Midem bulanıyor. Böyle bir tarafı kısa bir salıncakta unutulmuşum gibi, ayaklarım yere değmiyor. Durduramıyorum salıncağı. Yavaşlıyor, tam duracak derken tekrar hızlanıyor… Yavaşlıyor, sonra deli bir rüzgâra kapılmış da yönünü bulamıyormuş gibi tekrar hızlanıyor. Birinin tutup durdurmasını bekliyorum ama nafile. Gözlerimi kapatıyorum… Bu mide bulantısından kurtulmalıyım. Kurtulmanın bir adı olmalı...
Bir maden ocağında çalışıyorum, bazen günlerce yerin altında kaldığımız oluyor. Yukarıda gece mi gündüz mü bilmiyorum. Hepimizin yüzü karanlık, hepimizin gözleri gece, yüreklerimiz kömür ocağı… Bir gün göçük altından çıkarılacağız. O zaman geçecek her şey. Bu mide bulantısı, bu kara gecelerin uğultusu, gece gibi sabahlarda vurduğumuz kazmaların sesleri silinecek kulaklarımızdan… 3 gün ağlayacaklar, sonra gülmek için bahaneler uyduracaklar. Hayat devam edecek. Taziyeye gelecek patronlar. Ellerinde bir kutu kıymalı pide. Çocuğu olanların çocuklarına oyuncaklar alacaklar, annelerimizin ellerini öpecek, bu işin fıtratı neymiş anlatacaklar. Delik lastik ayakkabıları ile karşılayacak bir Recep Gökçe onları. Hüznü kırlaşmış sakalında gizli. Evlat acısından incelmiş dudakları açılmayacak. Karısına sarılacak oğlunun mezarı başında. “Oğlum yüzme bilmez ki!” diye ağlayacak bir anne. Birkaç çocuk yetim kalacak, birkaç kadın dul… Kampanyalar yapacaklar, paraların kimin cebine girdiğini kimse bilmeyecek. Okullar açıp adımızı verecekler, şehit diyecekler bir de gönlümüz olsun diye. Gönlümüz olmayacak…
Kirli çizmelerimizden utanacağız ölmemişliğimize sevinmemiz gerekirken. Kirli çizmelerimizden yüreğimizin temizliğini okuyacak, okuma yazma bilenler. Biri arkadaşını sırtlayıp çıkaracak, diğeri çocukları yetim kalmasın diye arkadaşını aramak için geri dönecek enkaz altına, baba olmamışlığından utanacak belki.
Manşet olacak feryat eden bir anne. Gazeteler, ertesi günün tirajını hesaplayarak madencinin fakirliğini yazacak; ağlayan çocuklarımızı çekecek kameralar, ağlamanın reytingine sarılacaklar birkaç gün.
Bir kadın ağlayacak, elindeki kına solmamış henüz.
Bir adam ölecek, sevdiği kadına doyamamış…
Acı bir sessizliğe mahkum edip gidecek adam karısını. Eksik bir şey kalacak kadının içinde. Acı acı kaynayan bir şey. Yakan, acıtan, isimsiz, tenine sinen sigara kokulu, avucunda kalan bir el sıcaklığında, söyleyemediği kelimelerin sessizliğinde, terinin tuzunda, dudaklarının tadında bir şey kalacak… Onu boğan, yüreğini sıkan bir şey kalacak kadında. Öfkeler dolusu bir şey. İncinmiş bir şey, ince bir hüzün, acı bir sızı gibi bir şey. Yüreğinde bir korku; sanki ekmek almaya giden oğlu gelmeyecekmiş gibi bekleyen bir anne korkusu, sanki sevgilisi elinden alınacakmış gibi yüreği sızlayan genç kız korkusu kalacak. İltifatlar edecekler genç yaşına, genç yaştaki dulluğuna övgüler yağdıracaklar. İçinde kendini sessizce zehirleyen karbonmonoksit sızıntısı. Başı dönecek kadının… Sanki bir tarafı kısa kalmış bir salıncakta unutulmuş gibi… İçinde adını koyamadığı bir kıpırtı duyacak belki, belki doğmadan yetimliği tatmış bir bebek feryat edecek içinde… Eliyle bastıracak midesindeki bulantıyı. Bir çocuk eli tutacak karnına bastıran ince parmaklarını. Ağlama diyecek bir bebek, bak ben ağlıyor muyum?...
Gece gibi gözlerimizde, mezar karanlığı…
Başım dönüyor. Çektiğim nefeste acı bir tat var. Bir tarafı kısa bir salıncakta unutulmuş gibiyim. Salıncak yönünü kaybetmiş, hızlandıkça hızlanıyor… Ben Tezcan Gökçe; babamdan önce ölüyorum, oğlum benim öldüğüm yaşta…