Babamın Hikâyesi

Yakup Karahan

Bu işlere ilk başladığım sıralarda anneme, buhranlı ya da çocukluğunda çokça dinlediği türden cinli perili hikayeler yazmayacağıma dair bir söz vermiştim. Bir de zeytinliklerle kaplı tepelere doğru daldığında “kimseyi boş ümitlerle dolduracak şeyler olmasın yazdıklarında,” diye tembihliyordu beni annem. Aslında bu bizi bilenlerin açıkça anlayabileceği gibi babama karşı gösterdiği bir tepkiydi. Çünkü babam bu memlekete gelmiş en mahir palavra ustasıydı. Avcı, balıkçı, define arayıcısı, balaban virtüözü ve hikaye anlatıcısıydı. Çukurova meddahlarından tutun da ABD li Spencer Holst ustaya kadar birçok hikâyeciyle teşriki mesaisi olmuştu babamın.

“Vaktiyle hep bağlık” olan buralardaki ilk evi babam inşa etmişti. Antep’ten kamyonlarla getirttiği - “keymıh” da denilen- sert kalkerle çatısız iki katlı bir ev yaptırmıştı. Evimizin ortasında yer aldığı yüksek duvarlarla çevrili zengin bahçemiz, henüz etrafımızda yerleşimin olmadığı zamanlarda bile her gece misafirlerle dolup boşalıyordu. Yere serili kilimleri, tabureleri, kavi ağaç dallarını, artık nereyi boş bulduysa orayı dolduran hazirun, tıknefes, ince bıyığının üstüne düşen koca delikli sivri burnuyla babamın belirmesini bekler, beklenen an gelince de hürmet ve ürpertiyle kendini biraz daha öne atmak için dalga dalga hareketlenirdi.

Gösteri bir balaban taksimi ile başlardı. Ardından genellikle o gün yaşanmış bir olayın hikayesinin kanıtı olarak bir eşya ya da bir iz gösterilirdi misafirlere. Bu bazen bir köpekbalığı kalbi olurdu, bazen bir kumaş parçası, peşlerinden koşturan bir dedektör ya da eksilen bir parmak. Kopan uzuvlarını her zaman akla hayale gelmeyen yöntem ve terkiplerle yerine eklerdi babam. Yumurta tozu, zeytinyağı sabunu püresi, kağıt gölgesi tohumu, bahri sefid kumu ve daha birçok şeyden mürekkep bir balçık kullanırdı bunun için.

Onu çaresiz bırakan, yani kopan kolunu ağzından çıkaramadığı canlıysa babamın tarifine göre bir çeşit deniz ejderhasıydı. Sonradan deniz canlıları ansiklopedilerini baştan sona gözden geçirmemize, hatta balıkçı kahvelerindeki umur görmüş ihtiyar üstadlara danışmamıza rağmen o hayvana dair malumata erişememiştik. Hayvan babamın kolunu pençesiyle koparıp büyük bir nezaketle ağzına atmıştı. Anlaşıldığı kadarıyla necip bir familyanın son temsilcisiydi.

İşte bu olaydan sonra yaşamımızın seyri değişti. Artık balaban çalamazdı babam. Ancak olay günü bütün engel olma çabalarımıza rağmen sekideki mutat yerinde kurulmuştu yine. Tek elinin parmaklarıyla kontrol etmeye çalıştığı balabanı öyle bir üflemişti ki kırılmalar ve pörsümelerle dolu bozuk bir siren sesini andıran gürültüden bahçenin yarısı boşalmıştı. Hatta gemi azıya alan, yaptıklarına müptezel bir protesto havası vermeye çalışanlardan bazıları bahçe duvarından atlayıp kaçmıştı. Anlatılacak hikaye belliydi. Ama babam, eşi görülmemiş o uğursuz hayvanın her bir ayrıntısını adeta resmederek anlatmasına rağmen beklediği rağbeti görememişti. İşte adının “palavracı” olarak tescillenmesi de o gece olmuştu.

O gece yarıya düşen misafirlerin sayısı sonraki günlerde gittikçe azalıyordu. Gelenler de anlatılan hikayeler karşısında “bunları tek kolla mı yaptın?” diyerek terbiyesizleşmekten çekinmiyordu. O zaman bir palavracının yaşayacağı en büyük inkirazın artık palavralarına inanacak adam bulamaması olduğunu anladım.

Babam için artık bu seremoni katlanılmaz olunca, araya kalburüstü, kodaman tanıdıklarını sokup darülacezeye başvurdu. Onu ben, annem ve şehrin her tarafından gelen delilerin katıldığı bir törenle İstanbul’a uğurlamadan önce son bir hikaye anlatmak istediğini söyledi. Meczuplar ellerindeki sopalara, değneklere dayanıp ayakta bir halka oluşturdular. Annem kapının eşiğinde durmuş arkadan izliyordu. Ben de tam karşında yere bir kırlent koyup üstüne oturdum. Ancak diğer koluyla birlikte yapıldığında bir anlam ifade edecek tek el hareketleriyle anlatmaya başladı.

Bizler, yani hikaye eden herifler, hayatın göbeğinde otururuz. Yaptığımız klasik manada bir iş olmamakla beraber, meşgalemiz hayatın hemen her ünitesine eşit mesafede olmayı gerektirir. Bu durumda hayat, merkezinde daima etrafı kolaçan eden bir hikayecinin bulunduğu bir dairedir bizim için. Pekala. Takdir edersiniz ki küçük büyük, er avrat, hayvan beşer herkes bu dairenin merkezinden geçen bir ömre sahiptir. Mühleti fark etmeksizin herkes bir ok gibi ortasından geçer gider hayatın. Lakin biz insanlar için insan olmaklığımız kadar mühim bir başka doğru (sanırım bunu geometrideki anlamıyla kullanıyordu) daha vardır. Ömrümüzü uğruna harcamak durumunda olduğumuz hakikate erişmek. İşte bu da hayatın ortasından geçen bir başka çizgidir. İnsan ömrü hayatıyla dimdik kesişir. Gelelim hayat, insan ve hakikat karşısındaki hikayeciye. O, hikayeci nazarıyla hayat dairesi içindeki gelip gitmeleri, batıp çıkmaları izler durur. Onun için hikayecilik bir zaviyedir (Gazi Paşa bu terimleri güncellemişti gerçi). Bu zaviyeden gördüğü şeyleri birbirine oranlar, birtakım hesaplar çıkartır ve insanların önüne kor. İşte nazar ettiği periyotta karşısında yer alan hakikat çizgisiyle, dibindeki ömür çizgisinde yer alan kıymetleri birbirine pay ettiğinde, yani tanjantını aldığında, ortaya bir dinamizm çıkar. İnsanlaşma gayesi için gerekli hayret, ibret ve hisse bu dinamizmle mümkün olur. Biz işte bu dinamiğe hikaye deyip çıkıyoruz.

Sekisinden yavaşça indi, gömlek cebinden çıkardığı ikiye katlanmış kağıdı elime tutuşturdu ve kendini yolculayacak kalabalığın en önüne geçti.

Kağıtta az önce anlattığı bahse ait şu çizim vardı:

Farkında mıydı bilmiyorum ama bu “kalem hikayeciliği”ne attığı ilk adımdı.

O gün babamla aynı yaştaydım.