-Togsa Erlik’e erdiğinde yani geberdiğinde halk onu önderleri seçmişti. Ama intikam, bırakılacak bir şey değildi. İnsan kimi zaman derisini bırakır ama intikamını bırakmazdı. Şaman da bırakmadı.
“Gök orada!” dedi, “Toplanın, göğün olduğu yere yeniden gidiyoruz.”
Halk heyecanla yola düzüldü. Mutlulukla şamanı takip ediyorlardı. Yerin altındaki bu son yurtlarına tiksintiyle bakarak geçip gidiyorlardı sokaklarından. İnsan türü. Yıllarca kullandığını atarken pek insafsız olurdu. Üç tukan yılı yürüdüler. Kimisi bu yürüyüşte Erlik’e erdi yani geberdi. Kala kala yüz kişi ancak kaldılar.
Şaman bu yamru yumru topluluğu durdurdu. Eliyle yukarıyı işaret etti:
“ İşte burada!” dedi, “Gök buranın üstünde!” Halkın sevinmeye mecali kalmamıştı ama yine de sevinmeyi az buçuk becerebildiler. Ömürlerinde ilk defa.
Şaman davuluna sarıldı. O acayip danslarından birine başladı. Davuluna asılıyor, davul gümledikte üstlerindeki toprak açılıyordu. Halk, heyecanlandı. “Sonunda,” dediler, “Sonunda!” Şaman hızlandıkça toprak açıldı, içeri keskin ve sert bir hava doluyordu. Halk başta bu havayı içlerine çekebilmek için birbirleriyle yarıştılar. O kadar ki arada ezilenler oldu. Yarısı ezilerek öldü. Kalanlarsa bu havayı içlerine çektikçe boğulacak gibi oluyor, nefes alamaz şekilde yere yığılıyorlardı. Toprak altında geçen yıllar, onlara bu havayı unutturmuştu. Alışılan ve varlığı fark edilmeyen şeyin yıllar sonraki intikamı. Havanın öcü.
Şaman en son durduğunda, ak başaklar gibi yere serilmiş halkını gördü. Sadece bir çocuk. Dört tukan yılı yaşında bir çocuk, elinde küçük davuluyla ona bakıyordu.
Yeryüzüne çıktıklarında, kapkara bir güneş karşıladı onları. Etraf alabildiğine buz tutmuştu. Çocuk, şamana sıkıca sarıldı. Donmuş bir adam dikkatlerini çekti. Karla kaplanmış, yerde upuzun yatıyordu. Kara güneş havada asılı, her şeyin sonunu bekliyordu.
Şaman, çocuğu yere bıraktı. Adamın yanına çömeldi. Üstündeki karları temizlemeye koyuldu. Adam bozulmadan kalabilmişti. Çünkü soğuk, iyi bir hizmetkârdı. Şaman, adamın yüzünü de temizlediğinde korkuyla geri sıçradı. Yüzde gördüğü sona benzemiyordu.
Her şeyin.
sonu
olur
muydu?
Fatma ÜNSAL
( Çok uzak ve ütopik zamanları hayal edemedim. Havsalam buna yetmedi, belki de benim uzak diyarlarım bu kadar uzakta olabiliyor.:) Sabrınız için şimdiden teşekkür ederim.)
ÖZET:
1. Her şeyin bir sonu var, diyorlar. Burada kumun içinde onların ilk devletini kuran Kün-Togsa, halkını çokça düşünürdü. Hatta onların yerine de düşünürdü.
2. Kün-Togsa dünyasının ilk yerleşimcileri, ilk yerlerini yerin diplerine kurdular. Önceleri bunun sebebi dünyanın artık yaşanılabilir olmasından çıkmasıydı.
3. Dünyadan kendi değerlerini yansıtan şeyler getirdiler. Onlar itaatkâr bir halktı ancak asla cesur değillerdi. Korkaklık suratlarında öylece duruyordu.
4. Bu, Kün-Togsa’nın dünyasındaki yerleşimcilerden kalan tek şeydi. Yani bu büyük hata. Kün-Togsa halkının en büyük hatası, farkında olunması gereken şeylerin, gökyüzü gibi, farkında olmamalarıydı.
5. Yerin yüzeyine yaklaştılar ve en baştan başladılar. Yeni bir toplum inşasıyla ve kendilerinden çok da beklenmeyen bir adanmışlıkla.
6. Davul ve papak bu topluluğun yeni temsilidir.
7. Eğer dikkatlice dinlerseniz, burada şaman davulundan çıkan sesleri duyabilirsiniz. Derler ki olup biten her şey bu sesi takip ederdi.
8. Üçüncü yerleşkede artık gök unutulmuş olarak başlandı. Oysa diğer yurttan çıkış bu karşı çıkışla inşa edilmişti. Kün-Togsa’nın sonu.
9. Bu karşı çıkış burada daha belirgindi, diyemeyiz. Çünkü mevcut bir karşı çıkış yoktu ölüme rastlanan bu yerde.
10. Ancak her şeyin bir sonu vardır. Onlar Kün-Togsa’nın sonunu beklemez gibiydiler. Ya da bu durumdan hoşnut oldular.
11. Dördüncü yerleşke asırlar boyu güneş ısısından mahrum olmalıydı, büyük başlangıçtan önce.
12. Bu kardan adam( karla kaplanmış adam) uzandığı yerde bir aykırılık teşkil ediyordu. Uzaktaki karanlık güneş gökte asılı duruyordu.
13. Ancak her şeyin bir sonu olmalı mı? Şaman davulu yeniden doğuş için kullanılmış bir cihaz sayılabilir miydi, aktif edildiğinde(vurulduğunda) hayatı başlatacaktı.
14. En sonunda, her şeyin sonunda onlar, kararmış güneşe rağmen, belki de o büyük başlangıcı yapabilirlerdi.