Semiha

Hacer Noğman

Boya üstüne boya, kir üstüne kir. Hepsini örten bir boya daha. Her boyamada kapanan hayatlar, yaşanmışlıklar ve insanlar. Burası kaderin bizi getirdiği son nokta.

Yaşıma aldırmayıp bastona şöyle bir göz ucumla bakıyorum. Sensiz de gidebilirim diyorum ona. İçimden söylüyorum bunları. Zira nefesim kesilebilir konuşmaya kalkarsam. Odamdan çıkıp bahçeye doğru ağır ağır ilerliyorum. Koridorda hafif ilaç kokuları. Belki oda parfümü olabilecek güzel kokular. Fakat duvarları aşındıran bir koku var: buna hüzün diyorum ben. Bazen yokluk dediğim de oluyor fakat anımsıyorum birden; yokluk içinde miyim? Hayır değilim. İnandığımlayım. Şükür diyorum. Evet, bazen de şükür diyorum duvarları aşındıran bu kokuya. Çekiyorum içime bu kokuyu. Sahi, çekmemekten başka çare var mı?

Bahçeye çıkınca Semiha’yı arıyor gözüm. Semiha, sekiz yıldır oda arkadaşım. Severim kendisini. Fakat takıntılı bir kadın. Ne yaşadı da bu hale geldi bilmiyorum. Defalarca kez sordum. Ne yaşadı da bu hale geldiğini değil, hayatıyla ilgili basit şeyleri. Doğum tarihini sordum mesela. Seller senesinde doğdum dedi. O bu cevabı verdiğinde düşündüm ben de; bana, sen ne zaman doğdun diye sorulduğunda dümdüz yıl söylüyordum: bin dokuz yüz otuz iki. Bu kadar. Belki de Semiha gibi dolu dolu bir geçmişim yoktu. Sahi, Semiha’nın hayatı dolu dolu mu geçmişti? Bu gibi sorulara yanıt alamayacağımı anladığımda Semiha ile çoktan bir yılım geçmişti bile. Alışmıştım ona. Onun yalnızca adını biliyordum. Kimsesi olup olmadığına dair bir bilgim yoktu. Şimdi buna dair bir bilgim var ama; Semiha’nın takıntıları var.

“Hava güzel, değil mi?” diye soruyor Semiha. Cılız bir sesle birlikte kafamı sallıyorum. “Görüyor musun?” diye soruyor bu kez, sağ işaret parmağını uzatırken. Gözlerim parmak ucuna kadar gidip göstermeye değecek bir şey olup olmadığını kontrol ediyor. “Neyi?” diye soracak oluyorum. Semiha devam ediyor: “Şu çınarın yaprağını diyorum. Binanın köşesine değiyor. Görmüyor musun?” Kafamı sallıyorum. “Evet, görüyorum.” diyorum. “İşte o yaprağın değdiği yere tanjant diyorlar.” diyor bakışlarını gösterdiği yerden ayırmadan. Sağ işaret parmağı halen orayı gösteriyor. “Öyle mi?” diyorum. Bu kelimeyi daha önce duymamıştım fakat hiç bozuntuya vermiyorum. “Ne zaman öğrendin bunu? Yani yaprağın ağaca değdiği yerin bir adı olduğunu.” Hâlâ bozuntuya vermiyorum. Semiha devam ediyor konuşmaya. O konuşunca anlıyorum, sanmak bilmenin düşmanıdır. “Yaprağın ağaca değdiği yer değil. Bir şeyin bir şeye sadece bir noktada değişi.” Hım diyorum mırıldanır biçimde. Belki o da tam bilmiyordur diye avutuyorum kendimi. Avutmak iyi hissettiriyor. Kendimi kandırmanın hazzını hissediyorum. Altında yatan acı bir gerçek.

Uzun bir sessizlik giriyor aramıza. Adına ne konursa ondan. Saatler geçiyor. Söylediği kelimeyi hatırlamaya çalışıyorum ama nafile. O yaprak hala aynı yerde. Bakıyorum ona. Semiha’nın sözleri tekrarlanıyor kulağımda; “…bir şeyin bir şeye sadece bir noktada değişi.” Ne karışık bir cümle bu diye geçiriyorum içimden. Şimdi ben Semiha’nın omzuna dokunsam, dokunduğum noktanın adı, Semiha’nın dediği o kelime mi olacak? Ne saçma şey bu.

“Yemeğe çıkalım mı?” deyip ayaklanıyor Semiha. “Evet.” deyip kalkıyorum ardından. Öğle yemeğimiz yiyip odamıza çıkıyoruz. Hiç konuşmuyoruz. Semiha ne düşünüyor çok merak ediyorum. Yatağıma uzanıyorum, tavanı izliyorum uzunca bir müddet. Acaba bugün Semiha’nın bana söyledikleriyle ilgili bir takıntısı var mı? Neden olmasın ki? Tavanla arama Semiha’nın sesi giriyor; “Oğlumu toprağa koydukları gün bildim ben.” Ses ağır ağır odayı dolduruyor. “Mezarını açtıklarında kireçlediler; oğlumu da mezarı da. Hastalıklı dediler. Bulaşmasın dediler. Bir kelime edemedim. Şimdi baktığım bütün duvarlar bana o kokuyu hatırlatıyor. Kimisi kireç diyor kokunun nedenine. Ben kalker diyorum. Otlara koydukları kireç değil benim oğluma sürdükleri diyorum. Biraz olsun hafifletiyorum içimdeki şeyi. Adını koyamıyorum. Şimdi bu duvarlara bakışımda o koku gelip burnumun ucunda genişçe bir arsa satın almış da uzanmış orada sanki. Kalker kokusu… İçinden kireç diye geçirme, lütfen.” Yutkunuyorum. Bu da neydi şimdi? “Kaç yaşındaydı?” diye soruyorum. “On beş.” diyor Semiha. Gözlerimi uzunca bir süre kırpamadım. Boğazımda bir yumru oluştu, doğurdu, iki yumruydular artık. Ağırlık çöktü üzerime. Koridorda gezerken aşınan duvarların sebebi olabilecek şeyler tekrar geçiyor gözümün önünden. Adını koyamadığım koku… Acı bir sessizlik geçen bu dakikaların adı. Semiha’nın göz bebeklerine bakmak için döndüm, sol omzunun üstüne yattım. O ise gözleri kapalı bir şekilde sırt üstü uzanıyordu. Bakmaktan değil de görmekten korkuyordu belki de. Çok üzgün olduğumu kelimelerle anlatmak istedim bir an. Ama vazgeçtim. Buna gerek yoktu. Semiha aniden yatağından fırlayıp lavaboya koştu. Lavabodan çıktığında yüzü bembeyazdı. Öğle yemeğinde yediklerinin hepsini çıkarmıştı.

Hava almak için bahçeye çıkmaya karar verdik. Semiha hızlı adımlarla ilerliyordu. Koridorda sağa sola bakamıyordu, midesi fenalaşıyordu. Bu da bir takıntıydı gözümde; kalker takıntısı. Semiha’nın bu haline çok üzülmüştüm. Edecek tek kelamım bile yoktu. Sessizliğine ortak olabildim yalnızca.

Öğleden önce oturduğumuz, o yaprağı gören banka oturduk. Sabah baktığımda öylece duruyordu fakat şimdi o da bize bakıyordu. “Bak, yaprak halen orada.” dedim sessizliği bozmak adına. Kafasını salladı Semiha. “Hatırlıyor musun kelimeyi?” diye sordu yaprağa bakarken. Sessizliğimi bozmadım. “Tanjant. Tahsildeyken öğrenmiştim bu kelimeyi. Matematik terimi. Bence matematikle sınırlı değil bu kelime. Bir yaprağın binanın köşesine değdiği yer olabiliyor. Ya da hayatımıza anlık girip çıkan insanlar için de kullanabiliriz bu kelimeyi. Hayatımızı bir çizgi olarak kabul edebiliriz pek tabii. Ve çizgiye değen şey de o insan. Ve daha nicesi. Terimler yalnızca alanına bağlı kalmazlar bence. Acı gibi. Mutluluk gibi. Çok yönlüdürler. Tek anlamları olmalarına rağmen.” Şaşkınlıkla Semiha’yı dinliyordum. Söylediği şeyler bir gecelik azığım olabilecek kadar anlam yüklüler. Semiha’ya dair pek çok şey bilmeyişim beliriyor zihnimde. Bilmeyiş. Bir hal olarak bilmeyiş. Ne tuhaf. Semiha hayatımda gördüğüm nadide kadınlardan biri. Onun tuhaf olmadığına kanaat getirdim bugün. Yalnızca her şeye daha farklı bakıyor. Benim bakış açım böylesine darken onun söylediklerinin bana tuhaf gelişinin tek nedeni olabilir. Bunu gece düşüneceğim.

“Okuyabiliyor musun şu tabeladaki yazıyı?” diye soruyor. Karşımızda tek tabela var. Gözlerimi kısıyorum görebilmek için fakat göremiyorum. Devam ediyor Semiha: “Darülaceze. Burada kapatacağız gözlerimizi. Kimsemiz olmadan. Duvarlardaki kalker kokularına karışacağız. Koridorda kokularımız dolanacak, kimse fark etmeyecek. Dokunduğumuz yerlerin adının tanjant olduğunu asla bilmeyecekler. Bizi uğurlamaya birkaç kişi gelecek. Belki bir ikisiyle kan bağımız olacaktır. Ne acı değil mi? Hayal eder miydik böyle bir sonu? Etmezdik. Keskin kalker kokusunun günden güne ağırlaştığı bu yerde yaşamanın ne tür bir acı olduğunu kimse bilmeyecek. Bize hasta diyecekler. İlaçlar verecekler. Uyutacaklar ve gömecekler. Ah, ne acı.” Semiha’nın sıraladığı cümleler tokat gibi yüzüme çarptı. Bu kadar karamsar oluşunu hayretler içerisinde dinledim. Ah benim takıntılı arkadaşım diye içimden geçirdim.

Semiha hareketsizce yatıyordu yatağında. Çoktan uyanması lazımdı. Bir korku girdi odaya ufak bir delikten. Geldiği yeri bulup onu kovmaya çalıştım ama hayır, yapamadım. Korku odanın duvarlarına sindi. Pusuya yatmış beni izliyordu; bense Semiha’yı. Burnuma dolan kireç kokusunu ciğerlerime yolladım. Çektiğim nefes dışarıya çıkarken kireç değil kalker diye düzeltti beni duvarlara sinmiş korku. Haydi Semiha, ne olur aç gözlerini diye dualar etmeye başladım. Ama nafile. Göğsü kalkıp inmiyordu. Kalktım yanına gittim. İşaret parmağımla omzuna dokundum. Parmağımı hafifçe bastırdım ve geri çektim. O dokunduğum yerin adı neydi diye düşündüm. Duvarlara sinmiş korku tanjant dedi. “Eyvah!” dedim. “Semiha!”

Duvarları aşındıran kokuların arasına Semiha’nın adı ilişti artık. Fakat kokunun hala bir adı yok.