Kelimeler: salıncak, iltifat
Ek zorluk: Herhangi bir dilde olmayan uydurulmuş kelimeleri öykünün içine yedirmek.
Kısa bir not: Öykünün devamında benim de beğendiğim bir sözlük mevcuttur, özellikle javuyan kelimesinin kökeni konusunda.
Mümkünatı Olmayan Bir Telefon Görüşmesi
Başı yavaşça bir sağa bir sola dönüyor. Kolları direğe sarılı vaziyette salıncaktakinin hevesinin geçmesini bekliyor. Fakat yine sırada bekleyen tek kişi o değil. Bir tek o olsa kolay olurdu beklemesi. Yanında duran boyu uzun, rukbası[1] örgülü kız, bu bekleyişin hıncını çıkarmak için daha da uzun sallanacaktı kesin. Haoi[2] tepesinde durarak başının üstünü kızdırmaya başladı. Biri gelse de sallanana "Son ku[3] defa sallanıyorsun, bak burada seni bekliyor herkes." dese istedi. Gelmedi kimse. Kumları inceledi. Bu, tafyana[4] hiç de yakın olmayan eski parkta nasıl olup da kumun içinden hazineler çıktığını anlayamıyordu. Mesela şu reklamlarda çıkan tafyan kabuğunun aynısından bulurdu bazen. Tafyan kabuğunun içindeki renkler baş parmak tırnağının rengi gibiydi. Eflatun, pembe, beyaz. Örgülü kız homurdana homurdana diğerini indirmeyi sonunda başarmıştı. Sıranın ona yaklaştığına seviniyordu ki; kızın iki küçük layidası[5] geldi. Birini bindirdi, diğeri beklemeye başladı. Vazgeçme zamanının geldiğini anladı, hem sallanmayı o kadar da istemediğini fark etti. Bugün binebilecek kadar sabırlı değildi anlaşılan. Bir işçinin yorgun adımlarıyla eve doğru yürüdü.
Akşam olup da ay gökyüzünde yerini bulunca evin dar koridorunun ışığı hariç bütün ışıklar kapatıldı. Ü. uyumadan önce her cümlesini ezbere bildiği masalları dinlemek için yatağa girdi: Pamuk Prenses, Keloğlan ve Kırmızı Başlıklı Kız. Pamuk Prenses’i anlatırken annesi aynı onu tarif ettiği için kendisi olduğunu sanıyordu: "Yüzü kar gibi bembeyaz, dudakları seninki gibi kiraz..." kaşlarını sevip, "Kaşları kalemle çizilmiş keman gibi..."
-Keman ne anne?
-Keman. Yani gerçek keman gibi değil yay gibi uzun ince demek için.
-Yay ne?
-Uzun ince bir şey, kemanın içinde.
-Devamında n’olmuş?
Annesi anlatırken saksak[6] ya da yanlış söylediği kısımları o düzeltiyordu. İyiden iyiye bir uyku bastırmıştı kadını, ne söylediğini pek bilmiyordu o da. Ü., en sonunda kendi kendine anlatarak bitirmek zorunda kaldı masalı.
Annesi kahvaltıyı hazırlarken o da mutfağın penceresinden aşağıya bakıyordu. Bu pencere hemen evlerinin bitişiğinde bulunan apartmanla aralarındaki boşluğa açılıyordu. Yani pencereden bakınca başka odalarda ne olup bittiğini görebilirdi ama hepsinin perdesi sıkı sıkıya kapalıydı. Duvarlarının üzerine kovayla is dökülmüşçesine yer yer grileşmiş oluşuna şaşırdı. Bu binayla ayrı değil miydi yoksa kendi apartmanları? Daha önce bu kadar birbirine yakın ve pis olduklarını fark etmemişti. Kendini içeri attı. Beyaz evlerine.
“Ekmek almaya gider misin Ü.?”
Koşarak merdivenleri inmeye başladı. Yürüyerek gitse uzun ve sıkıcı bir yolculuk olurdu. Koşarak gideceği yere ışık hızında varmaya bayılıyordu. Basamaklar bir bariyer gibi önüne çıkıp onu yavaşlatmasaydı keşke, aceleden her seferinde dizlerini çarpıyordu. İki defa düştü, kalktı. İlk kez bakkaldan tek başına kırışgürüş[7] yapacaktı. Hızla parkın içinden geçip bakkala ulaştı. İçerisi epey sakindi, ki genelde hep bir hengame olurdu. Tezgah ona göre biraz yukarıda kalıyordu. Bir ekmek istediğini söyleyip parayı tezgahın kendine en yakın yerine bıraktı. Bakkal ona şöyle bir baktı ve gülümsemeye başladı. “Hanım baksana şuna, ne tatlı gözüküyor. Adın ne senin?” Birdenbire gelen bu iltifata şaşırdı. Şimdi kadın da ona bakıyordu. Eşini onayladı ama pek de hazzetmiş gözükmüyordu.
-Ü.
-Hecalen zua delalen[8] Ü.
Ağzına kadar rengarenk saggualarla dolu kavanozu ona doğru uzattı:
-Al bakalım kendine saggua[9] seç. Birkaç tane alabilirsin, al bak bunu da.
Gazeteye sarılı ekmekle dışarı çıkıp göremediği basamakları dikkatle indi. Elinde yumruk yaparak tuttuğu saggualara baktı. Cam gibi yeşil, turuncu ve mor. Bakkal amcayı çok sevmişti. Daha önce annesiyle gelişlerinde hep oradaki kadın duruyordu bakkalda. Gerisin geri geldiği yolu dönerken yine parkın içinden geçti. Kimsecikler yoktu parkta. Kısa bir an durup boş salıncağa baktı. Şimdi canı sallanmayı hiç istemiyordu; koşarak eve gitmeli, bakkal amcanın onu sevdiğini ve saggua verdiğini anlatmalıydı. Acaba hangisini annesine verseydi? Tekrar saggualara bakmak istedi. Avucunu açınca bir tanesi düştü. Onu yerden almaya uğraşırken ekmek de buruşan gazete kağıdının altından kaydı, o ne olduğunu anlayamadan yere düştü. Ü. telaşla hemen ekmeği yerden aldı. Biraz üfleyerek biraz da eliyle hafifçe vurarak temizledi, gazeteye tekrar sarmaya çalıştı.
Aslında işler biraz da o gün bozulmaya başlamıştı onun için. Tülün altına girip pencereden baktığı günlerden birinde yani. Haoi bazı pencerelere çarpıp ışık saçıyordu. Ü. javuyanlı[10] süpürge sesine karşılık cama vurarak şarkı söylemeye başladı. Hiçbir şarkıyı tam bilmediği için sözlerini kendisi uyduruyordu. Dışarıyı seyrederken yoldan geçip giden bir sürü baba gördü. Okul çantası taşıyan baba, marketten dönen baba, işten gelmiş baba… Onunki daha hiç gelmemişti. Çalıştığı için bir türlü bitmeyen bir işi vardı. Artık şarkı sözlerini değil de bunu düşündüğü için gelişi güzel sesler çıkarmaya başlamıştı. Annesi birden "Ü.! Başım ağrıdı artık sus." diye kızınca çok şaşırdı. Javuyanlı süpürgenin çoktan durduğunu fark etmemişti. Halbuki çok etkileyici bir performans sergilediğini düşünüyordu.
Tülün altından kurtulup annesine seslendi:
-Anne! Benim babam ne zaman gelecek?
Annesi aniden gelen bu soruya hazırlıksız yakalandı. Beklediği cevabı almakta kararlı ve meraklı gözler ona bakıyordu. Bir şekilde söylemesi gerekiyordu ve doğru an herhalde hiç gelmeyecekti. Ü.’nün sorularıyla baş etmek zaten yeterince zorken bu konuda onu tatmin edecek bir cevap bulmak neredeyse imkansızdı. Tekrar içinden çıkılmaz bir sorgulama yaşamak istemediği için bir anda söyleyip bu yükten kurtulmayı düşündü:
-Baban artık hiç gelemeyecek Ü..
-Neden, niye ki?
-Çünkü Ü. (duraksadı) baban artık hayatta değil.
Duyduğu şeyi tam anlamadı ama babasının bir yerlerde sakladığını düşündü. Ölmenin ne olduğunu tam olarak bilmese de aslında gelmesi mümkün olan birinin artık hiç gelememesi anlamına geldiğini az çok anlamıştı. O zaman ölmüş olamazdı. Çünkü Allah ne kadar varsa, uğur böcekleri ne kadar kırmızıysa ve sabahları uyandığında ayak parmaklarının ayağından kopup gitmeyeceğinden ne kadar eminse babasının geleceği de o kadar kesindi işte. Annesi ya yanlış biliyor ya da onu kandırıyor olmalıydı:
- Yalan söylüyorsun! Gelecek babam.
-Nasıl gelsin Ü.cüğüm? Bizim elimizde olan bir şey değil. Keşke daha önce söyleyebilseydim sana. Ama yapamadım. O hayatta değil.
-Hayır hayır! Arayalım telefondan. Neredeyse çağıralım. Gel artık işten, biz hep seni bekliyoruz, diyelim.
-İşte değil ki artık canım kızım, çok uzakta.
Sanki annesi “Tamam, olur hadi gidelim.” dese arayıp konuşmak mümkün olacakmış gibi geldi o sırada. Telefon kulübesine gitmek için ayakkabılarını giymeye çalıştı. Annesini ikna etmek için ne kadar çabalasa da, o üzüntüyle başını sallayarak susuyordu. Gerçek bir hayal kırıklığı ve annesinin çaresizliğiyle dolu bir sessizlik oldu. Artık neyin doğru olduğunu bilmiyordu ama asıl şimdi söylenenin yalan olduğuna inanmak istedi. Zaten boğazına anlayamadığı bir şey olmuştu. Bu şey hem boğazını acıtıyor hem de konuşmasına engel oluyordu. Neden boğazı kesiliyor gibi olmuştu şimdi? Bunu daha sonra soracaktı. Çenesi titredi, kendini bu dünyada sahip olduğu ve en güvendiği kişi tarafından aldatılmış hissederek bağıra çağıra ağlamaya başladı:
“Sen yalancısın! Yalan söyledin bana.”
*
Ü. en sonunda salıncağa binebilmişti. Gökyüzüne doğru sallanırken kendinin uçan bir ikkira[11] yahut benzeri bir şey olduğunu düşünüyordu. Kimse onun gibi sallanamazdı parkta. Öyle yükseğe sallanıyordu ki ayakları gökyüzüne değip geri çekiliyordu sanki. Parkta olduğunu unutmuş gibiydi. Gözlerini gökyüzüne dikmiş beyaz bulutların arasından bir şeyi görmeye ya da sanki göğün içine atlamaya çalışıyordu.
MERAKLI OKUR İÇİN YOL GÖSTERİCİ KILAVUZ:
rukba: saç; başın üzerinde çıkan uzun kıllara(insan türüne ait) verilen isim.
haoi: samanyolu galaksisinin en büyük yıldızı, dünyanın ışık ve ısı kaynağı.
ku: sibernetik kurucusu olan el-cezeriye göre penç(5) rakamının iki katı olarak hesap edilmiştir; 1 0
tafyan: yeryüzünün belli büyüklüklerde bulunan tuzlu su varlıkları; pek çok canlının yaşam alanı olmakla birlikte insan türünün bazı örneklerine de rastlanılmıştır; bkz, denizde yaşayan kabile bajaular
layida: anne yahut baba tarafından ortak ebeveyne sahip bireyler. ek: insan türündeki layidalar, kendi aralarında anlaşamasa bile genellikle birbirlerini olası tehlikelerden kollayıp gözetirler.
saksak: tam olmayan şey, eksik.
hecalen zua feyalen: sabah selamlarından biri; merhaba, günaydın vb.
saggua: şeker.
kırışgürüş: bir nesneyle ya da para birimiyle değiş-tokuş.
javuyan: çeşitli şekillerde ortaya çıkan enerji türü; ilk defa 17. yy’da Sir Ja Voient tarafından aslında maddenin en saf halini bulmaya çalışırken tesadüfen keşfedilmiş, lambaları aydınlatmaya ve elektrikli aletleri çalıştırmaya yarayan o olmasa bilgisayarı bile şarj edemeyeceğimiz; yaşadığımız çağ için (antroposen devri) su gibi, ekmek gibi bir buluş.
ikkira: çift kanatlı hayvan türü.
________________
[1] rukba: saç; başın üzerinde çıkan uzun kıllara(insan türüne ait) verilen isim.
[2] haoi: samanyolu galaksisinin en büyük yıldızı, dünyanın ışık ve ısı kaynağı.
[3] ku: sibernetik kurucusu olan el-cezeriye göre penç(5) rakamının iki katı olarak hesap edilmiştir; 1 0
[4] tafyan: yeryüzünün belli büyüklüklerde bulunan tuzlu su varlıkları; pek çok canlının yaşam alanı olmakla birlikte insan türünün bazı örneklerine de rastlanılmıştır; bkz, denizde yaşayan kabile bajaular.
[5] layida: anne yahut baba tarafından ortak ebeveyne sahip birbirine en yakın akraba türü.
[6] saksak: tam olmayan şey, eksik.
[7] kırışgürüş: bir nesneyle ya da para birimiyle değiş-tokuş.
[8] hecalen zua feyalen: sabah selamlarından biri; merhaba, günaydın vb.
[9] saggua: şeker.
[10] javuyan: çeşitli şekillerde ortaya çıkan enerji türü; ilk defa 17. yy’da Sir Ja Voient tarafından aslında maddenin en saf halini bulmaya çalışırken tesadüfen keşfedilmiş, lambaları aydınlatmaya ve elektrikli aletleri çalıştırmaya yarayan, o olmasa bilgisayarı bile şarj edemeyeceğimiz; yaşadığımız çağ için (antroposen devri) su ve ekmek kadar temel bir ihtiyaç haline gelen buluş
[11] ikkira: çift kanatlı hayvan türü.