Öğretmenin Kırgınlığı

Gözde Yılmaz

Darülaceze, Kalker, Tanjant

ÖĞRETMENİN KIRGINLIĞI

Darülaceze’nin yaklaşık elli metre kadar uzağında, çaprazında kalan bir okuldu burası. Her tarafı betonla kaplanmış genişce bir bahçesi vardı. Dört beş metre arayla dikilmiş upuzun ağaçlara sahipti bu bahçe. Etrafını çepeçevre saran bir metre genişliğinde duvarları vardı. Bu okulun ağaçlarından başka da yeşilliği olmayınca, herhalde sarmaşıklar duruma el atmak istemişler ki duvarları boydan boya sarmışlardı. Bu tarihi binanın hâlâ canlı olduğunu anlatır gibiydi bize. Sonrasında biraz kırpınca güzel bir görünüm verilmişti.

Bu tarihi bina sanıyorum Darülaceze binası yapıldıktan kısa süre sonra okul olarak inşa edilmişti. Kuruma bağlı bir okuldu. Senelerdir yetim ve öksüz kalmış çocuklar bu binada eğitim görüyorlardı. Ortaokul ve lise iç içeydi burada. Sadece erkek öğrenciler okuyordu. Osmanlıdan kalma bir uygulamaydı bu. Hala devam ediyordu ancak eskisi gibi fazla kalabalık da değildi okul.

Zil sesi duyulur duyulmaz okulun ihtişamlı merdivenlerinden koşarak inen sarışın bir genç adam göründü. Henüz ergenliğin başlarındaydı. Düz ve biraz uzun saçları yana doğru taranmıştı. Merdivenlerden indikçe havalanıp duruyordu. Sivilceli yanakları pembeleşmişti. Üzerindeki lise forması her zamanki gibi düzgündü. Bahçede bulduğu ve sakin olacağını düşündüğü bir köşeye geçip oturdu. Kızmıştı bir şeylere. Küskün bir tavrı vardı.

Öğrenciler de zil çalar çalmaz bahçeyi doldurmaya başlamışlardı. Bu sırada merdivenlerde koşturan biri daha göründü. Önüne çıkanı itekleyerek inmeye çalışıyordu. Şişman, gözlüklü biriydi. Tombul yanakları alışkın olmadığı bu koşturmadan dolayı kızarmış, terle kaplanmıştı. İçine giydiği gömleği süveterinden fırlamış, kıravatı da iyice gevşemişti. Herhalde akşam formasını üzerinden çıkarana kadar da düzeltmek aklına gelmezdi. Okulun betondan bahçesine gelince burnunun üzerine düşmüş gözlüğünü düzeltip etrafına bakındı. Köşedeki banklardan birine oturmuş kızgın duran arkadaşını görünce yanına gidip oturdu. Nefesi tıkanmıştı. Sesli sesli nefeslendi. Yanına dönüp gözlerini yere dikmiş hala somurtan arkadaşına baktı.

- Üzülme be Faruk. Her zamanki Soner ve çetesi işte. İlla birine takılacaklar. Ben neredeyse her gün bunlarla uğraşıyorum. Bana taktıkları lakaptan bıktım zaten... Hem sen zil çalar çalmaz koşup gidince sınıftan, hoca da Sonerlere kızdı. İyi bir fırça çekti. Bir daha Oğuz Hoca’nın dersinde seninle dalga geçemezler merak etme. Zaten önce kendilerine baksınlar. Sınıfta matematiği senden iyi olan yok çünkü. Zate..

- Soner’in de matematiği iyi.

Faruk oturduğundan beri ilk kez ağzını açıp konuşmuştu. Hala da kızgın tavrını koruyordu. Onun için pek kolay değildi. En sevdiği matematik dersinde kendisiyle eğlenilmişti. Bir türlü çözemediği soru alay konusu olmuştu. Oğuz hocadan da çok utanmıştı aslında. Kendisine çok güvenirdi. Sanki onu da bu ders hayal kırıklığına uğratmış. Çünkü soruyu çözeceğinden emin olarak tahtaya kaldırmıştı kendisini.

Hem utancından hem soruyu yapamamasından kızgındı. Üstelik bu, ilk de değildi. Bir iki haftadır hiçbir şey istediği gibi gitmiyordu. Ancak Oğuz hocanın gözlerindeki kırgınlık onun için ilkti. Tüm kızgınlığı da o kırgınlığı gördükten sonra ortaya çıkmıştı. Soner ve çetesinin söyledikleri umrunda bile değildi.

- Ama senden iyi değil. Kıskanıyor bence seni.

- Hı! Kıskanıyor mu dedin? Kim?

- Soner tabiki.

- Niye?

- Oğuz hocanın okuldaki en sevdiği öğrencisisin de ondan. Matematiğin de ondan iyi.

- Ben mi? Yok canım. En sevdiği öğrencisi olsam hiç öyle bakar mıydı bana? Görmedin mi dersteki halini?

- Gördüm evet. Sinirlendi birazcık. Ama sadece sana değil. Tüm sınıfa.

İki arkadaş bir müddet sustular. Faruk, Oğuz hocanın gönlünü nasıl alacağını biliyordu. Güvenini boşa çıkardığı için de hatasını telafi etmeliydi. Açıkcası Soner şu an pek umrunda değildi. Onunla daha sonra hesaplaşacaktı. Bunun için akşamı bekleyecekti. Akşam onu yalnız yakalamak daha kolaydı. Burada takıldığı arkadaşları etrafındayken pek konuşacaklarını sanmıyordu.

Önce derste çözemediği trigonometri sorusunu düşünmeyle başladı. Aklına cevapla ilgili bir şeyler geliyordu ama emin olamadı. Etrafa bakındı. Oturdukları yer tarihi binanın arkasına yakın bir mesafedeydi. Okulun tadilatı için getirilen bazı malzemeler fark etti. İçlerinde kalker olan beyaz taşlar da vardı. Yerinden kalkıp hızlıca oraya doğru gitti.

-Hey Faruk, nereye?

-Geliyorum İlyas. Bekle.

Avucuna parçalanmış kalker taşlarından doldurup hızlı hızlı geri döndü. Bankın yanına çömelip taşları da yanına bıraktı. İri olan bir tanesini alıp betonun üzerinde derste çözemediği soruyu çözmeye çalıştı. Biraz zordu kalkerle yazmak ama doğru cevaba yaklaştığını düşündükçe devam etti. Trigonometri konusunu yeni öğrenmişlerdi. Akşam yurtta biraz bakmıştı konuya ama sınıfta o an aklına gelmemişti işte. Şimdi hatırlamaya çalıştı. Tanjant, kotanjant, sinüs, kosinüs…

İlyas tepesine dikilmiş ilgiyle bakıyordu. Soruyu çözmeye çalıştığını anlamıştı. Bu yüzden konuşup rahatsız etmek istemedi. Ama bu isteği de yine kısa sürdü.

- Şu ‘tan’ yazdığın neydi yaa?

- Yan sınıftaki Tan.

- Çok komiksin Faruk. Öldürdün beni. Matematikte iyi olmayabilirim ama tarihte senden iyiyim ne haber.

- Tamam tamam alınma hemen. Açılımı tanjant.

- Hımm

Faruk ayağa kalkıp ‘çözdüm’ diyene kadar aralarında sessizlik bir süre daha devam etti. Cevabı bulmasına İlyas da çok sevinmişti. Hoplayıp zıplıyor, Faruk’a sarılıp omuzlarına çöküyordu.

- Dur oğlum yapma, öldüreceksin beni.

- Faruk hemen Oğuz hocayı çağıralım. Görsün o da cevabı.

- Gerek yok. Deftere geçirip öyle gösteririz.

- Olmaz. Sonerler görmeden ben hemen çağırıp geliyorum.

Faruk daha bir şey diyemeden İlyas gitmişti bile. Oğuz hoca başka bir öğretmen arkadaşıyla bahçeye çıkmış konuşuyorlardı. Uzun yıllar bu okulda görev yapıyordu. Tecrübeli bir hocaydı. Bu okuldaki öğrencilere her zaman daha anlayışlı olmuş, daha çok sevmiş ve bağlanmıştı. Bundan mütevellit öğrenciler de sözünü dinler, her daim saygı duyarlardı. İlyas’ın nefes nefese kendilerine doğru geldiğini görünce söylediği şeyi de yarıda kesti.

- İlyas ne oluyor oğlum. Nedir bu telaşın böyle?

İlyas nefes nefese konuşmaya çalıştı. Tıkanmıştı. Hırıltılı aldığı nefesleri Oğuz hoca da duymuştu.

- Hocam size bir şey göstermem gerekiyor.

- Ne göstereceksin?

- Benimle gelmeniz gerek. Lütfen hocam hemen.

Oğuz hoca da meraklanmıştı. Yanındaki arkadaşıyla vedalaşıp İlyas'ın gösterdiği yere doğru yürüdü. Karşıdaki Faruk’u fark etti. Yanlarına varınca bir şey demelerine gerek kalmadan yerdeki yazılar dikkatini çekti. Derste kimsenin çözemediği sorunun cevabı gibi duruyordu. Dikkatlice çözüme baktı. Doğruydu cevap. Yüzündeki gülümsemeyle birlikte Faruk’a bakıp elini omzuna koydu. Onun çözdüğünden emin.

- Biraz uğraşınca çözeceğini biliyordum zaten. Beni şaşırtmadın Faruk. Aferin oğlum. Umarım artık kendine gelmişsindir. İki haftadır bir haller olmuştu sana. Bu

durumun şaşırtmıştı beni. Sen çok güçlü bir çocuksun. Tabi İlyas da öyle. Bu okuldaki tüm çocuklar öyle. Özellikle de sen. Çok akıllısın. Aklın senin için değerli bir nimet. Onu doğru yolda kullanmayı bilmelisin. Ama bazen aklının almadığı, işin içinde duyguların da oldugu durumlar da olacak. Böyle zamanlarda tökezlediğinde hemen kendine kızıp içine kapanmak yerine üzerine gitmelisin. Anlamaya, öğrenmeye çalışmalısın. Belki hissetmeye de. Kendini kapatmak ve kızıp durmak çözüm değil. Anlıyor musun?

Oğuz hoca, henüz ergenliğinin başlarında yetişkinliğe doğru adım atmış genç adama dikkatlice bakıyordu. Biraz da gözlerindeki çocukluktan kalma masumiyetiyle birlike usulca kafasını salladığını görünce tebessüm etti. İlyas'ın da omzuna elini koyup ikisini de okula doğru yönlendirerek konuştu.

- Hadi bakalım, zil çaldı. İkiniz de derse.