Bu hayatta, nasıl olduysa, hep bir şekilde, kaçtığım şeylerin içinde buldum kendimi. Korktuklarıma esir oldum. Tıpkı okuldan kaçıp bir şekilde yine yolumun okula düşmesi gibi. “Madem bundan kurtulamıyorum, o halde barışacağım bu durumla, başka çaresi yok.” dedim, içimden. Hayat bana öğrenmek istemediğim çok şey öğretti bu zamana dek, şimdi ise öğrendiklerimi anlatma sırası bende. Birkaç dilbilgisi dersi verip gideceğim. Belki hayatınızı değiştirecek bir sınavda, fazladan bir net yapmanızı sağlayabilir söyleyeceklerim. Merak ettiniz mi? O zaman dinleyin.
Zamir. Benim yerimi tutar. Budur görevi. Zamir. Ne garip isim. İsim mi? İsmin yerini tutarken, isim olmayan şeyin bile bir ismi var öyle mi? Aman, ne yaman çelişki! Zamir. Bensenobizsizonlar. İnsan ya da insan soylu gölgelerin yerini tutan yegâne tabir.
Ders bitti. Okulu sevmeyenler için alternatif bilgiler serisi. Oturduğunuz yerden yeni bir bilgi öğrendiniz işte, sevinin.
Şimdi bir sır vereyim, ben de okulu hiç sevmedim. Üniversite dahil on altı yılımı verdim, gönül isterdi ki hiç vermeyeyim. Neyse her insan hata yapar, buraları geçelim. Başarılı bir öğrenci olmadığımı tahmin etmişsinizdir. Hiçbir zaman öğretmenlerin gözdesi, biriciği, gurur timsali değildim. Genelde en arkadaki, bilmem kimin yanındaki, nadiren kırmızılı, siyahlı, lacivertli. Bazen en arkanın bir önündeki, pencere kenarındaki yeşilli. Bazen de sen. Ben mi? "Evet evet sen!"dim.
Önceleri pek takılmazdım bu duruma. Kalbim kırılır gibi olur ama kırılmazdı. İnsanın alışması da ne kolaydır her şeye, ben de alışmıştım. Ama bir gün, hiç beklemediğim o gün canım haddinden fazla acıdı. Okulu hiç sevmedim demiştim değil mi? İnsan büyük konuşmamalı, konuşunca imtihanı başlıyor çünkü.
Bizim evde de bir öğretmen var, abim. Şu sıralar aynı evin içinde sıklıkla denk geldiğimiz için bazen benimle konuşmak zorunda kalıyor. Evimizin zeki, idealist çocuğu. Ben de onun bir küçüğü işte, bir bok olamayan. Bazen abimin öğretmen olmasına çok şaşırıyorum. “Daha beni göremedin sen, bak kaç yıldır etrafında dolanıyorum, daha beni fark etmedin. Öğrencilerini nasıl fark edip onlara dokunacaksın?” demek istiyorum. Sonra susup bir köşede çayımı yudumlarken onun sadece bir sınav öğretmeni olduğunu fark ediyorum. Çocukları yarış atı gibi hazırlayan, hiçbirinin ismini bilmeyen, her birini kariyerinde onu biraz daha böbürlendirecek ayrı bir net olarak gören harika bir öğretmen.
-Ne yapıyorsun?
-Ders başlayacak birazdan, çocukları bekliyorum.
-Kaçıncı sınıflar?
-12. Sınav grubu.
-Ne anlatacaksın bugün?
-Trigonometri.
- Ha şu tanjant, kotanjantlar falan.
-Vay be, hatırlıyorsun demek hâlâ?
-Yok ya ne hatırlayacağım, hiç öğrenemedim ki ben onları. Sadece isim olarak komik gelirdi o zamanlar da, ondan aklımda kalmış.
-İyi bakalım öyle olsun.
Burada ufak bir tıslamayla birlikte, sol dudak kıvrımını hafif yukarı çıkararak alaycı bir şekilde gülümsedi.
-Ben şurada kitap okuyacağım biraz, rahatsız etmem. Kolay gelsin sana.
-Eyvallah.
Ders başladı. Kitap okurken normalde duymam etrafımı ama abim o kadar çok kulağıma saçma gelen kelimeleri kullandı ki, ister istemez ilgim o tarafa kaydı. Özellikle şu tanjant ne sinir bozucu bir kelime. İçinde j harfi geçen hiçbir kelimeyi sevmem. Tanjant. Tan-jant. Jant mı? Arabaları hatırlattı birden. Kelimeleri art arda tekrarlayınca neden anlamsızlaşır? Yıllar sonra ilk kez matematik konusundaki merakım üstüne vazife olmayarak uyandı ve telefonu elime alıp anlamına baktım.
1.
başka bir çizgiye, eğriye ya da yüzeye dokunan ama onu kesmeyen çizgi, eğri ya da yüzey.
2.
sıfat
bir şeye yalnızca bir noktada değen.
Hayatımın yine beklenmedik bir noktada, nefret ettiğim matematiğe değmesine şaşırdım. Tanımlarda kendimi gördüm. Hayatımdaki herkes beni teğet geçmişti çünkü. Hayatın gerektirdiği şekillerde, farklı yerlerde; bir anne, bir baba, bir öğretmen, bir arkadaş, bir sevgili, bir abi, bir tanıdık olarak mecburi şekilde hayatıma sadece tek bir noktada dokundular. Dokunmak zorunda kaldılar. Ötesine kimse geçmedi. Farklı noktalardan dokunmak, kesmek, görmek kimsenin aklına gelmedi. Birkaç dakika buna benzer şeyler düşündükten sonra telefon ekranını kilitleyip salonu terk ettim.
Oturma odasına geçip kimse izlemediği halde açık duran televizyonun kumandasını elime aldım. Rastgele bir kanala bastım. Kimsenin izlemediği ama hâlâ ısrarla bir şeyler yayınlayan bin küsur kanaldan biri. “Kalker; yüksek sıcaklık ve basınç altında başkalaşım geçirerek mermere dönüşür.” diyordu, elinde gereksizce uzun bir mikrofon tutan adam. Devam ediyordu sonra. “Bazı mermerler, sıcak magma tabakasıyla kalker veya dolomitin temas etmesiyle oluşur. Metamorfizmaya başlamadan önce, kalkerdeki kalsit, çoğunlukla, litified fosil malzeme ve biyolojik artık biçimindedir. Metamorfizma sırasında, bu kalsit yeniden kristalleşir ve kaya dokusu değişir.”
Spiker bunları söylerken işletme sahibi olduğunu tahmin ettiğim adam, işin sadece ticari kısmına kilitlenmiş, kaç farklı ülkeye ihracat yaptıklarını gururla anlatarak kesilen mermerleri gösteriyordu. Program ilk başta biraz ilgimi çeker gibi olmuştu ama sonra sıkılıp kapattım. Yine de görevini başarıyla tamamlamış, bir anlık da olsa salonda yüzleştiğim gerçeğimi bana unutturmuştu. Ceketimi ve maskemi alıp evden dışarı çıktım.
İşte hikâyem bir nevi böyle başladı. O gün yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Sonra ayaklarım bir yerde sabit kaldı. Görkemli kapının önünde beklerken, unuttuğum adımı yıllar sonra ilk kez hatırladım.
Darülaceze.
Acizlerin Kapısı.
Koskoca dünyanın hiçbir yere sığdıramadığı, yaşadıkları süre zarfında edindikleri adların sadece bu devlette yaşayan bir canlı olarak bilinmesini kolaylaştıran kimliklerinin üstünde kara bir leke gibi durmaktan başka bir işe yaramadığı, gören hiçbir gözün onlara bakmaya tenezzül etmediği, duyan kulakların bile onlar konuşunca sağır olduğu bir acizler yuvası burası. Muhtemelen benim de gelecekteki evim. II. Abdülhamit Han sağ olsun. Gerçi artık olamaz. O zaman ruhu şad olsun. İnsanı sırf insan olduğu için, ondan bir şey beklemeksizin, yok olup gitmesini dilemeksizin asırlar öncesinden düşünen birinin olması ne güzel. Gerçi o sadece vesile kılınmış biri. Şüphesiz acizlerin de bir sahibi var.
Yıllardır bu semtte oturuyordum, yıllarca hep bu yoldan geçtim. Dönüp bakmışlığım çok olmuştu bu tarihi yapıya ancak görmüşlüğüm o güne kısmet oldu. Bir şey yapmam gerekiyordu. Kimsenin düşünmediği kendim için, başkalarını düşünerek bir adım atmam gerekiyordu. Kapıdan içeri girdim.
Karantina sürecinde evden çalıştığım için epey bol vaktim oluyordu. O yüzden burada gönüllü çalışmak için başvurdum. Özel bir meziyetim yoktu onlara kazandıracak ama insandım neticede, çok da özel bir meziyete ihtiyacım yoktu. Sadece konuşacaktım onlarla, çoğunlukla dinleyecektim. Orada olduklarını, var olduklarını hissettirecektim onlara. Belki böylece ben de hissedecektim. Hayat onları teğet geçse de ben geçmeyecektim.
Büyük bir yerleşkeydi Darülaceze’nin hizmet verdiği yer. Gencinden yaşlısına birçok insan yaşıyordu orada. Vakit buldukça hepsinin yanına gitmeye çalışıyordum. Dertlerini dinlemek, herhangi bir konuda saatlerce konuşmak, onlara yarenlik etmek bana da var olduğumu hatırlatıyordu. Belki de onlar bana daha çok yardım ediyordu.
Henüz çalışmaya başlayalı bir ay olmuşken bir sürü insan tanıdım burada. Hepsinin hikayesi çok farklıydı. Duruşu, bakışı, iç çekişi, derdini sırtına yükleyişi, hayata gülüp geçişi çok farklı. Üstelik hepsi bana değer veriyordu. Azıcık geç kalsam “Neredeydin?” diye soruyorlardı. Beni görüyorlardı.
Buradayken insan olduğumu, bu hayatta var olduğumu, zamir değil de isim olduğumu hatırlıyorum demiştim. Sonra bir gün, başka bir şey daha oldu. Artık doyasıya nefes aldığımı, yaşadığımı da hatırlamaya başladım.
Hafta sonları Darülaceze’ye gelip giden biri dikkatimi çekti. Birkaç hafta öylece izledim. Sonraları zor da olsa sohbet aralarında çalışanlardan ismini ve ne için geldiğini öğrendim. Gönül. Öğretmendi. Gönüllü olarak burada, bilmeyenlere okuma yazma öğretiyordu. O kadar güzeldi ki, güzelliği elbet ruhundan yansıyordu.
Onu ilk gördüğümde mevsimlerden yazdı ama bunaltıcı bir sıcak yok, tatlı tatlı esen bir rüzgar vardı. Bahçede de rengarenk kır çiçekleri. Hava serin, Gönül çok güzeldi. Güneşten rengi açılmış saçları, buğday teniyle birleşince gözlerimin daha önce görmediği bir manzara halini aldı. Gönül, isminin kulağa ne hoş, ne nağmeli, ne ahenkli geldiğini bilseydi herhalde hep duymak isterdi. Ben bu duyguyu bilmem, Gönül muhakkak bilirdi.
Ben hayatın her aşamasında olduğum gibi, ilk başlarda kurumda da bir gölgeden ibarettim. Belli saatlerde gelir, birkaç personelle ayaküstü sohbet ederdim. Sonra Ali Osman amcayla, genç yaşta trafik kazası geçirip elden ayaktan düşen Fahri ile bazen de Solmaz teyzeyle şehrin manzarasına karşı çay içer, dertleşirdik. Sonra bir gün, manzaram değişti. Gönül manzarasına karşı yudumladım hep çayımı. İnsan olduğum için böyle yaptım. Ayçiçeği olsaydım eğer, yüzümü muhakkak Gönül’e dönerdim.
O günden sonra Gönül’ü çok kez gördüm, yönümü hep ona döndüm, onun geçtiği yollarda saatlerce yürüdüm. Söyleyeceklerimi kırk kere düşündüm. Bazen bir ağacı koydum Gönül yerine, bazen bir duvarı. Döküldükçe döküldüm. Duyar belki dedim ama duymadı. Görür sandım, görmedi. Sadece bir kez "Pardon, kurum müdürüyle görüşecektim ama odasında yok. Ne zaman gelir, sizin bir bilginiz var mı acaba?" dedi. "Hayır." dedim. “Seni sevdim.” diyemedim. “Hayır.” dedim. "Sen de yüzünü bana dönsen." diyemedim. “Hayır.” dedim. "Bana siz deme!" diyemedim. "Gönül, gölge boyum bir tek seni görünce en uzun oluyor." Bunu içimden söyledim.
Birkaç hafta sonra, her ne kadar zor gelse de, Gönül’le bir şekilde iletişim kurmak için çabaladım. Başarılı oldum da. O gün, kalbim ağzımdan çıkıp Gönül’ün önüne düşmediği için çok şanslıydım. Ders arasında bahçeye çıkmıştı. Ben de Hanife teyzeyle birlikte bahçede yürüyordum. Gönül’ü gördüm. Hanife teyzeye de okuma yazma öğretmeye başladığını biliyordum. Fırsat bu fırsat deyip tam atılacaktım ki Hanife teyzem benden önce davrandı. Gönül’ü görünce çok mutlu oldu, zaten onu gören birinin aksi bir şey hissetmesi mümkün müydü? “Öğretmen hanım kızım, gel gel.” diye seslendi. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken ellerim birden titremeye başladı, cebime sokup sakinleşmeye çalıştım.
-Merhaba Hanife Teyze, nasılsın?
-İyiyim kızım iyiyim, senin verdiğin kartları okumaya başladım. Hepsini okuyacağım sana önümüzdeki hafta.
-Çok mutlu olurum. Zaten sen bu işi epey çabuk öğrendin. Yakında tüm kitapları okuyabileceksin inşallah.
-İnşallah yavrum. Bak, sen yanımdaki delikanlıyı tanıyor musun? O da bizi ziyarete geliyor senin gibi.
-Merhaba, Gönül.
Elini uzattı. Elimi zorlukla cebimden çıkardım. Hâlâ titriyordu.
-Merhaba Gönül Hanım. Aziz ben.
-Çok memnun oldum.
Gönül de ismimi duymadı.
- Ben de öyle. Hoş geldiniz bu arada kuruma, ben de sizden birkaç ay önce başladım.
-Hoş buldum, teşekkür ederim. Eğer böyle hissedeceğimi bilsem kesinlikle daha evvel gelirdim. Buradaki insanlara bir faydamın dokunduğunu bilmek beni çok mutlu ediyor.
Hanife teyzenin elini iki avcunun arasına aldı, gülümserken.
-Haklısınız. Ben de geç keşfettim sizin gibi. Belki de karantina döneminin bir hediyesi oldu.
Hâlâ gülümsüyordu, gülüşü sımsıcak.
-Kesinlikle öyle, iyi tarafından bakmak lazım. Hanife teyzeciğim benim derse dönmem gerek, uğrarım yine yanına. Görüşmek üzere, size iyi gezmeler.
-Sağ olun, iyi dersler.
Bir sonraki hafta içi üç gün kurumda olmama rağmen, hafta sonu yine nefes almak için oraya gittim. Maskenin içine hapsettiğim bir miktar nefesi tekrar tekrar içime çekmiyormuş, temiz havayı doyasıya ciğerlerimle buluşturuyormuşum gibi her zamanki masamda oturdum. Camdan benim geldiğimi görünce iniyorlardı hemen dert ortaklarım. Onları beklerken birkaç kez bahçeyi baştan sona gözlerimle kolaçan ettim. Onu göremedim. Personel abi çayı bıraktı, hiçbir muhabbet başlangıcı yapmadan kafa selamıyla hemen gönderdim. Zaten bugün bahçe her zamankinden kalabalıktı. Bir Gönül yoktu. Bir öğretmenden kaçarken nasıl diğerine geldiğimi düşününce içimden kıkırdadım. Zamanında öğretmenlerden çok nefret etmişim demek, büyük konuşmuşum. İyi ki konuşmuşum.
İki saate yakın oturduk. Onlar konuştu ben dinledim. Yine gel dediler. Elbet geleceğim dedim. Çıkarken imzamı atmak için girişe uğradım. Aydın abi vardı danışmada, geçen gelişimde tanışmıştık.
-Abi çıkmadan müdür bey odasındaysa bir görüşebilir miyim? Birkaç soracağım şey vardı da.
-Az önce çıktı, nikâha davetliymiş.
-Hayırlı olsun. Kim evleniyor, kurumdan biri mi?
-Birkaç aydır gönüllü bir çalışanımız var, öğretmen Gönül Hanım. Onun nikahı olacakmış bugün. Zaten sadece nikah olacakmış pandemi yüzünden, o da yarım saat ya sürer ya sürmez. İstersen bir çay söyleyim sana, bekle burada.
Evet, yine birkaç dilbilgisi kuralını hatırlama vakti. Sıfat. İsimlerin önüne gelerek onu niteler. Budur görevi. Güzel Gönül, narin Gönül, biricik Gönül.
Beni neden teğet geçtin Gönül?
Gizli özneler görünmeseler de vardırlar. Yükleme o soruyu neden hiç sormadın Gönül?
-Yok abi ben çıkayım, bir yere uğramam lazım. Sonra görüşürüm müdür beyle. Allah hayırlı etsin.
-Sağ ol kardeşim, iletirim. Hadi iyi akşamlar.
Gün batmaya yakındı. Kurumdan ayrıldım. Ders çoktan bitmişti, kitabı kapattım.