Takipsizlik Kararı

Fatma Ünsal

‘’Seni tanıyan son kişi de öldüğünde hiç yaşamamış olacaksın.’’

Kızılderili Atasözü

Babam ben henüz iki yaşındayken ölmüş. Ölmüş dedim ama işin aslı öldürülmüş. Bir gece, kuytu bir sokakta yüzüstü yatarken bulmuş onu polisler. Sırtından tek kurşun. Göğüs hizasından. Tek kelime çıkmış ağzından. Anlayamamışlar.

Annem on beşime gelene kadar anlatmadı işin aslını. Keşke de anlatmasaydı. Belki peşime takılmazdı o adamlar. O adamlar, o adamlar… Neyse. ‘’ Kalp krizi. Zaten kalbi sık sık teklerdi. ‘’ demişti önceleri. On beşime bastığım gün, doğum günü hediyesi niyetine ne varsa anlattı. Çocukluk da o gün bitti. On beş yaşımın bayrağıyla atlayıp çitlerden, büyüklerin o muğlak, dar, toz ve kinden dünyasına geçiverdim. Kim vurduya gitmiş babam. Daha yirmi beşindeymiş ölürken. Kör gece, kör kurşun. Yıkmış sokaklara boylu boyunca gençliğini. Başka türlü olmuş onun ölümü. Başkasını, niyesini bilen yok.

Annemin bunu anlatmasından sonra akşamları rahat yürüyemez oldum sokaklarda. Peşime iki kişi takıldı. Sanki annemin anlatmasını bekliyorlarmış gibi. Ensemde iki kişinin nefesi. Nefesleri sigara ve toz karışımı kokuyor. Ellerinde şıngırdayan demir bilyeler. Her seferinde atmak niyetindeler gibi kafama. Denk getiremiyorlar sanki. İki kişi. Terden ve buzdan. On beş yıl geçti. On beş yıldır her gece. Eve kadar izliyorlar beni.Derdimi kime anlattıysam, kuruntu deyip çıktılar işin içinden. Polise de bildirdim. Hatta bir gece, beni uzağımdan izlemesi için bir polis devriyesi bile görevlendirdiler. ‘’ Hah! ‘’ dedim içimden, ‘’şimdi enselerler bunları. ‘’ Adamlar peşimde koşup dururken; polisler devriye arabasıyla yanıma yaklaştı, içlerinden biri: ’’ Tuh ulan senin suratına! ‘’ dedi. Afalladım. ‘’ Gölgenden mi korkuyorsun? Devletin polisini, seni gölgenden korusunlar diye mi meşgul ettin? ‘’ Gazlayıp gittiler. İhbarımı kayıtlara aklıevvelin birinin kuruntusu diye geçmişler. Dosya kapandı. ‘’Psikoloğa git.‘’ diyor annem. ‘’ Seni bu evham tüketir.‘’ Ne yapacaksa psikolog? Bir psikolog ne yapabilir? Yarayı ortaya dökmekten başka. Öğrenciyken arkadaşlar varsa yanımda, uzaktan izlediler beni. Bana acıyorlardı arkadaşlarım. Rahatlayayım diye arada taş savuruyorlardı arkaya. Dalga geçen itler de vardı tabii aralarında. Beş para etmez, bir Kutlu hikâyesine giremeyecek tipler işte! Korkağa çıkardılar adımı. Korkmuyorum. Korkmuyorum ulan! Yüksek sesle: Korkmuyorum ulaaaannn! Az daha yüksek: Korkkmuyoooruuummm ulaaaaann! Biraz daha… Korkuyorum. Korkuyorum ulannn! Öleceğimden de korkuyorum, ensemdekilerden de korkuyorum, kendimden de korkuyorum ulan! O zaman susuyorlardı. İtirafı duyunca susan bir tür bu insan dedikleri.

İş çıkışları iş yerimin kapısından takılıyorlar peşime. Kimseye anlatamadım derdimi. Turşu gibi kurmuşsun kuruntuyu,dediler. Desinler.

***

Otuz yaşındayım. Aklım erdiğinden beri annem mavisi solmuş, tokası eksik terlikleri ayağından bir gün olsun çıkarmadı. Bir ayin gibi ayağına onları geçirip, öyle başlıyor güne. Geçiyor pencerenin kenarına. Uzaklarda bir şeyi görmek ister gibi bakıyor bir süre. Sonra çehresini karartıp mutfağa yollanıyor. Yıllardır böyle. Acısını yüzüme yüzüme üflüyor her gün. Babam ölmeden bir hafta önce satın almış o terlikleri anneme. Yatarken yatağının yanına bırakıyor. Çocukken bir gün, şaka olsun diye sakladım onları. Süpürgenin topuzuyla dövdü beni. Hem vuruyor hem ağlıyor : ‘’ Nerede ulan? Nereye attın ? Gidinin gâvuru! ‘’ Ramazan davuluna çevirmişti de aman dileyip kurtuldum elinden. ‘’Şaka yaptım. ‘’ deyince de bir posta daha dövdü. Canı sağ olsun. Annem yasını hiç terk etmedi. Kıyafetleri eskidi, sırtına o gece geçirdiği hüzün hiç eskimedi. Yüzü gülmedi hiç. Saçlarımı okşarken bile gözleri donuk, sanki bana değil de bir betona bakıyor gibiydi. Yedirdi içirdi. Ama vazife gibi. Babamla kendisini de koydu mezara. Böyle böyle büyüdüm. Benimki de çocukluk işte. Çocukluk denmez ya buna, olsa olsa kundaklama.

Yine de duasını eksik etmez üstümden. Dini bütün, kalbi parçalı. Sabahları Felak ve Nas’ı suratıma okumadan yollamıyor işe. ‘’ Anne geç kaldım. ’’ desem de bırakmıyor.

‘’ Nazar değer, nazar.’’ diyor. ‘’Anne şu sıfata mı? ‘’ diyemiyorum. Sıfatımı düşününce Mualla aklıma geliyor, canım sıkılıyor, annem yüzüme üfleyemeden hızla çıkıyorum evden. Her gün böyle.

Mualla Bahsi.

Tam da hikâyelerdeki gibi güzel ama hain, sevdiği adama acı çektiren kadınlar gibi adın Mualla. Herhâlde sen, benim hikâyeme bu yüzden düştün. Yoksa adın başka türlü olurdu.

Şimdi tüm Muallalar birleşir, en feminist damarlarıyla boğarlar beni. Ben feministlerden korkmam Mualla, onlar neye karşı olduklarını bilmiyorlar. Karşı olmak hoşlarına gidiyor. Hepsi bu.

Seninle o otobüste karşılaşmasaydık Mualla. Karşılaştık hadi, yanıma oturmasaydın bari. Yasemin çiçeği kokusunu bileklerine sürmeseydin. Pencereden dışarı bakmasaydın. Hadi baktın, bakarken yüzünde leylaklar açtırmasaydın. Açtırdın, geçmiş olsun.

Sonra sık rastlaştık otobüste. Ben iyice sırıtırken seni görünce, sen gözlerini devirip durdun. Ben kravatımı düzelttikçe, sen kafanı çevirdin. Kravatlarımın rengini mi beğenmedin Mualla? Haber yolladım arkadaşınla. ‘’ Dengim mi o? ‘’ demişsin. ‘’Hay şansıma maden suyu. Boyu da kısa. Hiç umduğum gibisi talip olmaz mı be bana? ‘’ demişsin.

Um tabii Mualla um. Mumlar yakarak um. Hem ummak bir ummandır, korkma Mualla. Boğul.

Annem evlenme bahsini açtıkça ben kapatıyorum Mualla. Seni görmeseydim, mutlu bir yuvam olurdu belki. Pencereden sızan ışığım olurdu. Perde arkasında bir karartım. Ama gel gör ki, seni bir kere tanıdıktan sonra yaşamak acısını da tanıdım. Var ol Mualla.

Sen Muallalıktan çıktın artık, sen Mualla olamazsın. Olsa olsa Ciğerdelen olur senin adın. Tepe tepe kullan yeni adını. Bul yanına da yakışır bir soyad. Oh!

Bu bahsi kapatalım. Başım dönüyor.

Mualla Bahsi Kapandı.

***

Annem her gece babamın kara haberinin geldiği o saatte, ufacık kâğıtlara bir şeyler yazıp boş bir reçel kavanozuna koyuyor. Kâğıdı kavanoza koymadan önce bir şeyler okuyor, sonra kafasının üstünde çevirip atıyor içine. Ne yazdığını bilmiyorum. Okumaya da cesaret edemiyorum zaten. Kavanoz kapağını kalbi gibi sırlıyor her gece. Odasındaki komodinin gözüne koyuyor. Annemin benden özge iki evladı onlar: Terliği, kavanozu. Annem ki babamın ürkek ülkesi. Kapısını bir kapattı, hiç kimseye açmıyor.

Kavanozun hikâyesini zor bela aldım ağzından. Babam öldürüldüğü gece, marketten dönüyormuş. Bir sürü ıvır zıvır, bir kavanoz da vişne reçeli. Annem sever diye alırmış arada. Seni seviyorum demenin bir şekli. İnsan da garipsiyor hani. Bir demet çiçek değil de bir kavanoz reçel. Gerçi annem idareli kadınmış gençken, şimdi de öyledir. Bir gün babam: ‘’Gel kız. ‘’ demiş, ‘’ sana lokantada yemek ısmarlayayım.’’ ‘’ Yok. ‘’ demiş annem, ‘’ İstemez. Bir tavuk al da haşlayıp yeriz. ‘’ Babamdan kalanların içinden çıkmış. Kavanoz boşalınca atmamış. Her gece içini döküyor ona.

Bir iş dönüşü, adamlar ensemde, can havliyle evin kapısına vardığımda, ışıkların kapalı olmasına şaşırdım. İçeri girdim. Evden gelmeyen yemek kokusuna da şaşırdım. Annemin terliklerinin öylece kenarda durmasına da. Odasına girdim. Yatıyor. Oda sokaktan gelen ışıklarla alacalı. Zayıf vücudu yorganın altında kaybolmuş. Işığı yakmadan yanına sokuldum. ‘’Kalkma. ‘’ dedimse de dinletemedim. Sarıldı bana. Kucaklaşmamız nemli bir toz bezinin nadide bir vazoyu kucaklaması gibi sessiz ve ihtiyatlı oldu. Ateşi vardı. Güç bela suya soktum. Düşmedi ateşi. Doktora da götüremedim, inat etti. ‘’ Sirkeli su içir bana. ‘’ dedi. Nice sonra kavanozu istedi. Bir de kâğıt kalem. Zoraki bir şeyler karaladı. Tam kâğıdı kavanoza koyarken, fersizce yığıldı yatağa. Su içer gibi. Sanki bir kuş havalanmış gibi. Kavanozdaki binlerce küçük kâğıt yere saçıldı. Annemin bir dayısı vardı. İri cüsseli bir adam. Pala İsmail. ‘’ Ölmek nedir ki? ‘’ derdi, ‘’ vaktin gelince yatıp öleceksin.’’ Vakti gelince harman yerine yığılıverdi Pala İsmail. Annem de dayısı gibi. Yattı da ölüverdi.

Ertesi gün, öğle namazından sonra defnettik onu. Babamın yanında mezar yeri bulamadık. Biri bir uçta , diğeri diğer uçta kaldı. O gün, taziyeye gelenden gidenden başımı kaldıramadım. Helva kavuran, fıstığını az bulan, komşusunu çekiştiren herkes, eksik olmasın, başımdan gitmediler. Gittiklerinde yatsı okunuyordu. Evde duramadım, kendimi sokağa attım. Dolaştım dolaştım. Eve dönmeden mezarlığa da uğradım. Annemin başında oturdum bir süre. Mahreçsiz dualarımı okudum. Korkmadım. Annemi bıraktım. Kim yalnız kaldı, bilemedim. Eve gelirken ensemdeki sesler kesilmişti. Takip eden yoktu artık. Herhâlde üzüldüler hâlime. Yalnızlık. Teker teker gel.

Karanlık ve soğuk ev karşıladı beni. Işığı yaktım. Terlikler köşede. Elini yıka, der gibi durdular. Elimi yıkayıp annemin odasına girdim. Yatağına oturdum. Yüzüstü uzandım. Lavantalı beyaz sabun kokuyor. Kalktım. Halıda kavanozdan fırlayan kâğıtlar, olduğu gibi duruyor. Eğilip onlardan birini aldım. Açtım ve annemin acemi yazısıyla karşılaştım.

Fatma ÜNSAL

Hikâyemde kullandığım dizeler ve sahipleri:

‘’ On beş yaşımın bayrağıyla atlayıp çitlerden ‘’ Ahmet MURAT

‘’ Yıkmış sokaklara boylu boyunca gençliğini ‘’ Attilâ İLHAN

‘’ bir Kutlu hikâyesine giremeyecek tipler işte! ‘’ Osman KONUK

‘’Çocukluk denmez ya buna, olsa olsa kundaklama.’’ Güven ADIGÜZEL

‘’ ummak bir ummandır, korkma Mualla.’’ Süleyman ÇOBANOĞLU

‘’ seni bir kere tanıdıktan sonra yaşamak acısını da tanıdım. ‘’ Âsaf Hâlet ÇELEBİ

‘’ Annem ki babamın ürkek ülkesi. ‘’ İbrahim TENEKECİ

‘’Kucaklaşmamız nemli bir toz bezinin nadide bir vazoyu kucaklaması gibi sessiz ve ihtiyatlı oldu. ‘’ Cahit KOYTAK